Sâdık Abdâl Dîvânı’nda Hacı Bektaş Veli, Dergâh Ve Makâlât

İsmail Kaygusuz

Dimetoka’daki Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli)  dergâhında 22 yaşında hizmete başlamış ve yirmi dört yaşında Kızıl Deli Sultan’dan nasip alarak derviş olmuş Sâdık Abdal[1], Divan’ında  Hacı Bektaş Veli, Kızıl Deli Sultan, Abdal Musa Sultan, dergâhlar (Hânkâh/tekkeler) ve Makâlât ve Bektaşilik üzerinde özgün bilgiler vermektedir.

Yazmanın 1742 tarihli nüshasını yayına hazırlamış olan Dursun Gümüşoğlu’nun dediği gibi, Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinden çok çok sonraları isim yapmış ve önem kazanmış; Bektaşiliğin  de Balım Sultan’dan (ö.1516-1518) sonra kurumlaştığı iddialarının geçersizliğini  Sadık Abdal Divânı kanıtlamış durumdadır. Seyid Ali Sultan’ın (ö.1412-20) halifeleri ve dergâhı çevresinde  yaşamını geçirmiş bulunan Sadık Abdal, Divanı’nı Kızıl Deli hayattayken , olasılıkla1390’lı yılların sonunda kaleme almıştır. Divân’ında hayranlıkla birkaç şiirinde sözettiği Kaygusuz Abdal’la çok büyük olasılıkla tanışmış ve onun 1397/8’de  yazdığını bildiğimiz Dilgûşa’yı bizzat yazar nüshasından okumuş olmalı. Ancak Kaygusuz’un diğer tasavvufî yapıtlarından, şiirlerinden tek kelime etmeyişi düşündürücü olsa da, Divân’ın tertibedilmesine post quem oluşturur; yani bu tarihten sonra ve hemen bu tarihi izleyen yıllardan birinde, son şiirinde dediği gibi altmış gün içinde onu yazmıştır. Olasıdır ki bu Kızıl Deli Sultan dervişinin bize ulaşamayan başka eserleri de vardı.

Hacı bektaş Veli’nin söylencesel yaşamının en geniş kaynağı olarak bilinen Menakıb-i Hacı Bektaş Veli (Velâletname)’den 90 yıl önce yazıldığı düşünülecek olursa, Sadık Abdal’ın divân şiiri kalıpları (vezniyle) içinde yazıp, düzenlemiş olduğu bu manzum eserindeki bilgiler büyük önem kazanmaktadır. Sâdık Abdâl Velâyetname’de geçen ve geçmeyen pek çok kerametlerini kısa ve öz, yorumlara açık biçimde beyitlerinde ustalıkla vermektedir.

Ancak unutmayalım ki bize ulaşan yazma, özgün yazar nüshasından yaklaşık üçyüz elli yıl sonra istisah edilmiştir. Özellikle Babagan Bektaşi dervişi veya babası müstensihleri tarafından özümsedikleri kendi geleneksel bilgilerin de beyitler halinde eklenmiş, bazılarının da çıkarılmış olabileceğini gözardı etmemek gerekir. Elyazmaları ve cönk defterlerinde bu tür tahrifatların çok örnekleri vardır. Ne yazık ki,  kitabın başına yaklaşık elli sayfalık olumlu denecek bir açıklama yazısı koymuş olan Dursun Gümüşoğlu bu gerçeği görmek istememiş. 1742 yılında Arnavutluk/İşkodra’da, eline geçen Sadık Abdal Divânı’nın eski bir elyazmasını, şiirleri arabaşlıklar altında işlenen konulara göre sınıflandırarak ve arkasına da bir sözlük koyarak yeniden düzenleyen Rüstem Abdal’ın bu çalışmasına yazar nüshası gözüyle bakmıştır. “…Okuyan ihvâna âsân olma içün, bi-çâre Rüstem Abdâl essah ma’nâ ile şerh eyledi” diyen müstensihin, okuyucunun şiirlerin gerçek anlamını kolayca kavraması için yaptığı açıklamalar ne denli güven vericidir? Üç yüz elli yıl önce yazılmış bir metnin tamamı ve doğru olarak istinsah edilmiş midir? Yoksa daha önceki müstensihler ya da Rüstem Abdal düzenleme yaparken  şiirlere kendi inanç, anlayış ve bilgilerine uygun biçimde bazı beyitler eklemişler midir? Günümüze ulaşan elyazmalarını incelerken bu tür soruların ışığı altında hareket etmek gereğini unutmamalıyız.

Örneğin Varak 2b’de son beyit (s.60) “Şecâ’atla nazar kılmış Yeniçeri kullarına ol/Sezâ oldu anınçün anlara ol fırsat-ı kübrâ (O, Yeniçeri kullarına yiğitlik ve cesaret dileyerek nazar etmiş(bakmış)/ Onun içindir ki onlar büyük fırsatlara lâyık oldu)”nın sonradan eklenmiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü 1362/3’de Çandarlı Halil Paşa’nın kurduğu Yeniçeri teşkilâtı mensuplarına doksan yıl önce Hakk’a yürümüş Hacı Bektaş Veli’nin “nazar kılmış”olması olası değildir. Bu beyiti, Kızıl Deli Sultan’a  ikrar verip el almış Sadık Abdal’ın kendisi yazmış olamaz, ama bunun doğru olduğunu sanan şiir yazma yeteneği olan bir Babagan Bektaşisi müstensih yazabilir. Hacı bektaş Veli’nin kerametlerini ve Makâlât’ını anlatan uzunca (27 beyitlik) manzumeninin içine ilgisiz bir biçimde bu (15.) beyit sokuşturulmuştur. Kendisi de Babagan Bektaşisi olan Dursun Gümüşoğlu dostumuz buna inanıyor olmalı ki,  beyiti kanıt olarak sunuyor. Yazarın bir başka iddiası daha var; Hacı Bektaş Veli’nin 1270’li yıllarda dünyadan göçmediğini  ve Abdal Musa Musa’yı da gördüğünü kanıtlayan(!) bir başka beyit sunuyor. Bunun için “bakmak, bakış atmak, iltifat etmek-övmek, düşünmek vb.” anlamlarına gelen “nazar kılmak” deyimini destek yapıyor:

Ki  zâhirde nazar kılmış ana Sultân Hacı Bektaş
Hakikat bâtının bil kim anın sırrıdır ey binâ

Bu beyiti Gümüşoğlu “Ona Sultan Hacı Bektaş açıktan bakmıştır. Ey gözü açılmış, bâtıni hakikatleri bilmek onun sırrıdır” biçiminde açıklamış. Öyleyse 44.şiirin 2.beyitinde Sadık Abdal “Benim pirim efendim Hacı Bektaş nazar kılmış bana…”dediğine göre, bu Bektaşi dervişi Hünkâr’ın zamanında mı yaşamış oluyor?   Gerçekte Abdal Musa Sultan’ı ve onun kerametlerini anlatan Sadık Abdal’ın 4. şiirinin bu 12. beyitinde bir bâtınî derinlik vardır ve bu beyiti ‘Sultan Hacı Bektaş, Abdal Musa’yı gönül gözüyle bakarak onu açıkça (zâhirdeymiş gibi) görmüştür. Ey bâtıni gerçekleri gören kişi bil ki, Abdal Musa Hacı Bektaş’ın sırrıdır’biçiminde anlamak gerekir. Hemen arkasındaki beyit zaten bunu tamamlıyor:

Dediler ismine Abdal Musa Sultân bu zâhirde
Velî bâtında ismi çok anı fehm eylemez ednâ
(Bu açık dünyada ona Abdal Musa Sultan adını koydular.
Bâtında-gizli alemde ise onun adı (Hacı bektaş) Velî’dir; çok sıradan ve
bayağı kişiler bunu anlamaz.)

Abdal Musa Velâyetname’sinin girişinde bu inancı belirleyen cümlelere bir gözatalım:

“…Ol esrâr sözlü ve gülcîsi tuzlu ve latîf gözlü ve güler yüzlü Sultan Hacı Bektaş el-Horasâni (Ḳaddese Allâhu sırrahu’l-˓azîz) bir gün hayatında oturur iken mübarek nefsinden nutḳa  gelüp ayıttı: Yâ Erenler, Gencelî’de genc ay gibi doğdum- adım Abdal Musa çağırdırım dedi. Beni isteyen anda gelsün bulsun dediydi. Hünkârî Hacı Bektaş vefat edicek Abdal Musa zuhûra geldi. Seyyid Hasan Gazioğlu Seyyid Musa anasından yetim kaldı…”

Görüldüğü gibi Hacı Bektaş Veli 1271-73’te Hakk’a yürümeden önce, Abdal Musa’nın kendi donunda ve Genceli’de dünyaya geleceğini haber vermiş. Ve ona bağlanılmasını buyurmuştur. Kısacası Anadolu Alevi-Bektaşilerinin “Hacı Bektaş Veli Ali’nin kendisi” olduğuna inandıkları gibi, Abdal Musa Sultan da Hacı Bektaş’tır ve dolayısıyla zamanın Velisi-İmamı Ali’nin kendisidir. Zaten şiirinde de belirtiyor:
“Ali oldum adım oldu bahane
Abdal Musa oldum geldim cihana”
Yine Velâyetname’ye göre Abdal Musa, Seyid Ali Sultan’ı kırk Abdalla birlikte Hacı Bektaş Dergahı’ndaki emanetleri almaya gönderdiğinde, “Hacı Bektaş olup dünyaya geldigü vakt” onları nereye koyduğunu da tek tek söylüyor.[2]  Sadık Abdal, Divân’ın birkaç yerinde “Abdal Musa’nın, Hacı Bektaş’ın sırrı ve Seyyid Ali Sultan’ının da Abdal Musa’nın sırrı olduğu”vurgulanmaktadır ki, bu sır Ali’ye dayanmaktadır. Alevi-Bektaşi inancında her biri zamanın İmamı ya da Veli’sidir ve Ali donunda zuhur etmişlerdir.

Divân’da Hacı Bektaş Veli ve Makâlât’ı

Konuyu daha fazla genişletmeden Sadık Abdal’ın Hacı Bektaş Veli’yi ve Makâlât’ı şiirlerinde nasıl anlattığına değinelim.  O, Hacı Bektaş’ın temiz adının tanınmışlığını ve âlemlerin kutbu, cihanı yöneten eşsiz-benzersiz Şah  olduğunu şöyle vurguluyor:
“Cihânın nâzırı ol kutb-ı âlem Şâh-ı bî-hem-tâ

Cihânda ism-i pâki Hacı Bektaş-i Velî meşhûr
Hemân oldur kamu dillerde destân  zât-ı bî-heh-tâ
(Cihanı yöneten o alemlerin kutbu benzersiz Şah’tır….
İsmi temiz Hacı Bektaş Veli dünyada ün kazanmıştır
Bütün dillerde onun benzersiz kişiliği hemen  destan oldu)”

Ve sonra, “Dünyadaki cansız ve zayıf gönülleri canlandırmak için,
O Şah lütfeyleyerek (cömertlik edip) sayısız zaviyeler oluşturdu.(Cihânda nâtuvân mürde-i dilânı kılmaga zinde/Keremden eyledi ol Şâh adedsiz zâviye peyda (s.57)” diyor Sadık Baba.
Böylece  Hacı Bektaş’ın Velâyetname’de geçen 360 halifesini Rûm ülkesine dağıtıp tekkeler kurması için görevlendirdiği ve 36 bin derviş yetiştirmiş olduğunu dolaylı yoldan kanıtlıyor .

Ve Sadık Abdal diyor ki: “Hacı Bektaş Veli’nin Ali’nin sırrı olduğunu biliniz.
Ki iki âlemde istenilen ve cümleye karşılık (ses) veren O’ydu. İki cihanın talebettiği ya da iki cihanda istenilen Hacı Bektaş Veli’dir.Ezelden ebede kadar ona son olmaz ve olmayacaktır. Alemin bütün istediği O, baştan ayağa nur idi. Sığınacak yerimiz de O’dur ve O’ndan yardım bekleriz.[3]

(Ol Ali’nin sırrıdır bil Hacı Bektaş-ı Veli
Oldurur matlub-ı kevneyn cümleye hem verdi ses(s.125)

Ki ya’ni Hacı Bektaş-ı Velî matlûb-ı ol kevneyn
Mine’l-evvel ille’l-âhir ana olmaz ebed inkâz

Ser-â-pa nûr idi ol âlemin bi’l-cümle maksûdu
Penâh-ı ilticamız ol hem andan dileriz a’vâz)” (s. 133)

Bakalım Sadık Baba Hacı Bektaş Dergahı(Hânkâh’ı)  ve ona bağlı Kızıl Deli hânkâhını nasıl nitelendiriyor?
“Hakikati araştırma aracı-yeri  olan (Hacı Bektaş) dergâhı çok yüce Ka’be (gibi) onurlandı.
Hem (orada) nurlanan(ışık saçan) onun yolunu (tariki) Nuh’un gemisi olarak anla ki asla yıkılmayacaktır.
Onun uluhânkâhı-dergâhı hem yüce Kâbe’dir. O gökte imar edilmiş, yasaksız  ve vazgeçilmez kutsal evdir. Tanrısal sırla olgunlaşmış olan sâdıklara, (Hacı Bektaş) Veli dergâhı/hânkâhı, en yüce makam olan  arş-ı a’lâ, yani tanrının oturduğu makamdır.

(Müşerref hânkâh-ı Kâ’be-i ulya ale’t-tahkik
Münevver hem tarik-i keşt-i Nuh anla bi-enkâz(s.133)

Hânkâh-ı a’zam hem Kâbe-i ulya durur
Beyt-i ma’mûr  ol semâi bî-yasag u bî- ferag) (s.153)”

Ol ulûhi sırrına ekmel olan sâdıklara
Hânkâhı arş-ı a’lâ sidre-i âli makâm (s.182)

SadıkAbdal Makâlât hakkında da şunları söylüyor:

“Onun ayin ve erkânı benzersiz nurdan (ışıktan) delildir.
Tanrıya kavuşmanın klavuzu/rehberi onun işareti olan Makâlât’tır.
Hem onun bilgelik giysisi baştan ayağa kudret sahibidir.
Ve yok olmayan nuru (ışığı) açıkça cümleye yol göstericidir.
Makâlât’ta) Varlığın birliği Tanrı, dolaylı olarak (kinayeyle) yazılmıştır.
Onu okuyan olgunlaşır, kemal ehli olur ve kendilerine yardım ulaşır.
Cümle kelimeleri öyle bir güçdür-kudrettir ki, her sözünde bin hikmet (bilgelik) vardır.
Onun en kutsal sözleri Makâlât-ı Şerif’tedir. Onun erkân olarak buyurduğu ilkeler aynısıyla Hakk’ın sözleridir. O erkânı yürütmede becerikli olanlar bil ki şerefli ve yücedir. Bize Pir’imizin o Makâlât’ı yeter; bu âlem aynasında hicap etmeden salına salına gezebilmemiz için. 

(Anın â’yin [ü] erkânı delil-i nûr-ı bî-hem-tâ
Delil-i vuslat-ı Yezdân Makâlât’dır anın ağmaz

Ser-â-pâ hem libâs-ı hikmeti zü’l-kuvvedir anın
Ayânen cümleye burhân delili nûr-ı bî-enkâz

Kinâyetle yazılmışdır ilâh-ı vâhid-i mevcud
Okur anı kemâl ehli olur anlara hem a’vâz (s.134)

Kelâmı cümle kudrettir ki her lafzında bin hikmet
Dahi lafz-ı ulûhisi Makâlât’ı Şerif a’lâ

Hakk’ın aynı kelâmıdır anın buyurduğu erkân
Ol erkâna olan mâhir olardır bil şerif a’lâ (s. 57-62)

Pir’imizin ol Makâlât’ı yeter
Çam-ı çem(?) mirat-ı âlem bî-hicab” (s. 66)

14. yüzyılın sonlarında Sadık Abdal’ın Makâlât’a ilişkin  açıklamaları, bu eserin Hacı Bektaş Veli’ye ait olmadığını ileri sürenlerin veya kuşkuyla bakanların yanlış düşündüklerini artık anlamaları gerektiğini gösteriyor. Ayrıca 16.yüzyılda yaşamış olan büyük Alevi-Bektaşi ozanı Virânî Baba’nın  İlm-i Cavidan adlı eserinde şu alıntıya rastlıyoruz: “Makâlât-ı Hacı Bektaş Veli’de buyurulur: ‘Yel esmese dâneler samandan ayrılmaz”[4] Sâdık Abdâl’ın Hacı Bektaş Veli hakkında yukarıdaki anlattıklarıyla kalmamış, “yer ve gök cümle âlim şair olsa onun onurlu nitelik ve erdemlerini ahlâkını  tanımlayamaz (Anın evsafı esrafını iş’ar eylemek olmaz/Eger şâir olusar cümle ahlakı semâ gabre)” diyor. Sonra adının anlamından başlayarak  yaptıklarını ve yaşamından kesitleri kerametler bağlamında, hem Hacı Bektaş’ın hem de Bektaşilerin sırlarını veriyor birkaç manzume içinde. Yorumsuz olarak iki örnek şiiri daha aşağıya alıyoruz:

S.149-151: Hacı Bektaş Veli’nin ve Bektaşilerin sırları

Eyâ cûyende-i ân sırr-ı nâfi
Eyâ beninde hâl-i za’âzi
(Ey zamanın Tanrı adlarından (esmanın) Nâfi’nin (en yararlı)sırrını
Ve ey (avucundaki) benin sarsıcı durumunu arayan!)

Kamu ser Hacı Bektaş-i Veli’dir
Ser-â-ser âleme eltâfı vasi
(Cümlenin başı Haci Bektaş Veli’dir,
Baştan başa aleme geniş yardımları olan da (O’dur.)

Elifî tâcı dâl olmuştur anın
Muhavvel oldurur âlemde sâni
(Elifî tacı simge olmuştur onun.
O’dur Tanrı tarafında âlemlere gönderilen.)

Libâsı hem elifîdir anın çün
Ulûhi hikmeti söyler o şâri
(Giysisi de elifî olduğu için,
Tanrısal hikmeti söyler o yasa koyucu.)

Ki ol sultanın ismi Hacı Bektaş
Nedir Bektaş anı bil olma şâsi
(Ki o sultanın adı Hacı Bektaş’tır.
Bektaş ne demektir? Anlamını bil ırak olma.)

Berâber dahi bir olmak demektir
Ulûhi bildirir hem bî-te’âti
(“Birlikte olmak, bir olmak” demektir.
Hem “(benzeri) olmayan Tanrılığı” bildirir).[5]

Serir-i saltanat tahtı bil ol tarîki
Ki andan sâdıkân olmadı şâsi
(O yolu saltanat tahtı bil
Ki doğrular-bağlı olanlar ondan uzak olmadı.)

Ki oldur râh-ı matlûbun bilirsen
Hem oldur râh-ı mi’râc-ı şevâri
(Eğer bilirsen istenilen-arzu edilen yol odur.
Hem o miracı  ve yolların yoludur.)

Muhakkıklar bilir anın anın târıkin
Taakul edemez cîfe ta’bâyi
(Ancak hakikatı araştıranlar bilir onun tarikatını.
Akıl edemez dünya hırsına kapılanlar.)

Ki zâhid dedi Bektaşi târîki
Ne bilsin ma’nisin ol giz tabâyi
(Zahid-Sünni Bektaşi Yolu diyor,
Ama bağlı (tabi ) olduğu gizin-sırrın anlamını ne bilsin?)

Ki Bektaşi Hak ile Hak demektir
Hemân oldur bilirsen sana nâfi
(Bektaşi Hak ile Hak (Tanrıyla bir) demektir.
Bilebilirsen işte budur sana yararlı olan.)

Târîk-i lütfunu bil keştî-i Nûh
Neci oldu kamu dâhil tabâyi
(Bil ki, Tarikatın lütfu Nuh’un gemisine benzer.
Ona bağlanıp girenlerin hepsi kurtulmuş oldu.)

Eyâ Sâdık kamu erbâb-ı irfan
Eger evvel eger son ana tâbi
(Ey Sadık, marifet ehli olanların hepsi,
Başlangıçta veya sonunda O’na (Hacı Bektaş’a) bağlanacaklar!)

S.183-187: İki Cihan Şahı Hacı Bektaş Veli’nin kerametleri

Kutb-ı âlem şâh-ı kevneyn Hacı Bektaş-ı Veli
Zahiren nâm-ı bülend hem bâtınen şâh-ı devâm
(Hacı bektaş veli alemin kutbu ve iki cihanın şahıdır.
Hem zahirde  adı yücedir, hem de bâtında her zamanın şahıdır (imamıdır)

Nâmı çokdur cümle dilde ehl-i diller fehm eder
Cümleye andan erişir fehm edersen cümle nâm
(Cümle dillerde ünü yaygındır, gönül ehli olanlar bunu anlar.
Herkese ondan nam erişir, eğer anlarsan.)

Zü’l-cemâl ü zü’l celâlin sırrını kıldı beyân
Sâdıkânı kıldı ihyâ hem münevver müstedam
(Tanrının cemal (güzel) ve celal (ulu) adlarının sırrını açığa vurdu, yani Tanrının
cemal ve celali onda tecelli etti, açığa çıktı. Kendisine sadık olanları, inananlara hayat verdi
canlandırdı ve onları sürekli aydınlattı (nurlandırdı.)

Hem velâyet kuvve-i destinde dâi’m cümle kevn
Oldurır maksûd-i sâdık âşıkâne kâm-ı tâm
(İki cihanın tümü daima onun velilik elinin kudreti altındadır.
Sadık(inançlı) olanların amacı ve aşıkların tam isteği odur.)

Ol ulûhi sırrına ekmel olan sâdıklara
Hânkâhı arş-ı a’lâ sidre-i âli makâm
(Tanrısal sırrına erip olgunlaşmış sadıklar için;
Onun (Hacı Bektaş’ın) dergâhı arş-ı alâ (Tanrının tahtının bulunduğu göğün en yüksek katı,
makamı ise sidre-i âli, yani arşın altında yedinci kattaki yüce makamdır.)

Her ulüvvi tâc-ı Bektaşi giyerler sâdıkân
Râh-ı Hak’dır ol tarıki andan isterler kirâm
(Yücelmiş doğru kişilerin hepsi Bektaşi tacı giyerler.
Ulular (kiram) Hak yolu olan bu yolu (tarıki) isterler)

Şâh-ı bî-hem-tâ göründü ârife oldu ayân
Gördüler destinde anın Zü’l-fikâr’ı bî-niyam
(Benzersiz Şâh arif olana açıkça göründü.
Hem zülfikârı elinde kınsız gördiler.)

Yürüdüp cansız kayayı bellidir şimdi yeri
Su çıkardı bunca yerden câridir anlar müdâm
(O, şimdi yeri belli olan cansız kayaya binip yürüttü
Onca yerden su çıkardı ki daima akmaktadır.)

Yek deminden tâzelendi kış gününde huşk agaç
Göz yumunca verdi meyve ekl olundu ol ta’âm
(Kış gününde bir nefesinden kuru ağaç yeşerdi, yeşillendi.
Göz yumunca meyve verdi ve o meyve yendi.)

Söyletdi mürg-i hamâmı kudretinden aşikâr
Söyletdi hem taşları ol gördü anı çok enâm
(Kudretinden güvercin kuşunu açık açık konuşturdu.
Hem de o taşları söyletti; çok yaratıklar bunu gördü.)

Nefhasından oldu ihdâs bunca yerde hem nemek
Münkirin erzâkını taş eyledi Şâh-ı tâm
(Nefes etti bunca yerde tuz meydana geldi.
O gerçek Şah, inkârcıların yiyeceklerini taş eyledi.)

Yog idi ol dagda asla hurde benzâr  bir agaç
Bir nazar kıldı dedi hem bitsin agaç müstedâm
(O dağda ufacık bir ağaç bile yoktu.
Bir bakış attı, dedi: “hemen ağaçlar yetişsin sürekli”)

Ser-ber-ser bitdi agaçlar hem yeşerdi cümle dag
Göz yumunca   büyüyüp hem kestiler dıraht-ı tâm
(Baştan başa ağaçlar yetişti ve bütün dağ yemyeşil oldu.
Göz açıp kapayıncaya kadar büyüdüler ve tüm ağaçları kestiler.)

Göz yumunca ol Horasan’dan gidip hem Kâbe’ye
Bir dem içre geldi Rum’a ol Horâsân’dan tamâm
(Göz yumunca Horasan’dan Kâbe’ye gitmişti.
Bir an içinde de Horasan’dan Rum’a (Anadolu’ya) geldi.)

Rûm’da iken Bahr-i Hind’e hem uzatdı ol elin
Gark olurken keşteyi ol kurtarıp kıldı kiram
(O, Anadolu’da iken Hint denizine elini uzattı.
Tam gemi denizde batarken onu kurtararak ululuğunu gösterdi.) 

Bunca a’mâya verip göz  derdmende hem devâ
Bunca  rencanı elemden kıldı nâci ol tamâm
(Bunca köre göz ve dertliye deva verip,
Onca dertlileri ve sıkıntı çekenleri tamamıyla kurtardı.)

Bî-hezârân bî-aded her dem kerâmâtı ayân
Mümkîn olmaz bahrinin bir katresin yazmak tamâm
(Binleri aşan sayısız kerametleri her an ortadadır.
Onun keramet denizinin bir damlasını bile tam yazabilmek olanaksızdır.)

Nefha-i sırrında anın kâf u nûn ey Sâdıkâ
Zât-ı elif ol elifî tâcı verir hem peyâm
(Ey Sadık, onun nefesinin sırrında “kün (ol)” emri mevcut.
Onun (Tanrı simgesi) Elif  kişiliği, elifî tacın haberini verir.)

[1] Sadık Abdal Dîvânı, Yayına Hazırlayan: H.Dursun  Gümüşoğlu, Horasan Yayınları, İstanbul, 2009: “Yigirmi iki yaşına erince/Gezerken aşk ile hayran bî-azz,  Erişdim Tekke-i Kızıl Deli’ye/Hudâmı oldum anın dahi bî-gayz, Erişdim çün yigirmi dört yaşa ben/Bana lutfeyledi Kızıl Deli bî-azz, Ki oldur sırr-ı şâhım Hacı Bektaş…” s.146-147. Bu eseri yayına hazırlayarak Alevi-Bektaşi Edebiyatının zenginleşmesine katkıda bulunduğu için Dursun Gümüşoğlu’nu kutluyorum. İ.K.

[2] Geniş bilgi ve yorumlar için bkz. İsmail Kaygusuz, Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Karacaahmet Sultan Derneği yayınları, İstanbul-2008, s.63, 103

[3] Şiirlerin bugünün Türkçesiyle açıklamalarında D.Gümüşoğlu’nun daha dikkatli olmasını dilerdim. Bu yüzden birçoğunu değiştirmek zorunluğu duyduk.

[4] İlm-i Cavidan, Yayına Hazırlayan: Doç.Dr. Osman Eğri, Diyanet Vakfı yayınları, Ankara, 2008, s.141-143

[5] Bu açıklama, Bektaş =Bek-daş’ın “Tanrıyla eşit-eşdeğer, ” anlamına geldiği görüşüyle tıpatıp uyuşmaktadır.

Kaynak: www.ismailkaygusuz.com 

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*