Kazım Balaban
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicret’in 232. yılında Rebîülahir ayının 8. gününde Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmiştir. Babası Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’il Hâdi, annesi Hadis’tir. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, babası Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin Hakk’a yürüdüğünde 23 yaşında idi.
Künyeleri; "Ebû Muhammed", lâkapları; "Hâdi, Rafıyk, Zekiyy, Takıyy, Hâlis" ve "Askerî"dir.
Babasıyla Sâmırâ’da, Asker mahallesinde oturdukları için ikisine de "Askeriyyen" denmişti. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin tek oğlu Hz.İmâm Muhammed Mehdî’dir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin büyük kardeşi Muhammed, Hicri 254. yılında vefât etti. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’ye uyanların çoğu Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’den sonra büyük oğlu Muhammed’in imâm olacağını sanmışlardı. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin büyük oğlu Muhammed’in vefâtında, Ali ve Abbas oğulları, Kureyş boyuna mensub olanlar, halk ve hükümet ricâli başsağlığı dilemek için Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin evine gitmişlerdi. Bunlardan yalnız Hâşimiler yüzelli kişiyi buluyordu.
Bu sırada Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, yenleri yakaları yırtılmış bir halde babası Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin huzûruna geldi. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin kendisine; "Oğlum" dedi; "Allah’a şükret, çünkü senin hakkındaki takdirini izhâr etti."
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, bu söz üzerine ağlaya ağlaya Kur’ân-ı Kerîm’deki;
"İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn. (Biz Allah’ın kullarıyız, ancak O’na döneriz, musîbetlerine râzıyız)" (Bakara 156) âyet-i kerîmesini okuyup; "Hamd Âlemlerin Rabbi Allah’a ve ben senin yasınla, bize nimetlerinin tamamlanmasını dilerim" dedi.
Muhammed bin Yahyâ, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin, oğlu Muhammed’in vefât ettiği gün Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’ye;
"Allah, onun yerine seni, bana halef kıldı. Allah’a şükret" dediğini bildirir.
Yine yakınlarından birisine, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin:
"Oğlum Hasan’ül Askerî, bütün Muhammed soyu içinde en yüce ve en ulu kişidir. İmâmet makamına en lâyık olan O’dur, oğullarımın en üstünüdür o, benim yerime geçecektir. Sorulacak şeylerinizi muhtaç olduklarınızı ona sormanız gerek" diye yazdığını bildirmiştir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Abbas oğulları halîfelerinden El-Mu’tezz, El-Mühtedi ve El-Mu’temid zamanlarında yaşadı. El-Mu’tezz, Hicri 252. yılında halîfe olmuştu. El-Mu’tezz, kardeşinin birisini öldürtmüş, öbür kardeşini hapsettirmiş, halîfeliğini engelsiz bir hâle getirmeyi kurmuştu.
Sonunda zamanı; batıda Bizanslıların hücumlarıyla, ülkede ise Hâricîlerin isyânlarıyla, askerin ayaklanmasıyla, yağmalarla, zulümlerle geçen Halîfe Mu’tezz; Hicri 255. yılında halîfelikten indirildi. Bir yeraltı zindanının hamamına hapsedildi, ağzına tuz dolduruldu ve birkaç gün sonra zindanda öldü. Mu’tezz öldüğünde 24 yaşında idi.
Halîfe Mu’tezz zamanında; Ali evlâdı ve Şîa, şiddetli takiplere, işkencelere uğramıştı. El-Mu’tezz’in öldürülmesinden sonra yerine El-Mühtedi halîfe oldu. O da isyânların, askerlerin ayaklanması sonucunda, Hicri 256. yılında ayaklar altında can verdi.
Abbas oğulları, devlet yöneticileri; Hz.Resûlullah’ın "Ehl-i Beyt’i"ne düşman olanlar ve Şîa’ya karşı duranlar da dahil olduğu halde herkes; "Ehl-i Beyt" imâmlarının bilgilerini, manevî kudretlerini, ahlâk bakımından üstünlüklerini, her hususta ümmetin seçilmiş kişileri olduklarını inkâr edemiyorlar, onlara; içlerinden gelmemekle beraber yine de hürmet etmek zorunda kalıyorlardı.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî; bütün Ali evlâdı içinde eşine rastlanamaz biriydi. Ağırbaşlılığıyla, bilgisiyle, olgunluğuyla herkesin saygısını kazanmıştı. Bir gün Sâmırâ’da babamın yanındaydım, bir tören günüydü, herkes bölük bölük girip çıkmadaydı. Bu sırada babama «Ebû Muhammed» geldi dediler. O dönemde Halîfeden, onun yakınları olan birkaç kişiden başka kimse künyesiyle anılmazdı; künyeyle anılmak büyük bir şerefti, büyük bir saygıydı. Babam; «Tez buyursunlar» dedi. Biraz sonra uzun boylu, esmer benizli, güzel yüzlü birisi, vakarla içeriye girdi. Babam onu görür görmez yerinden kalkıp birkaç adım atarak karşıladı; yüzünü, göğsünü öptü, elinden tutup oturduğu yerin yanı başına aldı, oturttu. Bir müddet konuştular sonra babam onu uğurladı. Ben bu zâtın kim olduğunu merak ediyordum. Memurlardan sordum, birisi; «Tanımıyor musun?» dedi. «Ali evlâdından Hasan’ül Askerî’dir» dediler. Geceleyin, babama da sordum. Babam; «O» dedi, «Öyle bir kişidir ki; hilâfet Abbas oğullarından alınsa, halîfeliğe ondan lâyık hiçbir kimse yoktur. Şiâ’nın önderi Ali oğlu Hasan’dır o. » "
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’ye hizmet eden Ebû Hamza Nasır diyor ki:
"Çok defa Hz.İmâm’ın, bazı kişilerle; Türkçe, Farsça, Rumca ve başka dillerle konuştuğunu duydum ve kendi kendime Medine’de doğduğu halde, bu dilleri nasıl biliyor diye şaştım. Bana; «Böyle olmasa» dedi; «Hüccet’le ona uyanlar arasında nasıl fark olur? »
«Kendî» isimli bir hoca, Kur’ân-ı Kerîm’de, kendince bulduğu tenâkuzlara dair bir kitap telifiyle meşguldü. Bir gün talebesinden birkaçı, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi görmeye gelmişti. Hz.İmâm onlara; «İçinizde, üstadınıza cevap verecek dirayetli biri yok mu?» dedi. Onlar; «Biz onun talebesiyiz, üstadımıza itiraz edemeyiz» dediler. Hz.İmâm; «Söyleyeceğim sözleri, biriniz ona söylesin; cevâbını da gelip bana bildirsin» deyip, içlerinden birine; Üstadın huzûruna çık, hürmetle ona de ki; «Aklıma bir soru geldi, bunu da sizden başka hiç kimse bilemez. Kur’ân-ı söyleyen, sizin anladığınız anlamlardan başka bir anlam kastetmiş olamaz mı? Bu takdirde Kur’ân’daki anlamlara ait yorumlarınız yersiz olamaz mı?»
Talebe, Hocası Kendî’nin yanına vardı ve bu soruyu sordu. Filozof Kendî, biraz düşünüp; «Sorunu bir daha tekrarlasana» dedi. Soru tekrarlanınca biraz daha düşünüp; «Evet» dedi. «Lügat ve fikir bakımından, bu mümkündür; Allah aşkına doğru söyle; sen henüz böyle bir düşünceye varacak derecede değilsin; bu soruyu kim öğretti sana?» Talebesi; «Doğrusu bu soruyu bana Ebû Muhammed Hasan belletti.» Kendî; «Şimdi doğruyu söyledin, böyle soruları; ancak o soy mensupları sorabilirler; onlar gerçeği aydınlatırlar» ve bu hususta yazdığı müsveddeleri yok etti."
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin; ataları gibi Hz.Resûl-ü Ekrem gibi lûtuflarına, keremlerine sınır yoktu; kendisinden isteneni, fazlasıyla verirdi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî;
"Cennette bir kapı vardır, adı Ma’ruf’tur; o kapıdan; hayır sahiplerinden, iyilik edenlerden başkaları giremezler; Allah’a hamdolsun ki ben, halkın ihtiyacını gidermeye çalışmadayım" dedikten, sonra Ebû Hâşime bakıp; "Sizde bu yolda yürüyün çünkü; bu dünyada cömertlik edenler, iyilikte bulunanlar, âhirette de ma’ruf olurlar" demiştir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî; bilgiye, irfâna pek büyük bir önem verirdi ve bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Bütün dünya ve dünyada ne varsa hepsi bir lokma olsa, bende o bir lokmayı alsam da; bilen, îman ve irfân sahibi olan birisine versem, yine de onun hakkını ödeyememekten korkarım. Ama bilgisiz, kötü bir kişiye, bir yudumcağız su versem aşırı gittiğimden, israf ettiğimden korkarım."
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, "Ehl-i Beyt’e" uyanlara da şu sûretle öğüt verirdi:
"Allah yolunda iyilikte bulunandan, yâhut günah işleyenden, kimden olursa olsun size emanet edilen şeyleri korumanızı, emanete hıyânet etmemenizi tavsiye ederim.
Komşularınızla, halkla iyi geçinin, onları dolaşın, hastalarının hatırlarını sorun.
İçinizden biri; doğru söyler, güzel işlerde bulunur, İslâm’ın edeplerine riâyet ederse halk, bu kişi «Ehl-i Beyt’in» yolunda der; buysa bizi sevindirir; bizim övüncümüz olun; buna gayret edin; başımızı yere eğdirecek hareketlerden çekinin; bize halkın sevgisini celb edin; bizden onların kötü zanlarını, bize lâyık olmayan düşüncelerini giderin; çünkü biz hakkımızda söylenecek her çeşit iyiliklerden, övüşlerden üstünüz; o övüşlere daha da lâyıkız.
Aleyhimizde söylenecek kötülüklerden ise uzağız; bizim Peygamber’e yakınlığımız var; Kur’ân, hakkımızı tayîn etmiştir, «Tathir âyeti» Allah tarafından bizim hakkımızda inmiştir. Bizden başka kim o âyeti kendisine nisbet ederse yalan söylemiş olur."
Akıykıy-ı Behsâyişi, Hz.İmâm Hasan’ül Askeri’nin, Müslümanların birleşmesine dair bir mektubunu, yazılı kaynaklardan sunar:
"Müslümanları bir ailenin fertleri bilmen vazifendir; yaşlıları baba yakınlığındadır, küçükleri evlât, yaşıt olanlarıysa kardeş. Bunu böyle kabul edersen, nasıl olur da onların birine zulmedebilirsin? Bu böyle kabul edilince kim bir başkasının aleyhinde bir adım atabilir? Yahut onun aleyhinde bulunur, yahut da zararına çalışabilir?
Şeytan, öbür îman kardeşlerinden daha yüce, daha üstün olduğuna dair gönlüne bir şüphe salarsa, ondan üstün olduğunu sandığın kişi senden yaşlıysa, o elbette benden daha fazla hayırlı işlerde bulunmuştur, benden fazla iyilik etmiştir de; yok eğer senden küçükse, ben de ondan daha çok suç işlemişimdir, ondan daha fazla isyân etmişimdir; o hâlde, o benden çok daha iyi. O kişi, seninle yaşıtsa, ben işlediğim suçları biliyorum;ama onun suçlu olup olmadığına şüphem var; nasıl olur da şüpheyi yakından üstün tutarım de.
Şunu bil ki insanların en iyisi; iyiliği, hayrı insanlarca bilinen; fakat kendisi halkın ayıplarını, gizli şeylerini yaymayan kişidir."
Onikinci İmâm’ın Mehdî olduğu hakkındaki hadîsler ve Şiâ’nın Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi, Onbirinci İmâm tanıması, Abbas oğullarının telâşını, ürküntüsünü büsbütün arttırmıştı.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin henüz çocukları olmamıştı; fakat bu, doğru muydu? Buna bir türlü inanamıyorlardı. Onun içinde Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin evi dâimâ göz altındaydı; kendisini zindana attırmaktansa, bu daha da emin bir çareydi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, halîfe Mu’temid tarafından da birkaç kere hapsettirilmişti. Bu suretle devrin iktidarı; hem Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’yi Şîa’yla görüştürmemiş oluyor, hem de çocukları olmasını engelliyor, kendileri de göz altında bulunduruluyordu. Halîfe Mu’temid zindandaki memurlardan, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî hakkında dâima haber almakdaydı; fakat Hz.İmâm’ın ibâdetten, namaz ve niyâzdan başka birşeyle uğraşmadıklarını haber alabiliyordu, yalnız her gününü oruçla geçirmekdeydi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, kendisine evden gönderilen yemeği zindandakilerle beraber yiyordu. Hz.İmâm Hasan’ül Askeri, bir kerede, Otamış adlı birinin murâkabası altında hapsedilmişti. Bu adamcağız Ali evlâdına pek düşmandı, Hz.İmâm’a iyice eziyet etmeyi kurmuştu; fakat Hz.İmâm’ın heybetiyle güzelliği, lütufları, mürüvveti, Rabbine karşı muhabbeti, itâati bu zâtı şaşırtmıştı. Ali evlâdına riâyet eden bir kişi oldu.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî son defa Hicret’in 266. yılında hapsedilmişti. Bir gün annesine; "Bu yıl bir eziyete uğrayacağım" dedi. Annesi ağlamaya başlayınca; "Ağlamanın, üzülmenin çaresi yok" demişti ve o yılın Safer ayında memurlar gelip kendisini almışlar, zindana koymuşlardı. Kardeşleri Cafer de kendisiyle beraber zindana atılmıştı.
Birkaç gün sonra Halîfe Mu’temid, zindancıyı çağırdı;
"Git, imâm’a selâmımı söyle, evine gidebilir" emrini verdi. Memur, zindan kapısına gelince orda eğerlenmiş, gemi vurulmuş bir atın durduğunu gördü. Kapıyı açınca baktı gördü ki; Hz.İmâm Hasan’ül Askerî giyinmiş, kapıda bekliyordu. Memur, Halîfe Mu’temid’in selâmını ve emrini söyleyince Hz.İmâm bir müddet durduktan sonra;
"Git, Mu’temid’e söyle, benim çıkmam Cafer’in kalması ayıp bir şey olur, onunla geldik onunla çıkacağız" dedi.
Zindancı gidip bu hâli Mu’temid’e bildirdi. Halîfe Mu’temid:
"Cafer’i de kendisine hürmetten bırakıyorum, yoksa onu hem bana, hem kendisine karşı suçlu gördüğümden hapsetmiştim" demesini zindancıya emretti. Zindancı, dönüp Mu’temid’in sözlerini bildirdi ve her ikisini de bıraktı.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicri 266. yılı Rebiülevvelin ilk günü rahatsızlandı, 8. gününe doğru hastalığı arttı. O gün sabahleyin Hakk’a yürüdü. Hz.İmâm Hasan’ül Askerî yıkanıp kefenlendikten sonra kardeşi Cafer, namazını kılmak üzere geldiği sırada, Onikinci İmâm Sâhib’ül-Emr gelip Cafer’in eteğini çekerek; "Amca" "Babamın namazını kılmaya benim senden daha çok hakkım var." dedi. Cafer geri çekilmek zorunda kaldı. Zamanın İmâmı Muhammed Mehdi babasının namazını kılıp son hizmetlerini yerine getirdi.
Bütün bunlardan sonra Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin Hakk’a kavuştuğu halka duyuruldu. Şehir umumi bir yas havasına büründü. Dükkanlar kapandı, herkes toplandı, cenaze evden çıkarıldı, şehirde gezdirildi.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin, Halîfe Mu’temid tarafından zehirlettirilerek şehit edildiği sanılmaktadır.
Hz.İmâm Hasan bin Ali’nin ve Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’ın;
"Bizden hiçbir kimse yoktur ki; katledilerek veya zehirletirilerek şehit olmasın" dediğine göre bu rivâyet doğrudur.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî Hakk’a yürüdükten sonra, Halîfe Mu’temid tarafından gösterilen ihtişam, kefeninin açılıp halka, Ali evlâtlarına, Hâşim oğullarına gösterilmesi, eceliyle vefât ettiğini ıspatlamak için çabalamaları da, bu rivâyetin doğruluğunu gösterir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî, Hicri 260. yılı (Milâdi 1 Ocak 874) Rebiülevvel ayının 8. gününde, Hak’ka kavuştuğunda 28 yaşında idi. İmâmeti 5 yıl, 8 ay, 5 gün’dür. Soyu tek evlâdı Hz.İmâm Mehdî’den yürümüştür.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin; tefsirleri, mektupları, risâleleri ve kısa sözlerden oluşan çok değerli yazılı eserleri mevcuttur. Türbesi Samarra-Bağdat’tadır.
Kendisinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Muhammed Mehdî’ye geçmiştir.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin bugün elde bulunan eserleri şunlardır:
1. Tefsirleri,
2. Kısa sözleri,
3. Mektupları,
4. Helâl ve harama ait risâleleri.
Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’nin, bu eserlerindeki sözlerinde ve nasîhatlarında, insanlık için alınacak önemli dersler vardır.
Sözleri:
Allah’tan çekinin. Dîne ve insanlığa kir değil, süs olun. Kendinizi halka sevdirin. Kendinizden kötü isnâdları giderin.
Allah’tan çekinmenizi, dinde ihtiyâtla hareket etmenizi, Allah yolunda çalışmanızı tavsiye ederim. Her zaman ve her yerde doğru sözlü olunuz. Size emanet edilen şeyi, bu emaneti yapan ister iyi bir insan, ister kötü bir insan olsun, mutlaka yerine getirin.
Başkalarında görüp de beğenmediğin şeyler, seni terbiye etmeğe yeter.
Bâtıl benliğine binen, nedâmet evine konar.
Beli kıran şeylerden biri de, gördüğü iyiliği örten ve kötülüğü yayan komşudur.
Biz ancak hakkımızda söylenen güzel sözlere lâyıkız. Bize isnâd olunan her kötü sözden ise uzağız. Allah’ın kitabında hakkımız var.
Resûlullah’a yakınız. Cenâb-ı Hak bizi tertemiz etmiştir. Hakkımızda kötü zânda bulunan, bize bir kötülük isnâd eden ancak yalancıdır.
Budala kişinin yüreği, ağzındadır. Akıllı kişinin ise ağzı, yüreğindedir.
Cömertliğin de bir derecesi vardır. O dereceyi aştı mı, cömertlik artık isrâf sayılır. Nitekim yiğitliğin, kahramanlığın da bir derecesi vardır. O derece aşılırsa kızgınlık, kudurganlık olur. İktisadın da bir hududu vardır. Bu hudut aşıldı mı, hasislik başlar.
Çok uyuyan, çok rüya görür.
Düşmanın en az hilekârı, sana olan düşmanlığını ap-açık gösterendir.
Gönül alçaklığı, öyle bir nimettir ki, hiç kimsenin hasedini çekmez.
Hayır eken, hayır biçer. Şer eken, pişmanlık biçer. Kim ne ekerse ancak onu biçer.
Her kötülüğün anahtarı öfkedir.
İnsanlardan çekinmeyen, Allah’tan da çekinmez.
Kederli olan bir kimsenin kederine saygı gösterin. Böyle bir kimsenin yanında sevincini göstermek, edebe sığmaz.
Komşularınızla iyi geçinmeğe bakın. Hz.Muhammed bunu emretmiştir. Dostlarınızı, yakınlarınızı ziyaret edin. Hastaların hatırını sorun. Cenazelerde hazır bulunun, kimsenin hakkı üzerinizde kalmasın, borçlarınızı ödeyin.
Lâyık olmayan bir kimseyi öven, haksız olarak birine bir kötülük isnâd eden adama benzer. Yaptıkları iş arasında fark yoktur.
O ne kötü bir kuldur ki; iki yüzlü, iki sözlüdür. O, kardeşini yüzüne karşı metheder de arkasından etini yer. O, kardeşine bir şey verilecek olsa kıskanır. Başına bir felâket geldiği zaman ise onu hemen kötülemeğe kalkışır.
Sizden biri ihtiyâtla hareket eder, doğru sözlü olur, insanlarla iyi bir hûyla geçinirse ve onu herkes severse, bu beni sevindirir.
Suç işlemeyi terk eden makbûl bir kuldur.
Şaşılmayacak bir şeye gülmek bilgisizliktir.
Şükretmeyen, şükretmesini bilmeyen, nimet nedir bilmez. Uğradığı nimet karşısında buna şükreden, nimetin kadrini bilip anlayandır.
Yüz güzelliği dış güzelliktir; aklın, zekânın güzelliği ise öz güzelliktir.