İmam Cafer-i Sadık ve Heteredoks Caferiliğin (Alevi – Bektaşilerin) El Kitabı; Buyruk

İsmail Kaygusuz

1. Önce Son Söz

Çalışmamızın son bölümünün bu ikinci kısmini İmam Cafer Buyruğu ve Cafer Sadık ilişkisi, hazırlanışı ve Batıni kaynaklarına ilişkin inceleme ve yorumlarımız oluşturmaktadır. Ancak biz burada genel sonucu en sona değil, son kısmın başına koymayı yeğledik, yani önce son sözümüzü söyleyeceğiz:

Bu araştırmamızda biz tarihsel olarak İmam Cafer Sadık’ın takıyeye dayanan Ortodoks kişililiği, Heterodoks-Batıni karakteri ve çağının çok ilerisindeki bilimselliğiyle birlikte İmamiye mezhebinin çıkışı ve yüzyıllar sonra (17.yy) tam anlamıyla Ortodoks Caferi Şiiliğine nasıl dönüştüğü üzerinde kısa bilgiler geçtik. İmam Cafer Sadık ve Caferilik hakkında Sünni mezheplerine mensup kişilerin ve Şiilerin düşüncelerini verdik. Bunları zaman zaman açarak kendi yorum ve görüşlerimiz çerçevesinde değerlendirmeye çalıştık.

Kuşkusuz yapmak istediğimiz, İmam Cafer Sadık’ın Ortodoks İslam’da ve İslam dininin Batıni yüzü olan Heterodoks İslam’da (Alevilik ve çeşitli kollarında) nasıl tanındığı ve onun inançsal ve bilimsel kişiliğini tanımayı ve tanıtmayı denemekti. Bizim ne Caferi Şiiliğin ayrıntılı tarih ve kurallarını, ne de Caferi Fıkhını ortaya koymaya ve onun propagandasını yapmaya niyetimiz var. Bu, Türkiye’de yıllardır yapılıyor ve asıl Alevi biziz diyerek Hacı Bektaş Veli’ye küfreden ve onun koyu Sünni (henüz Hanefi ya da Şafiiliğine karar verememişler!) olduğunu söyleyen Çorum’da merkezileşmiş Ehlibeyt Camisi Şii Cemaati tarafından yıllardır yapılıyor. Örneğin, Ayetullah el-Uzma Hüseyn Ali el-Mutazeri’nin Caferi Şii devlet fıkhını anlatan cilt cilt kitapları ortalıkta dolaşıyor. Doğrudan İran Şii Molla rejiminin siyaseti doğrultusunda ve bu komşu devletten akan paralar ve eğitilmiş kadrolarla siyaset ve misyonerliğe soyunmuş bu topluluk, Türkiye’deki İslamcı ve Türk-İslam sentezi siyasetçilerinin -hatta devletin de- doğrudan ya da dolaylı destekleriyle, Anadolu Alevi-Bektaşilerini birbirlerinden ayırarak parçalayıp, Ortodoks Şii-Sünni genel ayırımı ya da kamplaşması içine sokmayı amaçlamıştır.

Bu amaca yönelik propagandalarını, Anadolu Alevi-Bektaşilerinin kutsal bildikleri Ali, Ehlibeyt ve Oniki İmam sevgisini sömürerek, Aleviliği kendilerinin temsil ettiklerini; yüzyıllarca Sünni devletin bu toplumu inançları doğrultusunda eğitimsiz bırakması, bilgisiz dedelerin ellerinde Anadolu Aleviliğinin yanlış yönlendirildiğini, Şii ve Şiilik sözcüklerini hiç kullanmadan, yazarak-anlatarak yapmaktadırlar. Oysa bu insanların siyasetini yaptıkları İran Şii Molla rejimi, Anadolu Alevi-Bektaşileriyle aynı inanç, düşünce ve anlayışı paylaşan İran’daki Ehli Haklar, Karapapaklılar, Kızılbaşlar ve İsmaililer; Irak’taki Kakai ve Sebekler ve Suriye Nusayrilerini sapkın ve dinden çıkmış, hatta İslam düşmanı topluluklar olarak nitelemektedir. O zaman nasıl oluyor da Türkiye’de kendilerinin de Alevi olduklarını söyleyebiliyorlar? Kuskusuz altında yatan gerçek farklı; komşu ve dost (!) devletin hedefleri belli; Türkiye Alevi-Bektaşi toplumunu Şiileştirmek!
Araştırmamızın yayınlanan son bölümlerinden birine karsı Bir Alevi imzasıyla yazı yazan; Çorum Ehlibeyt Camisi Şii cemaatinin basın sözcüsü ve www.alevisesi.com Web sitesinin yazarlarından, ancak gerçek adını öğrenemediğimiz kişinin Buyruk a ilişkin yadsımasının ötesinde söyledikleri düşündürücüydü:
İmam Cafer Sadık Buyruk’ları yada Buyruk’u adı altında Anadolu’da yaygın olarak bilinen eserin İmam Sadık ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu tamamen İmamın şöhretini kullanmak isteyen köylü kurnazı diyebileceğimiz zihniyetin ürünüdür. Çeşitli nüshaları bulunan, içinde 4 kapı 40 makam vs türünden İmam Sadık ile ilgi ve alakası olmayan bilgilerin buyruk diye sunulduğu kitaplar her açıdan yanıltıcıdır. Onlarda yazıldığı gibi Alevilikte 4 kapı 40 makam yoktur, bunlar Sünni tasavvufunda bulunur. Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ında bu sistematik yazılıdır. Hacı Bektaş’ın kendisi de Sünni’dir…
Bu uydurma buyruklar kandırma ve propaganda yöntemleridir. Hatta yıllar önce böyle bir yöntemi İranlı bir yazarın da (Sabri Hemadani) kullandığını gördüm. İmam Cafer buyrukları diye bir kitap yazmış ve içine Caferi fıkhına göre bilgiler döşemiş. Bilgiler doğruydu, yani İmam Sadık’a aitti, ama kitabin ismi uydurmaydı. Bir aracı vasıtasıyla neden böyle yaptığını sorduğumda, ‘Anadolu’da herkes bu isim altında İmamı tanıyor bundan faydalanmak istedim’ diye haber göndermişti.Yöntemi dürüst değildi, Alevi ahlakına uygun değildi, ama hiç olmazsa onun kitabında verdiği bilgiler doğruydu . Fakat Benzer yöntemlerle Pakistan,Tunus ve Mısır’da böyle kurnazlıklar yapıldığını biliyoruz…
Hacı Bektaş Veli’nin Sünniliğini, hatta Hanefi olduğunu Sünni Diyanet’in, İlahiyatın saygıdeğer bilginleri (!) ve anlı-şanlı Türk-İslamcı yazar ve tarihçiler yıllardır yineleyip duruyorlar. Makalat ı tersinden yorumlayarak, Ahmet Yesevi ve Yusuf Hemedani ilişkileri çerçevesine sokup Nakşibendilerin amcazadesi yaparak Hünkar’a bu iftirayı atmaktan geri kalmıyorlar. Bugün Şiiler kendilerinin Alevi olduğunu ileri sürerek, Hacı Bektaş’a Sünni bir tarikatçı derken; tuhaf değil mi, yıllar önce yetkin bir Şii İslam bilgini olan Abdülbaki Gölpınarlı şunları yazıyordu:

Hacı Bektaş, bütün manasıyla Batıni inanışların mürevvici (aydınlatıcı, propagandasını yapan) bir Batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri malumat da teyit eder… Ortodoks Müslümanlıktan dışarı gören saltanat ve medrese, bu zümreyi vakıftan da mahrum etmişti. (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.Basım, İstanbul-1985, s.239-40)
Hiç kuşkusuz Hacı Bektaş Veli bir Batıni, yani Alevidir; onun veliliği, yüceliği birkaç on milyonu aşan bir inanç topluluğu (Alevi-Bektaşiler) tarafından kutsanması, adı 750 yıldır bu toplumun gönüllerinde olduğu kadar tapınmalarında yaşamayı sürdürmüş olması buna kanıt değil midir?
4 kapı 40 makamın Alevilikte bulunmadığı, Sünni tasavvufuna ait olduğu da yalan. Bunlar Batıni tasavvuf felsefesinin olmazsa olmazlarıdır. Sadece Anadolu Alevi-Bektaşi inanç sisteminde değil, yasayan İsmaili Aleviliğinde de -Marifet ve Hakikat kapılarının yer değiştirilmiş küçük ayrıntısıyla- mevcuttur.
Burada önemli bulduğumuz Çorum Şii cemaati basın sözcüsünün, verdiği bir örnekle, resmi misyonerlik ve propagandacılık görevlerini dolaylı ya da farkında olmadan itiraf etmesidir.
Daha önceki yıllar Ortodoks Caferiliği hukuku ve kurallarını İmam Cafer Buyrukları adı altında özetleyip basitleştirerek Alevi-Bektaşi toplumu arasına sokma propagandalarını artık bırakmışlar. Adını verdiği kişinin, Aleviler arasında Buyruk ya da İmam Cafer Buyruğu nun yaygın ve tanınmakta olduğunu ve bundan yararlanmak istediğini ve kendisinin ise bunu dürüst bulmadığını söylemesinde, gerçekte ne bir kişisel yararlanma, ne de ahlaksal sorun söz konusudur. Tanınmış çağdaş Şii İslam fıkıhçılarının kitapları rahatlıkla Türkçe’ye çevrilip yaygınlaştırılma ortamı yaratıldığından dolayı, komşu devletin bu tür gizli-dolaylı propagandalara Türkiye’de artık gerek kalmadığına karar vermiş olmasıdır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti özellikle 80’li yılların ortalarından itibaren ikiyüzlü davranarak, bir yandan İran’ın İslami gericiliğini eleştiriyor görünürken, öbür yandan Iran rejimiyle kendilerinin Sünnileştirmeyi başaramadığı Alevi toplumunu onların Şiileştirmesi konusunda görüşmeler yapıp antlaşmaya varıyorlardı. Dikkat edilirse o yıllardan beri Türkiye’de her Muharrem ayında, Caferilerin İmam Hüseyin’i anma törenleri en ince ayrıntılarına dek yazılı ve görsel basında yer almaktadır. Bu tür törenler gerçekte Oniki İmamcı Şiilikle de Alevilikle de ilgisi yoktur. İlk kez 17.yüzyılda Irandaki Usuli Şii akımının yarattığı Ortodoks Caferiliği tarafından Şiiliğe sokulup resmileştirilmiştir. Kısacası İran propaganda taktiğini değiştirmiştir; propagandacıları Bektaşiliğin Sünni tarikatı olduğunu, kendilerinin de Alevi olduklarını yazıp çizerek ve Anadolu Alevi-Bektaşilerinin tüm kutsal bildiklerini sahiplenerek bunu yapmaktadırlar…

2 Heterodoks Caferiliğin El Kitabı.“Buyruk”

Safevi devletini kuran Anadolu Alevi Türkmen oymakları, o dönemin adlandırmasıyla Kızılbaş Türkmen oymakları askeri aristokrasisiydi. Yönetim heterodoks İslam grubunun, yani Batıni inançlı Alevi-Kızılbaşların elindeydi. Üstelik başı Tebriz’de olan Kızılbaş Safevi devletinin gövdesi Anadolu’daydı. Kuşkusuz bu nedenle İmam Cafer Buyruğu da heterodoks Caferilik gibi aynı siyasetin ürünüydü. Açıkçası Kızılbaş Caferiliğin el kitabıdır Buyruk; diğer bir söylemle Caferi Mezhebinin Ortodoks Şiiliğe aykırı olan heterodoks yüzünün, yani Batıni inanç kuralları (erkanı), tapınma biçem ve uygulamalarını içeren kitabıdır. İşte Anadolu Alevi-Bektaşileri, bu kitabın kapsamı ve içerdiği inanç, yaşam ve tapınç kuralları çerçevesinde Caferi’dir. 16.yüzyıldan 19.yüzyıla kadar, örneklediğimiz nefeslerinde Caferi ya da İmam Cafer mezhebine bağlı oldukları söyleyen Alevi-Bektaşi ozanlarının söylemlerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir (zorundayız). Nefeslerin içerdiği Batıni anlam ve yorumlamaları hiç kimse görmezlikten gelemez. Ayrıca Kul Himmet ve özellikle Kul Nesimi’nin “mezheb” yerine “yol” sözcüğünü sıkça kullanmış olması da bir farklılık getirmiyor. Çünkü “yol, Muhammed-Ali yolu” olduğu kadar “İmam Cafer Sadık yolu”dur da.

Alevi-Bektaşi toplu tapınması Görgü Cemlerinin olmazsa olmazı düvazimamlar (Oniki İmamların adı geçen ve onları öven nefesler) ilk kez Nesimi tarafından gazel tarzında yazılmış ve bu tür anlam ve içerik olarak Alevi-Bektaşi şiirine ondan taşınmıştır. Buyruk metinlerinde belirtildiği üzere Alevi-Bektaşiliğin tapınma kurumlarından Dar’ın pirlerindendir Nesimi. O, Hallacı Mansur’la, Fazlullah’la birlikte Alevi inancında ikrar-imanından, yolundan dönmemenin ve bunlardan gelecek acı ve işkencelerde büyük direncin simgesidir. Mazlum bir velidir, şahtır, erdir-evliyadır Nesimi. (Bu konuda geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Dar ve Dar’ın Pirleri 2.Basım, İstanbul, 1995, s.164-195)
Bütün bunlarla birlikte aşağıdaki betimleme Nesimi’nin inanç ve görüşleri, yapıtlarının da Buyruk’un hazırlanmasında önemi büyüktür:

“Mürid Kur’an okunması, Evliya menkıbeleri ve Seyyid Nesimi’nin ilmi okunması, Pirin konuşması olmak üzere üç durumda itiraz edemez.Bu durumlarda itiraz ederse günahkar olur.”( “Buyruk”, Hazırlayan: Fuad Bozkurt, İstanbul, 1982, s. 49)

İmam Cafer Buyruk metinleri hakkında Ortodoks(Caferi) Şiiler görüşlerini,

“Anadolu’da yaygın olarak bilinen (bu) eserin İmam Sadık ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu tamamen İmamın şöhretini kullanmak isteyen köylü kurnazı diyebileceğimiz zihniyetin ürünüdür” biçiminde ortaya konulmaktadır.

Oysa daha önce açıkladığımız gibi, bir Hanefi Sünni olan Abdülvahid Hanifa Kadiri ise yazısında onlar için:

“Şiiler, bugün ellerinde bulunan İmamı Caferi Buyruğu’ adını taşıyan kitapla, İmam Caferi Sadık’ın doğrudan kendisini izledikleri planını kurmaya girişmişlerdir”

diye yazmaktadır. Her iki görüş de doğru değerlendirmiyor Buyruk’u. Çünkü yansız, nesnel olamıyorlar; sadece kendi inançlarının ölçütlerini kullanıyorlar.

Alevi-Bektaşilerin kutsal bildikleri ve içindeki erkanı (kuralları) tapınma törenleri olarak uyguladıkları “Buyruk” metinlerinin, Şii ve Sünni yazar ve araştırmacılarının ısrarla vurguladıkları gibi, İmam Cafer Sadık’la bir ilgisi yok mudur? Kuşkusuz, hepsinin doğrudan İmam’ın sözleri ve buyrukları olduğunu ispatlayacak kanıtlara sahip değiliz. Ama bu demek değildir ki, İmam Cafer Sadık ile ilgisi yoktur. Bazı Buyruk metinlerinin başında “bu Buyruk tümüyle İmam Cafer Sadık’ın sözlerinden oluşur” yazılı olması bir abartıysa da, doğrudan onun sözleri olduğu belirtilen yirmiden fazla paragraf bulunması ve kendisinden rivayet edilen çok sayıda ayet ve hadis geçmesi ve onların Batıni yorumları (tevil) asla göz ardı edilemez. Aşağıda Buyruk’un ne zaman hangi siyasal koşullarda, kimler tarafından hazırlandığı ve (Batıni) kaynakları hakkında, daha önceki yaptığımız çalışmalar ve yeni araştırmalarımızla saptadığımız bilgilerden bir özet vereceğiz. ..

Aleviler arasında Menakıbname, Büyük Buyruk, İmam Cafer Buyruğu, Şeyh Safi Buyruğu, Fütüvvetname, Menankıb-ül Evliya vb. olarak bilinen Buyruk’un bilinen en eski nüshası 1607-8 yılında, Bisati adında bir kişinin kopya edip, Menakıb-ül Esrar Behcet-ül Ahrar (Sırların öyküsü, özgür insanın sevinci) adıyla düzenlediği yapıttır. Ama daha eskisi ele geçmedi diye, Cahit Öztelli’nin, “Besati tarafından yazılmış, sonraları Şah İsmail’e mal edilmiştir” diye kesin yargıya varmasının (ki bu yargıyı daha önce Abdülbaki Gölpınarlı vermişti) nedeni olamaz. (Cahit Öztelli, Pir Sultan’ın Dostları, İstanbul-1984, s.282) Dönemi çok iyi incelemeden ve Kızılbaş Safevi siyasetini bilmeden böyle bir yargıya varılması doğru değildir. Kaldı ki, Öztelli gibi Alevi-Bektaşi ozanlarını iyi tanıyan Anadolu’da Aleviler arasında derlemiş olduğu şiirlerinden antolojiler düzenlemiş bir kişinin, Besati’nin nüshasının yazılışından 50-60 önce yaşamış ozanların şiirlerinde Buyruk’tan söz ettiğini görmesi gerekirdi.Yalnızca Pir Sultan Abdal’ın değil, gerek Kul Himmet’in ve gerekse Şah Hatayi’nin pek çok nefesinde Buyruk’taki “Musahiblik, Dar ve Düşkünlük vb.” kurumlarına ilişkin ilkeler aynen yer almaktadır. Özellikle Hatayi’nin, doğrudan “mürşidlerin Buyruk açmasından” söz ederek, yol bozgunu küstahların işledikleri kusurlardan ötürü düşkün sayılma durumları ve bağışlanmaları için neler yapmaları gerektiğini anlatan şiiri, Buyruk’taki ilkelerle karşılaştırılabilir. (İsmail Kaygusuz, Dar ve Pirleri, İstanbul-1993, s. 50-53)

Bizde bulunan 1776, 1813 ve 1837 yıllarına ait 3 elyazmasından İrfan Çoban tarafından Türkçe yazıya çevrilmiş Buyruk versiyonları da, kopya eden yazıcının hayal gücü, dinsel ve tarihsel bilgisi oranında kendine özgülük kazanmış ve düzene sokulmuş görünüyor. Ayrıca Mahmud Efendi’nin kaleminden çıkan “Mahmudiye”, bir diğeri Haza Kitab-ı Dürr-ü Meknun (Gizli İnci Kitabımız), Molla Hüseyin’in kopyaladığı ise “Şeyh Safi Buyruğu” adını almıştır.

Bir diğer örnek olarak Mehmet Yaman’ın “Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu” (İstanbul, 1994, s.118-154) derlemesine aldığı “Küçük Buyruk” verilebilir. Bu adı veren elyazmacı (müstensih) Seyyid Abdülbaki Efendi inananlara hitaben mektup biçiminde yazdığı metin Buyruk içindeki konuların özetidir.

Yine hicri 1180’de (1766) yazılmış olan Haza Kitab-ı Dürr-ü Meknun (Gizli İnci Kitabımız) adıyla elyazması Buyruk metnini hazırlayan kişi, Alevi ahlak ve inancı, tapınma biçiminin kuralları, yani Cem Edeb-Erkanı’nı kendi biçimsel yorumuyla vermiş. Teatral bir hava içerisinde kutsal kişileri konuşturmaktadır. Çoğu İmam Caferi Sadık ile Şeyh Safi arasındaki diyalog biçiminde olmak üzere, Muhammed, Ali, İmam Bakır, Hızır, İmam Zeynel Abidin, İmam Muhammed Taki ve dört melek vb.dir. Hak mihmanı olarak nitelenen Şah Hatayi Cemin rehberidir. İmam Bakır Sultan ise ahiret rehberi görünmektedir. Abı hayat çeşmesi ve kutbu alem Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir. Ayrıca Elyazmasında Şah İsmail Hatayi (1500/2-1524), Şah Abbas I (1587-1628) ve Şah Safi’nin (1629-1642) adları geçmektedir. Belli ki elyazmacı bunu, Şah Safi döneminden kalan bir nüshayı göz önünde tutarak hazırlamış.

Çeşitli adlar altındaki Buyruk’ların hiçbirinin de ilk kez İmam Cafer’in kendisi tarafından yazılmış olduğu kabul edilemez. Özde elbette ki onun düşünce ve ilkelerinin Türkçe’de yansımasıdır. İmam Cafer Buyruğu, geleneksel -ama bir siyaset gereği- bir adlandırma gibi kabul edilebilir. Ancak Anadolu’da Kızılbaşlığın yükselmesi ve asıl Şah İsmail ve onu yaratmış olan Kızılbaş Türkmen çevrenin, Alevilik özyönetimini bütün Cem kurumlarıyla birlikte iktidara yönlendirme olan Kızılbaş siyasetinin parçası olduğu da gözden kaçmamalıdır. Çok büyük bütünleştirici işlevi olmuştur.

2. a “Buyruk”un Hazırlanışı, “İmam Cafer Heyeti” ve Kızılbaş Siyaseti

Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ındaki ilkelerin tümü Buyruk’un kapsamı içinde bulunmaktadır. Bize göre, genel olarak “İmam Cafer ya da Şeyh Safi Buyruğu” olarak adlandırılan ve Alevi-Bektaşiler arasında sadece “Buyruk” adıyla tanınan, kopya edilirken değişikliklere uğratılmış, eklemeler-çıkarmalar yapılmış durumda günümüze kadar gelmiş olan, bu inanç toplumunun toplu tapınması Görgü Cemi’nin biçimi ve düzenini, Muhammed-Ali yolunu ve ilkelerini anlatan ilk metin, bizzat Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun gözetim ve yönlendirmesiyle hazırlanmış. Genç ve bilgili büyük ozan Şah Hatayi’nin de katkılarıyla birlikte, “Şah” ve “Mürşid-i Kamil”(İmam) olarak da onun onayından geçmiştir.

Bu Kurul, Şah İsmail’i Gilan’da sakladıkları dönem içinde(1494-99) Kızılbaş Türkmen dede-begleri tarafından kurulmuştur. İnançları gereği mürşid-mürid ya da pir-talip ilişkileri içinde “Ehl-i İhtisas” adı altındaki bu yedi kişilik kurul-heyet “lala, dede, abdal, hadim (hizmet gören), halife, halifat al-hulafa (halifeler halifesi) vb.” üyelerden oluşuyordu. Daha sonra 1501-2’de Kızılbaş Safevi devletini kurup Şah İsmail’i başa geçiren kurul “Lalalığı” kaldırarak onun yerine, Şah İsmail’in hem padişah olarak dünyasal, yani siyasal iktidarının hem de “Mürşid-i Kamil” ya da İmam olarak inançsal vekillik kurumu olan “Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun”u oluşturdular. Devletin bu en yüksek kurumunun başına Şamlu Hüseyin geçti. Böylece Kızılbaş Şamlu Türkmen beyi Şah İsmail’in alter ego’su, yani ikinci kişiliği olmuştu. (R.M.Savory, The Cambridge History of Iran , Vol. VI, s.357-359’dan aktaran İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Alev Yayınları, İstanbul-1996, s.199-207)

Kuruluşundan beri bu Kurul Kızılbaş İhtilali konseyi gibi çalışırken, bir yandan da siyaset üretiyordu; Halifeler Halifesinin Anadolu, Suriye, Azerbaycan, İran’da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine gönderdiği halifeleri aracılığıyla Ortodoks İslam (Sünni ve Şii) dışındaki Oniki İmamcı Alevi-Bektaşi ve Ehli Hakçı, Hurufi ve özellikle İsmaililer gibi, Sünni yazarların heretik (Rafızi) dedikleri heterodoks İslam topluluklarıyla iletişim kurulmuş siyaset ve bilgi alışverişi yapıyordu. Bir kere Alisoylu Safevi hanedanının ve büyük Şeyh olarak Erdebil Dergahının kurucusu Şeyh Safi’nin Sünni olmadığı, çevresindeki Sünni hükümdarlara kendisini öyle gösterdiğine, Anadolu Alevi Türkmenlerine inandırılması gerekiyordu. Ayrıca Şah Hatayi’nin de birçok nefesinde övdüğü yücelttiği ve ona candan bağlılığını söylediği Hacı Bektaş Veli gibi, Şeyh Safi’nin de ermiş velilerden olduğunu vurgulamak ve Erdebil’i çekim merkezi yapmaktı amaç. Bu başarılmıştır. Bir örnek vermek gerekirse:

Bizim elimizde bulunan 1837 tarihini taşıyan “Şeyh Safi Buyruğu” kopyasında Şeyh Safi hakkında bilgi verilmekte ve bir Veli olarak kutsanmaktadır. Ayrıca Şeyh Safi ile ustası Gilanlı Şeyh İbrahim Zahidi arasında geçtiği anlatılan iki keramet, Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi’den (Vilayetname) aynen alınmış ve bu kitapta Yunus Emre ile şeyhi Tapduk Emre ve Hacı Bektaş ile Akçakoca arasındaki olaylar biçim ve öz olarak sonuçlarıyla birlikte Şeyh Safi üzerinde yinelenmiştir.

Büyük olasılıkla, Ehl-i İhtisas kurulunun önemli üyesi “Halifeler Halifesi” başkanlığında (Belki Dede ve Abdal üçlüsünün) oluşturduğu bir komisyon, ilk Buyruk metnini hazırladı ve sonra Kurul’dan geçirildi. Bu varsayımı Kul Himmet’in bir şiirinde kullandığı bir söyleme borçluyuz.

Şeyh Safi’nin İmam Cafer Sadık’tan esinlendiğini ve Buyruğu’ndaki sözleri ondan aldığını ve hatta İmam Cafer’in mührünü taşıdığını şiirlerinde ifade eden Safevi soylu Dede Kul Himmet bu propagandaya büyük katkıda bulunmuştur:

Erdebil’den gelince Rum’a
Sözümüz bizim didardan gelir

Şeyh Safi Buyruğu’n eyledim kabul
Sözü onun daim Cafer’den gelir

Makalatın ahiri cemalatın zuhuru
Şeyh Safi’ye değiptir İmam Cafer mühürü

Kul Himmet [9] 73/1563 yılında yazmış olduğu şiirde, “İmam Cafer Heyeti” diye adlandırdığı, Kızılbaş Safevi devleti yöneticileri eski “Ehl-i İhtisas” yüksek kurulunun “Halifeler Halifesi”nin başkanlığındaki bir alt komisyon olmalıdır. Şiirlerindeki Buyruk’a ilişkin bilgiler bize, sonraları Kul Himmet’in heyette yer almış olabileceğini de düşündürüyor. Kul Himmet bu şiirinde, Şah vekili Şamlu Hüseyin Hanı öldürtüp Ehli İhtisas’ı dağıtan ve İranlı Ortodoks Şiilerin eline düşen Şah Tahmasb’ı (1524-1576) dolaylı olarak eleştirmekte; asıl onların (Ehl-i İhtisas Kurulu ve İmam Cafer heyetinin) söylediklerine kulak veriniz diye karşı propaganda yapmaktadır. Ancak tıpkı Pir Sultan’ın birçok şiirinde yaptığı gibi, kapalı ve simgelerle vermektedir düşündüklerini:

Eğer candan sever isen sen beni
Eğlen uçup gitme der güle bülbül
Senin mekanın benim kalbim evidir
Vücudum şehrine kona der bülbül
……
İmam Zeynel içti abu hayatı
Muhammed Bakır’a ver saadeti
Dört kitapla İmam Cafer heyeti
Yetmiş üçte mümin kula der bülbül
(=73, hicri 973’ün kısaltması, İ.K.)
……
Kul Himmet dilinden güherler saçar
Geçer şu mahluğun eyyamı geçer
Mümin olanlara rahmetler saçar
Dünya baki değil fena der bülbül

1990’lı yıllarda kaleme aldığımız “İmam Cafer Buyruğu’nun Hazırlanışı ve Kızılbaşlık Siyaset” başlıklı makalemizde şu yargıya varmıştık:

“Yine çeşitli Buyruk versiyonlarından anlaşıldığı üzere, asıl Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı Buyruk kitabına kaynaklık etmiş ve onun özünü oluşturmaktadır. Tersinden de olsa bunun ilk farkına varan, Makalat’ı ilk kez yeni harflerle yayınlamış olan Sefer Aytekin’dir. O İmam Cafer Buyruğu’nun daha önce yazılmış olduğunu düşünmüş olduğundan:

‘Bu kitap da (Makalat’ta İ.K.); Hacı Bektaş Veli’nin bağlı olduğu İmam Cafer Sadık Yolu’nun ve Bektaşiliğe esas olan bazı prensip ve düşüncelerin yer aldığı açıkça görülmektedir. Mesela: Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat yollarını ayırması; adem oğullarını, abitler, zahitler, arifler, muhibler diye ayırması…’ biçiminde kısaca değinmiştir. (Hacı Bektaş Veli, (Haz. Sefer Aytekin), Makalat, Tarihsiz-Emek Basım, Ankara, s.15)

“Bize göre de Ehl-i İhtisas’tan, olasılıkla Halifeler Halifesi, Dede ve Abdal üçlüsünün hazırlatmış olduğu Buyruk, Hacı Bektaş’ın Makalat’ı, Vilayetname ve bugüne ulaşmamış diğer yapıtları temel alınarak yazılmış, Alevi-Kızılbaş Cem kurumları, adab erkanı biçim ve ilkelere bağlanmıştır. Kuşkusuz İmam Cafer’in Kur’an yorumları ve risalelerinden de yararlanılmıştır. Ayrıca yol ve mezhep olarak İmam Cafer adında birleşerek İranlı Şii halkla yakınlık, uyum sağlama siyaseti de güdülmüştü.”

“Halk Türkçe’siyle hazırlanmış Buyruk kitabı, Anadolu Aleviliğinin şanlı bir tarih sayfasını oluşturan Kızılbaşlık siyasetinin propaganda ürünüdür. Öte yandan Balım Sultan’ın (dil olarak) Osmanlı kentlerine yönelik Alevi-Bektaşi Erkanname’si de bu siyasetin dışında değildir ve ona hizmet etmiştir.”( İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, s. 210-211)

2. b İsmaili-Kızılbaş İlişkileri ve Buyruk’un Batıni Kaynakları

Özde bu düşüncemiz değişmemiş olmasına rağmen, eksik olduğunu İsmaili Aleviliğini ve kaynaklarını inceledikten sonra gördük. Zaten bir Batıni dai’si olan Hacı Bektaş da Makalat’ını onlardan kaynaklanarak yazmıştır. Burada Buyruk’un hazırlanılması sırasında yararlanıldığını düşündüğümüz bazı Batıni İsmaili kaynakları ve kısa örneklemelerle yetinmek durumundayız. Kuşkusuz kısa da olsa İsmaililerin, Kızılbaş Türkmenler ve Safevi yönetimiyle toplumsal ve siyasal ilişkilerinden de söz edeceğiz.

Baştan şunu belirtelim; İsmaili kaynakları aracılığıyla günümüze ulaşan bazı bilgilerin temelindeki gerçek şudur: Kızılbaş Safevi Devletinin kuruluşundan, İranlı feodal aristokratların Şahların çevresinde kümeleşip, Ortodoks Şiiliği devlet dini yaparak Batıni sufiliği yönetimden uzaklaştırıncaya kadar Kızılbaşlar, İsmaililerle birlikte hareket ettikleri gibi, Şah Abbas I’in ölümünden (1628) sonra başlayan Kızılbaş ve sufi kıyımlarında da yaşamları biribirine karışmıştır. Aynı ilişkinin Anadolu’da da sürmüş olması, olasılılıkların ve kuşkuların ötesindedir.

Yukarıda önemle sözünü ettiğimiz yedi kişilik Ehl-i ihtisas kurulu İsmaililerdeki Baş Dai’ler (du’at) kurulu ve Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun adıyla kurulan Şah’ın alter ego’su (ikinci kişiliği) olarak onu temsil eden vekillik kurumu, İsmaililikte İmamın dış dünya içinde vekili ve onun kadar saygı duyulan ve hatta satr (gizli) dönemlerde inananlar arasında bizzat kendisi olarak bilinen (önceleri Hicab) Huccet‘ten esinlendiği açıktır; yeni yaratılmış değildir. Şah İsmail dahi, Batıni İsmaili inancındaki bütün İmamların da Ali’nin mazharı olduğu, başka bir söyleyişle İmam Ali’nin don değiştirip, kişiliğine büründüğü zamanın İmamı olarak algılanmıştır. Yine Ehli İhtisas kurulundan halifeler halifesi, İsmaili hiyerarşisinde Huccet’ten sonra gelen ve Dai’lerin bağlı bulunduğu Dailer Daisi’ni karşılamaktadır. Bütün bunlar rastlantısal değildir. 15.ve 16.yüzyıl İsmaili İmamlarının gizli olarak yaşadığı bölge Gilan çevresindeki Kahek ve Şehr-i Babek gibi sarp ve korunaklı yerleşim yerleridir.Daha sonraları İran’ın merkezine yakın Anjudan’da gizlenirler.

Ehli İhtisas kurulundaki Kızılbaş Türkmen dede-beglerinden bazıları Şah İsmail’in babası, Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyd’den beri Safevi ailesine hizmet vermekteydiler. 1493-1499 yılları arasında Şah İsmaili eğitip yetiştiren bu kişiler hiç kuşkusuz İsmaili İmamları Mustansir Billah II (1463-1475), Abdusselam (1475-1493) İmam Garip Mirza (1493-1496) ve Abuzar Ali Şah’ın (1496-1509) Huccet ve Dai’leriyle sıkı ilişki içindeydiler. Devlet kurulduktan sonra artık ardıl imamlarla doğrudan ilişkileri vardır.Yönetimin İsmaili fedailerinden bir askeri birliğe sahip olduğu ve Şah İsmail onları Özbeklerle yaptığı savaşlarda kullandığı bilinmektedir.

Dahası İsmaili İmamlarından Nureddin Ali, diğer adıyla Nizar Ali Şah (1516-1550) Şah İsmail’in kızlarından biriyle evlilik yapmıştı. Safevi sarayında 30 yıl Tahmasb’a (1524-1576) hizmet veren önemli bir İsmaili daisi ve ozanı ve İmam Murad Mirza (1509-1514) ve Nureddin Ali (1516-1550) hakkında yazdığı övgü ve tanıtıcı şiirleriyle tanınan Kasım Amiri (ö.1591), yönetime egemen olan Ortodoks Şiiler ve özellikle Tahmasb’ı etkileyen tanınmış Şii din bilgini Hilli Hasan bin Yusuf’un teşvikiyle dinsiz ilan edilerek 1565 yılında gözlerine mil çekilmiştir. 1591 yılında da Şah Abbas I (1588-1628) tarafından öldürtülmüştür. (Abu Baqi Nihawand, Ma’athir’i Rahimi, Calcutta, 1931, vol.3, s.. 1506)

Bu gösteriyor ki, Kızılbaşlar yönetimde etkili oldukları sürece iyi yetişmiş; zamanın her türlü bilgileriyle donanmış ve Şeriatı bir bir Şii’den ve Sünni’den daha iyi bilen bu çok bilgili İsmaili dai’ler de onların çevresindedir. Ve sanıyoruz ki bunların, Buyruk hazırlayan “İmam Cafer Heyeti”ne doğrudan ya da dolaylı katkıları olmuştur. Buyruk metinlerindeki Pir, mürşid, kutub vb. deyimler 16. yüzyılın başlarına kadar Anadolu Alevi-Bektaşi-Kızılbaşları arasında bilinmiyordu, Buyruk’la birlikte girdi. Buyruk’a ise, İsmaili İmamı Absusselam (1475-1493) zamanında onun isteği ve katkılarıyla hazırlanan ve Huccet-i Samit (konuşmayan-sessiz huccet ya da İmam vekili) sıfatıyla İsmaili Alevi topluluklarına görevli dai’ler aracılığıyla gönderilen Pandiyat-i Civanmerdi kitabından girmiştir. Kitap, gerçek inananlara ve cömertliğin/yiğitliğin örnek erdemlerine ulaşmayı araştıranlara öğütler içeriyor ve üç bölüm halinde (Büyük Pandiyat, Küçük Pandiyat ve 12 Civanmerdi ) hazırlanmıştır. Ayrıca içinde Abdusselam’ın birkaç fermanı bulunmaktadır. Bu kitap inananlara ahlak, insanlık, doğru davranış vb. üzerinde öğütlerle bilgi veriyor, eğitiyor. İmamın kendisi ve hüccet, Pir, Mürşid ve Kutb olarak sıfatlandırılırken, İsmaililer, ehl-i Hakk ve ehl-i Hakikat gibi terimlerle adlandırılıyor. Bu kitap Hindistan’da yetkili bir Pir yani ve Huccet’miş gibi saygı görmekte ve Yarkand, Gilgit, Hunza, Çitral, Bedehşan ve İran’da okunmaktadır.

Abdusselam Panj Sukhan-i Hazarat-i Shah Abdus Salam adında müminler için 30 sayfalık eğitici öğütler daha yazmıştır. Bu, risaleyle birlikte ve İmam Garip Mirza’nın ( 1493-1496) İsmaili dava örgütlenmesinde yaptığı değişiklikleri içeren fermanları da dai’lerin elindedir.
Bu yeni dava örgütlenmesinde büyük katkısı olan Kuhistan’ın Muminabad kentinden baş Dai’lerden Abu İshak’ın, Kutb’un (İmamın) ve Pir’in (Hüccetin, İmam vekilinin) kutsallığı ve yetkilerinin tanıtmayı ve İsmaili inanç yoluna ilişkin öğretici tartışmaları içeren Haft-i Bab (Yedi Bölüm ya da kapı) kitabı çok önemli bir örnekti Buyruk hazırlayan kurul için. Bu kitap, 1200 yılında Alamut Kıyamet (Yeniden diriliş) dönemi İmamlarından Alaaddin Muhammed II’nin (1166-1210) buyruğu ve koruması altın Kuhistan dai’si (bir diğer) Abu İshak tarafından hazırlanmış Haft-i Bab-ı Baba Seyyidna’nın ( bkz. Kitabın çevirisini içeren aynı adı taşıyan yazımız; www.alewiten.com/Kimlikler/İsmaililer) o günün gizlenme koşullarına uygun yorumu olarak yol göstericilik görevini üstlenmiştir. Ama bunun arkasından yine bir baş dai tarafından, 16.yüzyılın ortalarına doğru İmam Cafer Buyruğu ile karşılıklı etkileşim içinde ve o dönemde oluşturulmuş kavramlarla Khayri Khwa Herati’nin (ö.1553) hazırladığı Kelam-ı Pir, İran’daki diğer Sufi akımlarını da etkileyecek daha genişletilmiş yorumlarla ortaya çıkacaktır.
Pandiyat’tan alınmış şu küçük paragraf, Buyruk’ta musahib olanların ve talibler/müridlerin birbirlerine karşı davranışları ve ilişkilerindeki sevgi ve paylaşımı anlatan pasajlarla rahatlıkla karşılaştırılabilir:

“Gerçek inanan kimse, din kardeşine yardım eden; onunla yiyeceğini, sevincini ve üzüntüsünü paylaşan, sözde ve işte onunla birlikte olan ve ona karşı asla kalbinde herhangi bir kin ve düşmanlık taşımayan insandır. Eğer biri karnını doyuruyorsa, diğeri de doyurmuş olmalı. Biri aç kalıyorsa, öbürünün de aç kalması gerekir. Eğer bir kimse bazı şeyler yiyorsa, diğeri de arkadaşının yediği şeyleri paylaşmalıdır.” (Pandiyat-i Jawanmardi, s. 56)

Hiç kuşkusuz Musahiblikle ilişkin kurallar, ikrar veren talibin Pir eteğini tutmakla ikinci kez dünyaya gelişi, yol oğlu gibi söylemler, ilk Proto-İsmaili dailerinden Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab al-alim wa’l-Ghulam (Bilgin ve Öğrencisinin El Kitabı)” adı altında yazdığı, İsmailiye inancına girişin “yeni bir isimle, ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımladığı yapıttan, İmam Cafer Heyeti’nin ilişki kurduğu dailer aracılığıyla Buyruk’a girmiştir.

Buyruk metinlerinde geçen dünyanın yaratılışı mitosu: Tanrının yaratıklarının günahlarına öfkelenip terlemesi, o terden yeşil (ya da apak) bir derya oluşması; deryadan dışarı düşen bir cevherden Muhammed ile Ali’nin nurunu yaratması ve bunu yine nurdan kubbeye koyması; Tanrının dünyayı yaratmadan yüz binlerce yıl önce Muhammed’in ve Ali’nin ruhunu yaratmış olması.vb. gibi betimlemeler 8.yüzyıl başlarında İmam Bakır’ın çevresindeki Mugirilere kadar inmektedir

Al-Mugire’ye göre:

“Tanrı kendi yüce adını seslendirdi. Bu ad uçan bir kuşa dönüştü ve başına konmak için hemen bir taç biçimi aldı. Bundan sonra Tanrı, sağ eli üzerinde yazılı bulduğu levhada inananların işleri üzerine eğilecektir. O, insanların yorumladıkları günahlar hakkında büyük bir öfkeye kapılacak ve bol bol terlemeye koyulacaktır. İşte bu tanrısal terden, biri acı sulu, diğeri tatlı sulu iki deniz doğmuştur. Tatlı sudan ışıklar, tuzlu-acı sulardan ise karanlıklar oluştu. Bakışlarını ışıklar denizine daldıran Tanrı, içinde kendi gölgesinin farkına vardı. Güneşi ve ayı yapmak için denizden bu gölgenin cevherini topladı. Sonra bu gölgenin geri kalanını, ‘Benden başka bir Tanrı olmamalı. Bir Tanrı varsa o da benim.’ diye bağırarak ortadan kaldırdı. İşte yaratıklarına biçim vermesi bu ışık denizlerinden sonradır; inananları yaratması da ışık denizinden sonradır. Tanrının bunların içinden yarattığı ilk şey (ruhları) gölgeleriydi. Ve yaratılan ilk gölgeler de Muhammed ile Ali’ninkiydi. Onların ortaya çıkışı, zuhuru bütün insan cinsine öncülük etti. Sonra Tanrı göklere, yeryüzüne ve dağlara imamlık emanetini taşımalarını önerdi.” (Al Shahristani, al Milal, s.294-295)

Batıni yaratılış mitosunun bu ilk versiyonu Hattabilerin Ummu’l Kitab’ında ilk yaratılan “beşler ışık (nur) kümesine”, yani Ehlibeyt beşlisine dönüşerek farklı çeşitlemeler halinde Buyruk’a kadar ulaşır.

Buyruk’ta geçen ve genelde yaratılış mitoslarına kaynak olan, Muhammed’in “Allah’ın ilk yarattığı benim nurum ve ruhumdur ve Allah’ın ilk yarattığı benim aklımdır… Ruhlar alemi benden dal budak salmıştır” hadisinin daha etkili bir varyantını Nasıruddin Tusi’de ( Rawdat al-Taslim/La Convocation d’Alamut, Çev. Christian Jambet, Paris, 1996, s.328) buluyoruz:
“Muhammed, ‘Adem daha su ile toprak arasındayken ben Peygamber idim’ diye buyurdu.”

Buyruk metinlerinde geçen namazın, secdenin, abdestin, boy abdestinin, hac ziyaretinin ve diğer Şeriat koşullarının Batıni yorumları, tamamıyla Nasıruddin Tusi’nin (1201-1274) Rawdat al-Taslim (Teslimiyetin Bahçesi) adlı Farsça yapıtından süzülüp sadeleşerek gelmiştir. Kitabın Fransızca çevirisinin son bölümlerindeki “Exégése spirituelle de la purification rituelle (Ritüel temizlenmenin (abdestin) ruhsal (içsel, Batıni) yorumu” (s.330-332), “Exégése spirituelle de la profession de foi et de la priére (İmanın ve namazın Batıni yorumu)”(s.332-333), “la profession de la priére (Namazın (ayakta durma, rüku ve secde durumlarının) Batıni yorumu)” (s.338-340), “Exégése spirituelle du jeune et pélerinage (Orucun ve haccın Batıni yorumu)” (s.340-342) gibi alt başlıklar altındaki metinler incelendiğinde benzerlikler görülecektir.

Yine Buyruk metinlerinde birkaç yerde geçen Peygamber’in Ali’yi ardıl olarak seçtiği Ghadir Khum olayı ve Ali hakkındaki hadislerin Batıni yorumları, Nasıruddin Tusi’nin yapıtındaki (s.327-329) yorumlardan farklı değildir.

Abdest alma örneğini ele alırsak, N. Tusi diyor ki:

“…ritüel temizlik (abdest-boy abdesti) eski gelenek ve dinlere elveda etmek, yani onlardan vazgeçmek olduğun anlamına gelir. (s.330) İnsan bedeninin yüzeyi su ile tam olarak temizlenip paklandığı gibi, kötülüklerin temsilcisi (olan) ve içtenliği etkileyen-kirleten pisliklerden iç dünyamızı oluşturan ruhun da paklanması gerekir; burada suyun görevini bilim-bilgi yapar. (s.333) Toprak kuramsal bilginin, su ise eğitim-öğretimin simgesidir. (s.215)

İmam Zülfikar Ali (1514—1516) ve Nureddin Ali (1516-1550) zamanında yaşamış ve Herat Sultanı Hüseyi Ghuriyan’ın oğlu Horasan ve Afganistan Baş Dai’si olan Khayri Khwah Herati’nin Kelam-ı Pir yapıtında ise,
“…abdest almak, İmam’ın bilgisine dönüş yapmak, ona yönelmektir; çünkü su, Batıni yorum (tavil) aşamasında Hakikat biliminin simgesidir” diye geçer. (Kelam-ı Pir: A Treatise on Ismaili Doctrine, yayım: W. Ivanow, Tehran, 1961, s.52-102; Farsça tekst, s.94)

Çeşitli Buyruk metinlerinde ise şu tanımlara rastlıyoruz:

“…şeriat abdesti su ile olur, tarikat abdesti Pir elinden biat etmektir, yani ondan gelen bilgi ve buyruklara uymak, kabul etmektir. Marifet abdesti, nefsini bilip Tanrıyı tanımak. Sırrı Hakikat abdesti ise kendi ayıplarını görüp, sair kimselerin aybını örtmektir.”
“…Tarikat cünübü (Şeriatta abdestin ihtilam ya da cinsel ilişkiyle bozulması) Pir’sizlik ve ikrarına yalan çıkıp ahdini bozmaktır.”
“Erkanın abdesti varlığından el çekip meydanı bilmek; yani tüm varlığını meydana koyarak Pir’ine-Mürşid’ine teslim olmaktır…”

Pirin ve Mürşid’in yerine İmam’ı koyarak, adlarını verdiğimiz ve diğer batıni kaynaklar-yapıtlar tek tek ele alınıp incelenir ve Buyruk metinleriyle karşılaştırılırsa yüzlerce benzer paragraflar bulunacaktır. Kaldı ki zaten Pandiyat-i Civanmerdi’den itibaren, Pir ve Mürşid İmam vekiline (Hüccet) denildiği kadar, İmam yerine de kullanılmaktadır.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*