NAGUALİZM BAĞLAMINDA ŞAMANİZM VE IRKÇILIK

NAGUALİZM BAĞLAMINDA ŞAMANİZM VE IRKÇILIK

semanizim-irkcilik.jpgHasan Hüseyin Mert

“Nagualizm, İspanya öncesi Meksika büyücülerinin kendi inanç sistemlerine verdikleri isimdir. (…)

(…) günlük algımızı değiştirmek için tasarlanmış, sıra dışı bir ilginin fizik ve ruhsal görüngülerini üreten, bir grup tekniğe dayanır. (…)

Nagualizm, dinimize ya da bilimimize benzer biçimde, binlerce yıl boyunca toplumsal kabul gören bir uygulama oldu. Zamanla, uygulayıcılarının Toltek adını aldığı, bir felsefi önerme türü olarak, soyutlama ve sentezle postulatı gelişti.

Toltekler genel olarak bizim anladığımız gibi büyücüler değildirler, yani doğaüstü güçlerini başkalarına zarar vermek için kullanan bireyler değiller, onlar daha çok bilincin kompleks görünümleriyle ilgilenen son derece disiplinli kadınlar ve erkeklerdir.
Carlos, kitaplarında, nagualların bilgisini zamanımıza uyarlamak için, onu kırsal havasından çıkartarak ve Batı kültüründen insânlar için kabul edilebilir kılarak ustalıklı bir çaba gösterdi. Don Juan’ın Öğretileri ile başlayarak, sürekli bir çaba içinde, kontrol ve disipline sahip olmaya dayanan savaşçı yolunun ya da kusursuz davranış yolunun ilk ürünlerini ortaya koydu. (…) (Büyücüler Devrimi- Armando Torres )

Dünyânın dört bir yanında izlerini bulabileceğimiz, insânın evren ile dolaysız ilişki pratiği olan şamanizm, insânlık tarihi kadar eskidir; bu kadim bilgi yönteminin bir parçası olan nagualizm, felsefi önermelerini daima çağın tonalına uygun biçimde geliştirmiştir. Türkiye´de “şamanizm”e bulaşan kimi gerici ırkçı kesimlerin giderek “nagualizm”e de bulaşmaya başlaması dolayısıyla, nagualist bilginin öncü ve öncüllerini referans alarak, birkaç noktayı nagualizm bağlamında açmak elzem olmaya başladı.

Carlos Castaneda, ustası Don Juan Matus´un, “İnsânlığın genel durumunun korkunçluğunu, özellikle birtakım grupların sadece saklı bir ırkçılık biçiminde varlık gösterdiği üzerinde durarak (…)” (Büyücüler Devrimi) açıkladığını söylüyor.

İnsânlığın bu genel durumunun korkunçluğundan, aslında hiç de “saklı” olmayan, bariz bir biçimde, Türkiye´nin kendi payına düşeni fazlasıyla aldığını söyleyebiliriz. Tabii bu barizlik herkes için bu kadar açık olmayabilir, nihayetinde bu da bir farkındalık meselesidir.

“Biz Arap dininden değil, Türk dinindeniz; o da şamanizmdir.” türünden popülist/ırkçı düsturlardan yola çıkan ırkçılığın, şamanizme ilgisi; kendisine ideolojik bir yatak yaratmak gayreti olduğu kadar, tıpkı futbola olan ilgisinde olduğu gibi, basit ve güncel bir gerekçeye; kitlelerin manipülasyonuna dayanıyor. Amaç ne şamanizmdir, ne de futbol; içinde olunmaya çalışılan alan, sadece kitle manipülasyonu için uygun bir ortamdır. Amaç manipülasyon olunca, bunun hangi araçlarla ve hangi alanlarda yapıldığının, yapanlar açısından bir önemi yoktur; söylemde sosyalizmden de bahsedilebilinir, şamanizmden de. Hiç kuşkusuz manipülasyon yapılacak alanların/araçların albenili olması, bu kesimleri hazır kitlelerle buluşturduğu gibi, o alana çekilecek kitlenin de kalıcı olması açısından önemlidir.

Carlos Castaneda “Eğer birleşim noktanız sağa doğru giderse, bir Nazi olmanız gerekir! Askeri senaryoları, sağ görüşleri seçmeye başlarsınız (…)” diyordu; “Bununla, sağa, yani tonal bölgeye doğru kayan algı hareketinin, bizi tanımlanmış gerçekliklere inandıran inançlarımız tarafından, önceden doldurulmuş dünya yorumlamamızı katılaştırdığını söylemek istiyordu. Bundan ötürü, gerçek birer fanatik olmaya başlıyorduk.”

Malum, fanatik beylik lafları her vakit tekrarlayan, askeri senaryoları, sağ görüşleri benimseyen, postal hayranı, ırkçı kesimler var. Gerçek dünyânın bir katılıklar dünyâsı olmadığının farkına varmak, en bariz, en gündelik katılıkların aşılmasıyla başlayacaktır. Toltek öğretilerine samimiyetle yaklaşıp, öğretiler ile kendi pratikleri arasında geniş bir açı yaratmak istemeyenler açısından, doğduğumuz ân´dan itibaren pompalanan yorumlamalardan, dünyâya bakışımızı katılaştıran yaklaşımlardan uzak durmak, dikkate alınması gereken bir nokta.

Carlos Castaneda, “bir evcillik koşulu” olarak gördüğü, bir sosyal gruba aidiyetliğe karşı mücadele edilmesini, özgürlüğe doğru atılmış ilk adım olarak görür.

“Her zaman kendiliğinden yürüdüğünü varsaydığımız ve kendi kendimizi alışkanlıkla zorunlu olarak bulaştırdığımız; cinsel rolümüzle başlayıp, ailevi, dini ve yurtsal yükümlülüklerle sonlanan, karşılıklı ilişkilerimizin üzerine, yargı yapıştırmak; yeniden bir olaylar dağını analiz etmemiz anlamına gelir. Amaç yargılamak ya da ne olursa olsun altüst etmek değil. Gözlemlemek, olaylar üzerinde kendiliğinden bir etkiye sahiptir.” (Nagual İle Karşılaşma – Carlos Castaneda)

Büyümeye, gelişmeye aday insân işe gözlemlemeyle başlar. İnsânın hayâtını velveleden kurtaracak tek şey, enerjisini bir sünger gibi masseden olayların ve olayların içindeki kendinin izini sürmektir; olayları gözlemlemek ve olayların içinde yansızca bulunabilmek; bilgi yolundaki daha karmaşık süreçlere bizi hazırlayacak; ve içselleştirebildiğimiz ölçüde, iz sürme, en aşılmaz görülen problemlerin üstesinden gelme noktasında tinimizi bileyecektir.

Bizi en berbat velvelelerin içine çeken şeyler ise; aidiyetliğimizin sarsılmaz kaleleri olan, en geri yanlarımızla örtüşen ilişkilenme biçimleridir. Ve en geri yanlarımız, kendisine aradığı konforu, önceden tayin edilmiş, kutsallık atfedilen ilişkilerde bulur; atfettiğimiz kutsallıkla bizi tutsak eden bu ilişkiler, âdeta bir sahtekâr tarafından, biz farkında olmadan imzalatılmış bir tür ANLAŞMA´dır; her doğan çocuk, içine doğduğu toplumun SÖZLEŞMESİNİ en baştan kabul etmeye zorlanır; ama bu zorlama o kadar günlük hayâtın içine yedirilmiştir ki, kimse kendisine zorla bir senet imzalattırıldığının farkına varmaz.

İçine hapsolduğumuz toplumsal/bireysel duvarların en “güvenlikli” köşeleri, dokunulmazlıklardan, tabulardan, kutsallıklardan oluşur. Ailenin, devletin, vatanın, ırkın, milletin, namusun, mülkiyetin kutsallığı gibi…. Neredeyse doğduğumuz ân´dan itibaren, tıpkı adımızın kulağımıza fısıldanması gibi, kutsallığı kulağımıza fısıldanan anlayışların etrafında kümelenen insânlardan biri olmak, kutsal bir kümeye aidiyetlik, kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. Genelde, ya bizi saran duvarları özgürlüğümüze “tercih” etmişizdir, ya da korkumuzdan o duvarları aşamıyoruzdur.

Ezberimizi bozmaya cesaret edemediğimiz için, bize öğretilen öğrenme biçimi dışında bir başka öğrenme biçimi bilmediğimiz için, bir yerlere ait olmanın bize sağlağdığı güvenlik için; çocukluğumuzdan beri ayağımıza vurulmuş bu prangalardan kurtulamayız. Keza “sürüden ayrılanı kurt kapar” anlayışı, sürünün bir üyesi olmamız gerektiği, kimi zaman ceza yoluyla kimi zaman ödül yoluyla, tıpkı evcilleştirilen bir hayvan gibi bize öğretilmiştir. Aslında bir ceza olarak bizi kapacak muhtemel kurtların ürediği yer, bizzat dahil olduğumuz sürüdür. Ödülümüz ise, bir sürüyle, aynı otlakta bir ömür doldurmanın rehavetinden başka bir şey değildir.

İnsânların en geri yanları, neredeyse daha doğar doğmaz onların kucağına yığılan toplumsal uzlaşılardır, en sıkı sıkıya sarıldıkları bu yanlar, aslında hiçbir zaman bilinçli tercihlerinin bir sonucu değildir. Hiçbir zaman; “Bunlar benim için neden değerli, neden kutsal, neden dokunulmaz?”, soruları sorulmamıştır; gerçekten bu sorular sorulsaydı ve samimiyetle yanıtlar aranmaya çalışılsaydı, tüm bunların; insânın kendini merkeze koyan, ego manyaklığının bir sonucu olduğu anlaşılırdı.

En kötüsü de, bu geriliklerin yeni keşfettiğimiz ve belki de bizi özgürlüğümüze götürecek şeylere bulaştırılabiliyor olmasıdır; yeni keşfedilen şeyler âdeta, peşimiz sıra sürüklediğimiz bu geriliklerle ilişkilendiği ölçüde daha değerleniyor; ve bu yanımız da birileri için çok cazip bir pazar oluşturuyor.

Örneğin, “Tüm insânlığın atasının Türkler olduğu”nu, “Kızılderililer´in Türk olduğu”nu duymak ne kadar çok insânın gururunu okşuyor… Kızılderililer´in Türk olması, birileri için neden önemli? Bu soruyu kendimize hiç sorduk mu? Türk, Arap, Alman, Kürt, Meksikalı vs. olmanın Kızılderili öğretileri bağlamında ne gibi bir işlevi olabilir? “Kızılderililer´in Türk olma”sının tek değeri, bu cümleden nemalanın Türk olması değil mi? Gerçekte bir insân olarak doğulur, ve çevremizdekiler bizi insân olarak doğmuş olmak gerçeğinden uzaklaştırırlar, bizi bir etikete çevirirler, ve biz de yaşımız ilerledikçe, bizi dürten bir şey olmadığı müddetçe, kendimizi o etiket zannederiz…. Dolayısıyla, iradeniz dışında gelişen bir olgudan, mesela Papua Yeni Gine´li olmaktan gururlanıp, toplumsal bir etiketten başka bir şey olmayan bu olgudan ikide bir sevindirik olacak bir şey yoktur. Kaldı ki, seçimini yaptığınız, çabasını verdiğiniz, iradenizle ortaya çıkarttığınız şeylerden gururlanmak da, Kızılderili öğretileri açısından kibirden başka bir şey değildir. O çok cazibeli bulunan Kızılderili öğretileri içinde, gururlanmanın, bir kendini beğenmişlik olduğunu ifade eden bir cümle bulamamış olmak, onca söylenen şeyin arasından, bu duru sonucu çıkaramamış olmak imkansız gibi gözükse de, maalesef bu sonuca ulaşılamayabiliniyor.

Toplumsal SÖZLEŞME´yi yırtacak cesaret gösterilmedikçe, toplumsallaşma adına dahil olunan bayağılıklardan kurtulmadıkça; farkındalığın daha derin eylemlerine girişmek olanaklı olmayacaktır. Toplumsallaşmanın sizi bulaştırdığı bayağılıklar yüzünden; “Kızılderililer gibi yaşamak istiyorum” dediğinizde bile, “çadır”ınızı bu toplumun göbeğine kurmuş oluyorsunuz. En geri yanlarınızın, duruluk, temizlik atfettiğiniz şeylere bulaştırılmasına ses çıkartmıyor, dahası bunun farkına bile varmıyor; ve çoğu kez bunun öznesi bizzat siz oluyorsunuz…

Mesele geri yanların okşanması olunca “Türk” etiketi her albenili şeyin üzerine yapıştırılabiliyor; Kızılderililer de, şamanlık da bu gayretten kurtulamıyor. Dolayısıyla Kızılderililer´e atfedilen hoş şeylerden nemalanmanın bir yolu olarak, Kızılderililerin Türk olduğu iddiğa edilebiliniyor, ya da şamanizmin kıymetinin “Eski Türk dini” olmasında yattığı sanılabiliniyor. Aslında bütün medeniyetlerin Türkler´in eseri olduğu, hatta daha da “evrenselleşerek”; uzaydan gelen Türkler´in tüm bu medeniyet işlerini hallettiği düşünülüyor. Türkler´in uzaydan gelerek insânlığın temellerini attığını düşünenler bile var; ama bu uzaylılar dahil herkesi Türkleştirme gayretinin tarihsel kökleri var; bunlar sadece bir iki insâna ait gerilikler değil. “Sanal şamanizm” etkinliği yürütülen web sitelerinde, insânların kendilerine tatlı masallar anlatıp birbirlerinin sırtını okşayarak uyukladıkları gruplarda, bu tür şeylerin ne kadar rağbet göreceğini tahmin etmek zor olmasa gerek, zira bu gerilikler, bir tarihin mirasçısı olarak, büyük oranda herkese sirayet etmiş durumda.

Gericilik, bulaşıcı bir hastalık gibidir ve genelde toplumların bu hastalık karşısındaki bağışıklık sistemi, bireylerinin geriliği oranında zayıftır. O halde, bir iz sürücü gibi, gericiliğin izini sürmekte fayda var. Gericiliğin izini sürmek için: Gericiliğin neyi savunduğunu değil, neye tepki gösterdiğini, neye itiraz ettiğini gözlemlemeliyiz; zira gericiliğin karakteri tepkisel olmaktır. Gericiliğin kendine dayanak yapmaya çalıştığı tezlerin, aslında kökü olmayan, dönemsel itirazlar, tepkiler olduğunu görürüz. Örneğin, Araplar´a ve İslam´a tepki, “Bizim dinimiz Arap dini değil, Türk dini şamanizmdir.” biçiminde vuku bulurken; köklerinin “dört yüz çadırlık bir aşiretten” gelmesine tepki; “on bin yıllık ari, medeni ve yüce bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millet” olma savunusuna dönüşür. Atalarımızın anadan üryan gezdiğini düşünürsek, “dört yüz çadırlık bir aşiret” ile “tarih başlatmak” da yabana atılır şey değildir aslında! En azından, “ari bir ırk” olamasak da, dokumacılık konusunda ileri olduğumuzu gösterir…

Evlere şenlik bir kuram var ki, bugün olmuş hâlâ bu gerici kuram temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp getiriliyor. Bütün dillerin Türkçe´den geldiğini iddia eden, “Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir.” (heyecana bağlı olarak bu rakam on bine de çıkabiliyor) diyen “Türk Tarih Tezi” ile kol kola yürüyen, “Güneş Dil Kuramı”ndan bahsediyorum. Güneş Dil Kuramı da tıpkı Türk Tarih Tezi gibi bir Atatürk icadıdır, ve Atatürk´ün Türkiye´deki ırkçılığa en büyük armağanıdır.

Pek hatırlanmayan/hatırlanmak istenmeyen, “cumhuriyet”in kafatası şekil ve şemaline önem verdiği 1930´lu yıllarda, bizzat Atatürk´ün çabasıyla geliştirilen Güneş Dil Teorisi, manipüle edilmiş bilimin ve bu “bilim” aracılığıyla kitlelerin manipüle edilme çabasının tarihteki nadide örneklerinden biridir; 1930´lu yıllardan günümüz ırkçılarına miras kalmış bu manipülatif bilim anlayışının, bütün dillerin Türkçe´den geldiğinin söylendiği, diyar diyar gezilip, dünyanın dört bir yanındaki insânlara, “hemşerim aslında sen Türksün” denilen bir dönemin takipçileri, bugün hâlâ Amerikan yerli halklarından, Japonlar´a kadar, herkesin dilinde Türkçe kelimeler arayarak, herkesin Türk olduğunu ilan etme gayreti içinde. Dolayısıyla birileri muhtemelen, “İlle de şamanizm olacaksa bu dünyada, onu da Türkler yapar.” ya da “İlle de uzaylılar gelecekse, onlar da Türkler´dir.” biçiminde düşünüyor olabilir.

Kendisinin üstünlüğünden yola çıkan ırkçılık, her şeyden önce insânların geri yanlarını okşayan unsurları kendine dayanak yapmayı sever. Kendiyle değil de, bir başkasıyla yarışmayı marifet sayan bütün geri anlayışlarda, kişi olarak; “Ben diğerlerinden üstünüm” ya da grup olarak; “Biz diğerlerinden üstünüz.” türünden beylik lafların baş köşede yeri vardır. Siyasi partiler, futbol kulüpleri, dinler, ideolojiler, ülkeler, koca egolu insâncıklar bu beylik laflarla nefes alıp verir.

Birileri için hiç şüphesiz “Türklük” çok değerli, ve zorla da olsa, “uzaylılar” dahil herkese yapıştırılmalı, çünkü bu insânlara göre keramet Türk olmanın kendisindedir. Ötekini ancak kendi ırkınının bir “ürünü” gördüğü ölçüde kabullenen bir dünya görüşünün, şamanizm gibi, evren ile insân arasındaki insân icadı engelleri kaldırarak bilgiye ulaşmayı hedefleyen bir bilgi pratiği içinde yeri olamaz. Kısaca, bireyin evrenle bağının açığa çıkarılmasını hedefleyen, insânın evrendeki var oluş sırrının peşine düşen nagualist dünya anlayışının, hiçbir toplumsal aidiyetliği kendisine dayanak yapması mümkün değildir; evrenle akan şamanlar/bilgi insânları, cinsel rollerle başlayıp, ailevi, dini, yurtsal yükümlülüklere dek uzanan, bir katılaşma sisteminde yer almazlar. Bu Kartal´ın Kural´ını esastan bozmaya teşebbüstür, ve hükmü yoktur.

Şamanizm üzerine kalem oynatan, Don Juan öğretileri üzerine konferans veren, fizikçilik yanında başka dillerle Türkçe arasında “çok ilginç benzerlikler ve ilişkiler” bulmakla da meşgul, Türk ırkçılığının gözde argümanlarından Güneş Dil Kuramı için, www.astroset.com isimli sitesinde, “Güneş Dil Kuramı yeniden ele alınıp, güncel bilgilerle, sağlam bir temele oturtulmalıdır.” diyen, “Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf” kitabının yazarı Doç. Dr. Haluk Berkmen; dünyanın en ücra köşelerinde Türk geni ve her eski kültürde Türkçe kökenli kelimeler aramakta. Mesele ırkçılık olunca “en” olmak önemlidir, insânlığın en eskisi olmak ise, en meşhur ırkçı yaklaşımlardan biridir.

Doç. Dr. Haluk Berkmen´in her yerde Türklük bulma çabasındaki ısrarı, Japonca´dan Maya diline, Maya dilinden Aztek diline kadar, çocukça kuramlar üretme olanağı sağlıyor kendisine. Bir örnek: ” Maya kültüründe de Güneş Tanrı en önemli tanrı olmuştur. Kukulkan her ne kadar /tüylü yılan/ demek olsa da, yerde sürünen bir yılan olmayıp göksel kutsal, güçlü tanrıyı simgeler. Resimde vücudu ve ayakları yılan gibi, fakat başı tüylü olarak gösterilmiştir. Kukulkan adı Ön-Türkçe kökenli bir sözcükten dahi dönüşmüş olabilir. Kukul ile OKLUK sözcükleri arasında oldukça büyük bir benzerlik vardır. Okluk sözünde /ok taşıyan/ ve hatta bir yılan gibi zehirli ok atabilen anlamları gizlidir. Ayrıca OKLUK /yönetici OK boylarına ait/ anlamı dahi bulunabilir.“

“Ayının bildiği iki türkü vardır; ikisi de armut üzerinedir.” deyimi, temcit pilavı ısıtmaktan yılmayanlar için söylenmiştir. Bu paragraftan ve benzeri paragraflardan çıkartılacak anlamı söyleyeyim; “Uygarlıklar önemlidir, yeter ki içinde Türklük olsun.” Doç. Dr. Haluk Berkmen bu kuramlarını bir Toltek bilgesine söyleseydi, ne yanıt alırdı acaba? İşte bu, her yerde Türklük arama çabasından daha fazla üzerinde kafa yormaya değer bir konu. Neden Japonlar´dan Aztekler´e kadar herkeste Türklük bulmak önemli? Bu tutumun ne bilimle ne de bilgelikle bir alakası var; bu duruşun ancak populizmle, ırkçılıkla beslenen bayağı bir tutum olduğu açık. Bilgelik ve bilim adına konuşanların, ya da bu iddiadaki konuşmaları dinleyenlerin, şamanizme dair doğru yanıtlar bulmak istiyorlarsa, doğru sorular sormaları gerekiyor.

Don Juan Matus ne kadar bilgece söz ederse etsin, onu okuyanlar bu bilgiyi kendi meşrebinin ağırlığına göre tartacaktır. Kimi kavramları kullanmak, o kavramların işaret ettiği şey yapmaz insânı, ama kullandığımız kavramlarla aramızdaki ilişki samimiyse, o zaman kavramlar bize ışık tutabilir. Samimiyetsizce Don Juan´ı, onun öğretilerini anmak, olsa olsa benliği okşamanın, küçük çıkarların peşinde koşmanın bir aracı olabilir.

Şamanizm gibi alımlı, parlak bir kumaşla hangi karanlık deliğe nasıl bir yama yapılmaya çalışıldığını göstermek için, bir örnek daha: “Büyücü Şamanın Yolu” ve daha bilmem neler üzerine, ücretli “Eğitim ve konferans dizileri” veren Sibel Atasoy, son dönem önümüze sıkça sürülen medyatik ve emekli asker Osman Pamukoğlu için, “Kendisi farkında olsun ya da olmasın, Şaman kültürü almış ya da genlerinde getirmiş olduğu bariz biçimde fark ediliyor. (..) O bir büyücü Don Juanın söylediği anlamda savaşçı büyücü.” türünden, ipe sapa gelmeyen bir dolu laf edebiliyor, ve olur ya etkileyebileceği bir kesim varsa, aradığımızı bulduk nidalarıyla, onları “general partisi”nin saflarına çağrıyor. Don Juan Matus´un öğretilerini, Carlos Castaneda´yı anlayıp da, böyle akıl dışı laflar edilebilir mi? Nasıl parlak bir kumaşla, hangi karanlık delik yamanmaya çalışılıyor?

Örneklere konu olan kişilerin, bir çevre/bir anlayış olarak varlık gösterme çabası, vahamet kesbediyor. Bir grup, bir çevre, dışarıdan bakan sıradan bir insân için, her zaman bir cazibe noktasıdır. Sıradan olmamak, şarlatanlıklar karşısında uyanık olmak gerekiyor. Öğretileri gereği gibi anlayanlar; kendi küçük hesaplarından yola çıkan, “öğretmenlik” yapmak şarlatanlığına soyunanlarla vakit kaybetmeyecektir. “Nagual insânın ayırt edilmesi kolay bir iş değildir. Fakat nagualizmin bir din olmadığını, sadece soyut bir tasarı tarafından desteklenebilen bireysel bir bilgi ve onaylama olduğunu bilen savaşçıların bükülmez bir niyetleri vardır; ve savaşçıların niyetleri, tüm fantezi ve idealizmlerden bağımsızdır.” Evet, nagual insânın ayırt edilmesi kolay bir iş değildir, hele hele de bunun şarlatanlar tarafından yapılması mümkün değildir. Şamanizm, akşam beş çayında misafirlerimize ikram edebileceğimiz, yumuşak bir kek değildir; maazallah, girişilen işler düşünüldüğünde, büyücülük boğazınızda kalabilir!

Şamanizmi kendi ırkçı/çıkarcı yaklaşımlarına yamamaya çalışan onlarca örnek bulunabilir. Şamanizm üzerine söyleyebileceklerinin toplamı, ırkçılık çukuruna dökülen birileri için, şamanizmin tek değeri “atalarımızdan” geliyor olması, zaten böyle olduğu için de, “ata”dan öte geçilemiyor, oysa şamanizme “ata sporumuz güreş” gibi yaklaşma pespayeliğine düşmemek gerekiyor; evet şamanizm atalarımızdan mirastır, ama insânlığın atalarından, o suyun fışkırdığı kaynak o kadar derindedir ki, birilerinin tüm kaba, hoyrat, küçük çıkarlardan beslenen benzerlikler bulma çabasını yırtıp atar. Şamanizm, tekrar ortaya çıkartmamız gereken kendi insânlığımızın atalarına aittir; bu enerjisel bir çalışmadır; ve sonuca ulaştıran, bu enerjisel çabanın yarattığı bilinç düzeyidir; kimse Türk atalara, ya da Alman atalara sahip olduğu için şamanizmin bilgisine nüfûz edemez.

Hazır söz “ata”dan açılmışken; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Eğer yazan yapana sadık kalmaz ise değişik olan hakikatler şüpheli bir şekil alırlar. Böylece de beşeriyetin yolunu değiştirirler.“¹ diyen Atatürk´e kulak verelim:”Eğer araştırırsanız Peygamberimizin Türk olduğunu ispat edebilirsiniz.“¹ diyor Atatürk; yani, “bunu ispatlayın” diyor, zira önceden tasavvur edilmiş bir “beşeriyet yolu” vardır. Birileri bu tür direktiflerle sözde bilimsel araştırmalar yaptı/ yapıyor.

“Bugün Türk çocukları biliyor ve bilecektir ki onlar yalnız dört yüz çadırlık bir aşiretten değil on bin yıllık ari, medeni ve yüce bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettendirler.“¹ gibi sözler, egonuzu okşamaktan başka bir işe yaramaz, kişisel gelişiminize hiçbir katkısı yoktur; bu tür yaklaşımlar hiçbir sorununuzu çözmediği gibi, içinizdeki faşistten başka bir şey olmayan egonuzun iktidar koltuğunu sağlamlaştırır.

Kişi kültleri tehlikelidir, çünkü kitlesel düzeyde bilinç sabitlenmeleri yaratırlar ve böylelikle bilincin özgür akışı önünde -bir süreliğine de olsa, ki bu insânlık tarihinde on yıllara, yüz yıllara hatta bin yıllara tekabül edebilir- yapay bir bent oluştururlar.

Kendini beğenmişlikle, kibirle, nagualizmin bilgisine ulaşılamayacağı açık. Grupların, milletlerin, takımların, örgütlerin, aklınıza gelebilecek her türden insân icadı organizasyonun kibirliliği, kendini beğenmişliği, tek tek katılımcılarının kendini beğenmişliğine dayanır.

İçimizdeki faşistin; onun ırkçılık gibi en kaba uzlaşmalarından, daha incelmiş uzlaşmalarına kadar, her davranışının izini sürelim. İçinde yaşadığımız toplumun, bize empoze ettiği değerleri, kendi tek başınalığımız içinde düşünelim; belki o zaman, bize zorla imzalatılmış bu SÖZLEŞMEYİ yırtıp atacak bilinç duruluğuna kavuşabiliriz.

Irkçılıkla şamanizmi buluşturma gayreti içinde olanlara, Amerika´daki Kızılderilileri bile Türkleştirmek çabasındakilere bir tavsiye: Burnumuzun dibinde, Türkiye´de yaşayan, hayâtta kalmayı başarmış Kızılderililer´i yakından incelemeleri. Osmanlı´dan günümüze kadar, yüzbinlerce kez katledilen bizim Kızılderilileri, deyişlerini, ayinlerini yıllarca gizlice yaşatmak zorunda kalmışları, yaşadıkları topraklar “koloni gibi nazarı itibara alınan”², zalim İspanyol kolonyalistler tarafından(!) karındakinden kundaktakine, ak sakallı dedesinden köyün ebesine, köyün ebesinden kucaktaki bebesine kadar süngüden, kıyımdan geçirilmişleri, tıpkı Amerikalı yerli halklar gibi topraklarından sürülenenleri, tıpkı Amerikalı Kızılderili kardeşleri gibi, kültürleri, dilleri, özleri unutulsun diye çocukları yatılı okullara gönderilenleri incelesinler.

Bir Beyaz Adam geleneğidir, kendi yerli halklarına zulüm ederken, başka yerli halklar için sözde yürek birliği kurmak, Beyaz Adamlar böylece kanlı ellerini bir başka yerli halkın duruluğunda yıkarlar; bu tıpkı, en kirli işlere bulaşan, “iş adamı” olarak anılan suçluların, yardım kurumlarına yüklü miktarda çek bağışlaması gibidir. “Türkiye Kızılderililer”in kesik başlarına basmadan, uzaktaki Amerika, Asya yerli halklarına el sallamayı öğrenmek, belki sizleri daha ılımlı birer insân yapar.

Boynuna urgan geçirilecek “Kızılderili Reisi” meydana “rap rap” yürüdü; “Etrafta hiç kimse yok”ken, “meydan insân doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı”; “Evlâdı Kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir” dedi, ve; “Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağıyla tekme vurdu ve kendini astı.Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı.” Onun türbesi yok, ama o boşluğa seslenişi bugün yankılanıyor. ³

“Octavio Paz´ın – Don Juan´ın Öğretileri önsözündeki- ifadesiyle, Tarih´in anlamı üzerine mümkün mertebe ifşaata sâhip olabilmek, onun özünü görmeye yetenekli olabilmek ve sadece bir ân için de olsa, ihtilâf ve sefalete rağmen tutku ve heyecanın bizi açığa çıkarabildiği bu “dalınçlı yansızlık”ı gerçekleştirmek; ancak yeterince ılımlı olduğumuzda mümkündür.

Berlin duvarının yıkılışı ân´ında “savaşçının algı kanatlarını açma” uygulamasını ilk kez hayâta geçirme şansına kavuştum. Tarih´in bu önemli ân´ında harika bir alâmetin farkına varmıştım. İlk modernliğin başlangıcı sayılan 1789´da gerçekleşen Fransız Devrimi´nden tam iki yüz sene sonra1989´da demir Perde´nin ve Berlin duvarının yıkılışı gerçekleşmişti, insânlık için yeni bir çağ başlıyordu!

Büyücülerin de işaret ettiği gibi, bunun insân yazgısını idâre eden bir erkin varolduğundan bizi haberdar eden Tin´in apaçık bir göstergesi olduğunu anlamıştım.

O günden itibâren, genelde dünyâ olaylarına ve onların temel başoyuncularına karşı garip bir ilgi hissetmeye başlamıştım. (…)“

Berlin Duvarı´nın yıkılışının 20. Yılı´nda değişim rüzgarlarının esintisi Anadolu´da, Mezopotamya´da hissedilmeye başlandı; bilgi yolunun savaşçıları dün olduğu gibi bugün de rüzgarın sesini dinliyor; ve algının kanatlarını Kartal´ın enginliğine yaraşır biçimde açanlar, Tin´in göstergelerini dikkatle izliyor.

17 Kasım 2009

Dipnotlar:

1 Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Türk Tarih Kurumu 1932 konferansı

2 Dönemin Genelkurmay Başkanı’na yazılan rapordan: “Dersimli okşamakla kazanılmaz. Silahlı Kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”

3 “Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insân doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evlâdı kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı…” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar)

Kaynak: www.cstndcrls.wordpress.com

 

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*