ALEVİLERİN NİCELİK VE NİTELİKLERİ

ALEVİLERİN NİCELİK VE NİTELİKLERİ

Dr.A.Yılmaz Soyyer

Son zamanlarda KONDA’nın yaptığı araştırmada, Türkiye’de 4,5 milyon kadar Alevi’nin bulunduğu belirtilmektedir. Sorulan soruların yeteri kadar hedef kitleyi belirleyici olmadığı yönünde de karşı görüşler ileri sürülerek bu sayı 10 milyona kadar çıkarılmaktadır. Bazı Alevi kökenli yazarlar ise sayıyı 25-30 milyona kadar çekmektedir.

Kısacası ülkemizde ne kadar Alevi vatandaşımızın yaşadığını belirlemek bir türlü mümkün olmamaktadır. Kendisini "devlet" zanneden T.C. hükümetleri ise bir türlü anlayamadığım, kerameti ancak kendilerince menkul sebeplerden dolayı, kapsamlı bir sayıma da gitmemektedirler. Oysa bu son derece basittir. Nüfus sayımında insanların kendisini hangi inanç grubundan olduğunu sorarsanız, kesin sonuç almış da olursunuz.

Bütün bunlar böyle olmakla beraber konunun asıl problemli yanını Alevilerin sayısı değil, Aleviliğin ne ve Alevilerin ne olduğu oluşturmaktadır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte ortaya çıkmış ve son derece yeni bir kavram olan Alevilik ne kendi içeriğini doldurabilmekte ne de "devlet" denilen mekanizma bu konuyu umursamaktadır.
Türkiye’de yaşayan ve bugün kendisini "Alevi" olarak nitelendiren gruplar köken olarak birkaç yoldan gelmektedirler:

Bunların en büyüklerinden birini, bir zamanlar Erdebil Tekkesi yani Şah İsmail’in tekkesi’ne bağlı olan Türkmenler oluşturmaktadırlar.
İkinci yol, Ocaklar denilen, Anadolu’nun ilk Türkleşmesi döneminde, gelip yerleşen erenler ve Türkmen Kocaları’na bağlı olan gruplardır. Bunlar Hubyar Ocağı, Kureyşan Ocağı, Sarı Saltık Ocağı, Baba Mansur Ocağı, Hıdır Abdal Ocağı, Dede Garkın Ocağı gibi topluluklardır.

Her ne kadar bunların içerisinden de bazı ocakların, Erdebil tekkesiyle ilişkisi olmuşsa da, Şah İsmail’in tekkesi daha ziyade Teke yöresi Türkmenlerini etkilemiştir.

Bunların dışında Bir de Bektaşiler vardır.

Tabir caizse Bektaşiler Aleviliğin aristokrasisini oluştururlar. Özellikle Babagan Bektaşileri kapatıldıkları 1826′ yılından bütün tekkelerin kapatıldığı 1925’e kadar geçirdikleri yarı yasaklı dönemde tam bir tarikat özelliği göstermişlerdir. Bu dönemde hatta kapatılışın yüz yıl öncesinden başlayarak, Bektaşiliğin, bir Mevlevilikten, bir Kadirilikten, bir Celvetilikten hiçbir ciddi farkının bulunmadığı rahatlıkla söylenilebilir. Bektaşilerin Alevilikleri mürşid silsilesi olarak ehl-i beyte dayanmak ve iman esaslarının temeline ehl-i beyte bağlılığı oturtmak şeklindedir. İtikat sistemlerinin diğer ayağını ise vahdet-i vücud anlayışı oluşturmaktadır. Bu durum Çelebi Bektaşileri için de, Balkanlardan yaşayan Babagan kökenli Bektaşiler için de geçerlidir.

Bektaşiler, Osmanlı Devleti zamanında tam bir yok edilme politikasına maruz kalmışlardır. 1826’da başlayan bu uygulama 20-25 yıl sonra zayıfladıysa da, belli oranlarda devam etmiştir. Bu yasaklılık dönemi Bektaşilerin, temel inanç kaynaklarıyla irtibatlarının kesilmesine sebep olmuştur. Ancak en büyük kopuş cumhuriyet döneminde Türkçecilik akımıyla başlayan dilde tasfiyecilik hareketiyle yaşanmıştır. Bugün bir Bektaşi ne Fuzuli’yi anlayabilmektedir ne de 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşayan Edip Harabi Baba’yı. Kaynaklarının tamamı Osmanlı Türkçesiyle üstelik Arap harfleriyle kütüphanelerde bulunan bu kaynaklar Bektaşi gençler için ulaşılamaz mesabesinde bulunmaktadırlar. Bu eserler ancak son zamanlarda günümüz Türk harflerine çevrilmeye başlamıştır.

Bektaşiliğin dışındaki Alevi zümrelerde durum daha da vahimdir. Zaten pek çoğu kırsal ve dağlık alanda yaşayıp sözlü kültüre dayanan bu kitleler "Buyruk" ve "Cabbar Kulu Kitabı" gibi eserlerin dışında inanç sistemlerini anlatacak kaynaklara da sahip değildiler. Osmanlı Devleti, bu kitleleri büyük gayretler sarf ederek Bektaşiliğe bağlama, Hacı Bektaş’taki Çelebi ve dedebabadan icazet almaya zorlama yoluna gitmiştir. Devlet bu faaliyeti yürütürken, -işin garip yanı da budur- Bektaşilik kanunen yasaktır.

Son yirmi yıl Anadolu Aleviliğinin yeniden uyanış dönemidir. Özellikle İstanbul’a göç eden Alevi kitleler, burada Bektaşiliği ve Hacı Bektaş Veli’yi keşfetmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin bir politika halinde gerçekleştirmek istediği "Hacı Bektaş merkezli buluşma" kendiliğinden gerçekleşme yoluna girmiştir. Bugün, Şahkulu Sultan Tekkesi ve Eryek Baba Tekkesi, bu Alevi gruplar tarafından restore ettirilmiştir, cemevi olarak kullanılmaktadır. Buralardaki Alevi kitleler, Hacı Bektaş Veli’yle birlikte, son derece yüksek bir kültür ürünü olan diğer Bektaşi kaynaklarına da yönelmiş bulunmaktadırlar. Şahkulu Sultan Tekkesi’nde Alevi gençlere inanç sistemlerini öğretme çabaları sürmektedir. Bu eğitim sürecinde eğitmen olarak Babagan Bektaşiler de yer almaktadır.

Bütün bunlar böyle olmakla birlikte, Alevilik inanç sisteminin oluşturulması ve aktarılması bakımından çok büyük zorluklar yaşamaktadır. Yaptığımız araştırmalarda kendisini Alevi olarak nitelendiren gençlerin ne Hz. Ali, ne Hacı Bektaş Veli ne de diğer Bektaşi-Alevi uluları hakkında bir şey biliyor oldukları ortaya çıkmıştır. Kendileriyle görüşülen gençlerin tamamı mensup bulundukları yolun inancını öğrenmek istemekte ancak eğitim yerlerinin azlığından söz etmektedirler. Gençler, anne-babalarının onlara sadece "Alevi" olduklarını söylediklerini, onların da bu konuda hiçbir şey bilmediklerini ifade etmektedirler.

İşte bu çerçeve içerisinde Aleviliğin temel sorununun nicelik yani sayı değil nitelik yani kalite, yani bilgi olduğu ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde 4,5 milyon ya da 30 milyon Alevi’nin varlığı önemli değildir. Önemli olan kendisini içerisinde hissettiği inanç sistemini bilgi olarak da bilen Alevi kitlelerin bulunmasıdır. Bu bilgi olarak yeterli hale geliş, Alevi grupların kendilerini değerlendirmeye tabi tutarak asgar-ı müştereklerde birleşmesini de beraberinde getirecektir. Bu bilgilenme süreci, kendilerinin dışındakilerle de anlaşma ve ilişkide bulunmalarını kolaylaştıracaktır.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*