Bektaşi Fıkrası
Hüseyin Albayrak
Yürüyordu Baba Erenler refiki ile bir sırr-ı müstakim´de ve tefekkür eyliyorlardı birbirlerindeki kendileriyle. Mucize görmeden imana ve de imam´a gelmişlerdi. Tane tane dizilmişlerdi tesbih gibi ve de serdeki imameyi tesbih ediyorlardı amma bizler onların tesbihini anlayamıyorduk bir türlü. Yola düştüklerinde kadem basmışlardı turaba. Âdemi bir kademdi demleri. Cevlan eder iken aynı anda sücûd ediyorlardı Turab´daki Rabb´a. Harab düşer iken azamet-i rab`da, yetişmiş idi o vakit Ebu Turab da imdada. Yezdani bir şiir dökülüvermişti dehan-ı Şir-i Yezdan´dan. Amma kıpırtısızdı, tevhid idi lebleri. Lakin dürülü ve de bükülü sedası sığmıştı kalplerine Baba Erenler ile Refik´inin. Bir acaib seyrana düçar olmuşlardı. Seda´sından seyrana oradan seyr-i an´a iktida olmuşlardı. İptidası idi intiha bu iktidanın. Seyr, ana sırdan nüzul etmişti Turab´daki Ebu´ya erenlere. Ol sebeple Ebu´ya erenlere, Baba Erenler denildi. Baba´nın çocuğuydu bu erenler ve babanın sırrıydı, çocuk
“Baba Erenler bu girizgâh biraz ağır olmadı mı sence de? ”
“İmanım onu, seni ve de beni şu anda yazana sorman lazım. Deruni olmanın kelimelerle olacağını zannediyor genç dostumuz. Belli ki deruniliğin hal ile olduğundan bi-haber. Amma her işte bir hayr, her aşkta bir meşk, her yazıda da bir harf vardır. Ne yazdığını da pek bilmiyor gibi.”
“Bilmiyor mu sahiden. Sonra darılmaz mı bu söylediğine”
“Bilmediğini bilmek için yazıyor. Beyhude bir çaba onunkisi. Beyhude değil Ba´yı Huda´dır asıl olan. O da pek yazıya gelmez zaten.
“E halen yazıyor ama baksana”
“Arayan Mevlasını, yazan belasını bulur.
“Azan değil miydi o”
“Yazanlar, azanlardır zaten”
“Oldu mu erenlerim şimdi. Bunca yazan insana ve bu arada bu yazıyı şu anda kaleme alana da haksızlık etmiş olmuyor musun?”
“Sözü iyi dinle. Ya zan ile Ya Sin ile yazarsın. Tercih senin. Zannından yazan kursaktan, Sinesinden yazan Cenab-ı Hakk´tan konuşur. Kursaktan konuşup şu anda bu deruni fıkrayı yazdığını zanneden bu genç arkadaş gibi ya bunu internet sitesinden yayınlar ya da ekranlara çıkıp kelam eder derin adam pozlarında.
“E fenamı olur erenlerim. İnsanların fikirlerini birbirleriyle paylaşması iyi değil mi?”
“Ekrana çıkan, erkândan çıkar. Ya da ekrana yakın olan gönülden ırak olur.
“Erenlerim modern zamanlarda yaşıyoruz. Senin dediklerin bu zamana uymuyor gibi. Hem, Hz. Ali; Zaman sana değil sen zaman uy ya da çocuğunuzu zaman göre eğitin demiş”
“Zaman ama hangi zaman. Ne diyor Harabi Baba; Sen bu âlemi boş mu zannedersin/ Her zamanın vardır bir peygamberi
“Peygamber mi”?
“Hakk´dan haber veren yani. O da zamanın imamı olsa gerek. Zamanındaki imama uyarsan zamandan ve de zannından azade olursun, Sineye yakiyn olursun. O imam ki zamanlar ve de zanlar üstü kelam eder. O kibar-ı kelamdaki çocuk ise ibn-ül vaktir. Yani zamanın çocuğu ya da zamane! çocuğu. Zamanın çocuğu, zamanın imamıdır. İbn-ül vakt asliyette imam-ül vakt´tır. İşte o çocuk ya da imam o vakit´ten ya da zamandan asliyette ise an´dan haber verir. E çocuktan al haberi demiyorlar mı imanım? O sebeple ibn-ül vakt hakikatte ibn-ül dem´ dir. Demlendikçe ol dem´de dem-ül dem makamından dem vurur. O vakit Acem diyarından Âdem diyarına avdet eder. O vakit ise dehr´dir. Dehr´ de Hakk´tır. Bir kudsi hadiste deniyor ya; Dehr´e sövmeyin. Çünkü dehr ancak Allah’tır”.
“Nerde bu çocuk yani imam peki”
“E yolda yürüyoruz ya. Bizim fıkralar niye hep Baba erenler ile ihvanı bir gün yolda yürür iken” diye başlıyor sanıyorsun.
“Niye?”
“Zamanın imamı ile ancak yolda yürür iken karşılarsın”
“Hakk erenler yoldan ayırmasın o zaman. Karşılaştığında ne oluyor peki”
“Muhtemelen belanı buluyorsun”
“Aman erenlerim ne yaptın”
“E Fuzuli öyle demiş imanım ben ne diyeyim.”
“Ne demiş peki”
“Ya rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşk´tan etme cüda beni”
“E Allah belanı versin diyenlere kızmamak lazım o zaman”
“Öyle ama eksik söyledin. Hüseyin âşıkları Allah kerb u bela´nı versin der. Kerbela da mekân tutanlar Kâlû Belâ diyenlerdir. Onlar ki başı açı, yalın ayak ve de sinesi püryandır.
“Başı açık dedindi aklıma geldi. Bu türbana ne dersin erenler”
“Sen belanı arıyorsun galiba”
“E aşk olsun belasını bulanlara”
“Şu anda bu yazıyı yazmakta olan köftehorda bizim üzerimizden fakihliğe soyunuyor. Şu keratanın yaptığına bak. Hiç âdetim değildir ama neyse toyluğuna vermek lazım. Madem fıkranın kahramanları biziz katlanacağız artık. Elden ne gelir. Neyse…. Ne diyordu Nur suresinde, o can alıcı kelimeler neydi imanım
“ darabne bi humurihinne ala cuyubihinne olsa gerek erenlerim. Yani humurları ile yakaları üzerini örtsünler veya “humurlarını örtsünler.
“İmanım burada humur ile darabne kelimesi can alıcı bir nokta. Nokta can alır bilirsin. Azrail’dir bu nokta. Ama canı alırken cananı verir imanım.”
“Erenler konuya dönsek diyorum”
“Dönülmez noktanın ufkundayım imanım. Bu köftehorun kursaktan yazısına hakk´tan bir nokta koymaktı muradım. Neyse burada darabne “örtmek, perdelemek” anlamına geliyor ki Kehf suresinde “……kulaklarını perdeledik……” ifadesinde şöyle geçiyor “Fe darabna ala azanihim fil kehfi sinıne adeda”
Gelelim humur kelimesine. Humur, Arapça hımar kelimesinin çoğuludur. Hımar ise örtü, örtmek anlamlarına geliyor. Başörtüsü diye tefsir ediyorlar amma Arapçada kadınların başörtüsünün özel ismi mikna ve nasıfydır. Humur ise ziynet yerleri (göğüsleri) anlamındadır. Hımar ise HMR-HAMR kökünden türetilmiştir ki manası İÇKİ dir.
“Buradan ne gibi bir sonuca varmak gerek peki erenlerim”
“Burada kadın humurlarının (ziynet yerlerinin, göğüslerinin) hem doğal içki ve hem de doğal çekicilik yönüyle kişinin zihnini bulandırdığı ya da örttüğü, ikili anlamlarına gönderme yapılacak bir şekilde belirtilmiştir Hâsılı ayetin manası; başörtülerini değil, göğüslerini örtsünler anlamındadır.
“Başını örtenlere ne diyeceğiz peki”
“ Kim ne diyebilir ki amma Araf suresini hatırlamakta yine de fayda var; Ey Âdemoğulları (kadınlar ve erkekler)! Size edeb yerlerinizi örtecek örtü ve bir de süs elbisesi indirdik. Fakat TAKVA ELBİSESİ hepsinden hayırlıdır”
Neyse imanım biz nelerle uğraşıyoruz böyle. Takva elbisesini giymedikten sonra sadece başını örtsen ne fayda diğer taraflarımız ayan beyan ortada. Takva ya da hal elbisesine bürünmeden ne madden ne de manen hiçbir sorunumuz hal olmaz.
“Haklısın erenlerim.”
“Ama kendi kaftanını kendin biçmeden de bu elbiseyi dikemezsin”
“Kaftan mı”?
“Kaf, Ta ve de Nun imanım”
“Erenler yine ağırdan almaya başladık. Ben bir şey anlamadım.”
“Kaf ´tan Nun´a gelmeden Terzi İdris`e varılmıyor. Senin anlayacağın önce üryan olalım ki sonra takva-hal elbisesini giyelim. Neyse imanım biz yolda yürümeye devam edelim. Hem bak! ilerde yolun başındaki! çocuğu gördün mü elinde ucu çatallı! bir iğneyle bize doğru geliyor.
“Evet, erenlerim gördüm. Ne yapacak o ucu çatallı iğneyle”
“Tabi ki boyumuzun, “beli”mizin bir de belamızın ölçüsünü alıp kefenimizi dikecek galiba. Üstelik çuvaldızı yok elinde o sebeple iğneyi bize batırmak zorunda”
“Aman erenlerim ne diyorsun öyle”
“E sen dedin ya zamana uyalım diye. Zamane çocuğu işte!. Fenamı imanım ne güzel, belamızı bulduk işte. Bak duyuyor musun sesleniyor bize.
“Ne diyor”
“Elesti bi nâsihiküm”
Ne demek o erenlerim
“Ben sizin terziniz değil miyim?”
“Biz ne diyeceğiz şimdi”
“Ne diyebiliriz ki; Kalu bela, Hal u bela, Kerb u bela…….