ADALET UĞRUNDA BİR ULU ŞEHİT
Dr. Asghar Ali Engineer *
Muharrem’in onuncu günü, bütün müslümanlar, ama özellikle Şii (ve Alevi-Bektaşi, İ.K.) müslümanlar için matem günüdür. Bu gün, Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçüşünün(Hicret’in) 61. yılında (M.680) torunu İmam Hüseyin’in şehit oluşunu bize anımsatır.
İnsanların konuya ilişkin olarak sorduğu temel soru şu: Niçin İmam Hüseyin şehit olmayı seçmek zorundaydı? Bu bağlamda, İslam’ın, herşeyin ötesinde, toplumda temel değişiklikler yapmaya hedeflennmiş bir tasarım olduğunu göstermek ve buna dikkat etmek gereklidir. Kuran, adaletin önemini ısrarla vurgulamakta; sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir toplum, çogunlugun arzu ve istekleri pahasına, azınlığın zenginliği elinde tutma-istifleme hırsından uzak bir toplum idealine öncelik vermektedir.
Peygamber kendi kişisel örneklemesiyle süreci harekete geçirmiş; tam anlamıyla adil bir biçimde, mustad’ifin’i, yani toplumun alt kesimlerini-yoksulları, mustakbirin’e üst tabakalara karşı güçlendirmiştir. Bununla birlikte, ideallerin en yumuşağıyla bile çesitli çikar çevrelerini yok etmek kolay değildir.
İslamın toplumsal tasarımı, Peygamber’in ölümünü izleyen birkaç yıl içerisinde sıkıntıya girdi. Halifeliğin ilk yıllarında İslamın yayılma sınırlarının hızlı bir biçimde genişlemesiyle, çesitli güçlerde çikar çevreleri artmaya başladı. Karşilıklı danışma tartışma üzerindeki vurgusuyla, İslam toplumunun demokratik ruhu zayıflatılmaya başladı; yolsuzluk ve zorbalık (baskıcı yönetim) alabildiğine arttı kaldırdı.
Kutsal Peygamber’in, Abuzer Gaffar gibi sahabileri bu duruma karşı çikti; servet biriktiren ve yönetim erkini kendi ellerinde toplamaya çalisanlari uyardı. Fakat Gaffari uyarılarında başarısız oldu ve kendisi Rabza çölünde, terkedilmiş olarak öldü. İslam’da hanedan yönetimine yer yoktu, ancak Peygamber’in ölümünün henüz otuz yılı içindeyken bir hanedan (Emevi sülalesi İ.K.) yönetimi biçimi doğmuştur.
İslam tarihinde ilk monarch (Monarkhos/s: Yönetim erkini tek elde toplayan, kral, hükümdar, padişah vb. İ.K.) Muaviye’in oğlu Yezid oldu. İslami değerlere derinden bağlanmış olan Müslümanlar bu gelişmeden incindiler. Fakat bütün diğer hükümdarlar gibi, Yezid karşi çikislara karşi acımasız baskılara başvurdu.
Küfe kenti, Yezid’e karşı direnişin ana merkeziydi. Bu kentte, fethedilen ülkelerden gelmiş Arap olmayan büyük bir nüfus vardı. Her ne kadar İslam, insanlar arasından her türlü ayırımcılığı kaldırmışsa da, Arapların çogu kendi ayrıcalıklarından vazgeçmeğe hazır değillerdi. Kendileri ile İslamı kabul etmiş Arap olmayanlar arasında, onlara Arapların köleleri (mevali) gibi bakarak ayırım gözetmeğe başladılar. İslam dinini kabul etmiş, adalet beklemekte olan bu insanların kendileri de karşi ayrımcılığı hissettiler ve çok geçmeden aralarında derin bir huzursuzluk, kargaşa yayıldı.
Küfe aynı zamanda, Peygamber’in damadı Hz. Ali’nin yandaşları Aleviler’in (Alids) merkeziydi. Hz. Ali, halife olduğu zaman Küfe’yi başkent yapmış ve burada, tıpkı Peygamber gibi, tam anlamıyla adaleti uygulamış olduğundan dolayı, destek için onu ve ailesini arayan Arap olmayan halka merkez görünümü kazanmıştı.
Kuran’a ilişkin öğretilerin hoşgörü gösterdiği-temsil ettiği herşeyi ortadan kaldırmakla meşgul olan ahlaksız ve zorba Yezid’e karşi ikendilerine önderlik yapması için, Ali’nin yaşayan oğlu ve ardılı İmam Hüseyin’i çagiran Küfe halk oldu.
Yezid bütün Müslümanların görebildiği gibi, İslam devrimini ve onun adaletli bir toplum öngörüsünü baltalayarak, geriye çeviren bir karşi-devrimciydi.
İmam Huseyin, doğallıkla Yezid’i, İslam dünyasını yönetecek bir halife olarak kabul etmeyi reddetti. O, İslam dünyasının ruhuna karşi harekete geçen, kardeşi İmam Hasan ile Muaviye arasında yapılan andlaşmaya, yani Muaviye’nın ölümünden sonra Halifeliğin halka (halkın arzusuna) bırakılacağı maddesine aykırı hareket eden bir gasıpçı, bir zorba olarak gördü Yezid’i. İşte bunun için İmam Hüseyin, Yezid’e karşi mücadelelerinde Küfe halkına önderlik etmeye razı oldu
Olayların bu biçime dönüşüne öfkelenen Yezid, Küfe’nin sevilen valisini alarak, yerine İbn-i Ziyad adında zalim birini atadı. İmam Hüseyin’i Küfe yolundayken kuşatıp, ya onu zorla teslim alması ya da öldürmesi için askeri birlikler gönderdi. İmam ve yanındakiler Kerbala’da kuşatıldı ve üç gün(?) boyunca sudan ve yiyecekten yoksun bırakıldılar. Hicretin 61.yılında Muharrem’in onuncu günü İmam ve 72 yandaşi Yezid’in kuvvetleri tarafından katledilmişlerdi.
Hüseyin, İslam devriminin ana ilkeleri olan adalet ve eşitliği savunurken yaşamını verdi. O, İslamın ilk ve en büyük şehididir, Şehid-i Azam’dır Hüseyin. Müslümanlar 1400 yıldır, her Muharrem ayında, onun yiğitlik ve dürüstlüğünü-adalet düşüncesini anarak, takdir ve övgülerini sunmaktadırlar.
(İngilizceden çeviren: İsmail Kaygusuz)
HALİFE ALİ (ö. 661) SONRASI SİYASİ OLAYLAR, BÜYÜK DİRENİŞ SİMGESİ KERBELA VE KERBELA’NIN ÖCÜ
Ismail Kaygusuz
Sabailik inanç ve öğretisine felsefi açınımlar getiren, genişletip geliştiren ve çogu kurucularının adlarıyla anılan alevi hareketleri Şehristani’nin verdiği bilgileri temel alarak sırasıyla incelemeyi sürdüreceğiz. Bunlardan bazıları toplumsal ve siyasi hareketler biçiminde örgütlenmis ve kitleleri peşine takarak egemenlere karşi ayaklanmış. Zalimlere başkaldırmış, direnmiş, çokça kırılmışlar; yeniden toparlanmışlar. Bazıları ise marjinal gruplar olarak toplumu ve yönetimleri sarsmış, inançları uğruna canlarını seve seve vermekten çekinmemislerdir. Ancak bunları tek tek incelemeye geçmeden önce, elbette ki Ali sonrası tarihsel olayları, gelişmeleri ve özellikle Kerbela olayını gözden geçirmekte yarar var.
Önce J. Wellhausen’in Ali sonrası siyasi analizine kısaca göz attıktan sonra dönem hakkında görüş ve yorumlarımızı sürdürelim.
“Ali, Osman’a karşı yapılan ihtilal hareketindeki grup başkanlarının önemli dayanağını oluşturan Iraklıları yanında tutmayı başarmış. Yönetim merkezini Küfe’ye taşiyarak, dönek rakipleriyle kanlı bir çekismeden (Talha, Zübeyr, Ayşe ve Camel savaşı kastediliyor. İ.K.) sonra da olsa Basrayı kendi tarafına kazanmıştı. Muaviye’nin arkasında, uzun zamandan beri yönetmekte bulunduğu Suriye duruyordu. Onunla Ali arasındaki mücadele bir Suriye-Irak savaşina dönüştü. Bu mücadele Ali’nin öldürülmesiyle Iraklıların aleyhine sonuçlandı. Ancak bunlar Muaviye’nin kurduğu devlet içindeki birliğe zorla ve görünüşte katıldılar. Ali, ölümünden sonra Suriye boyunduruğuna karşi muhaliflerinin bayrağı oldu. Iraklılar, Küfe’nin İslamın merkezi olduğu ve devletin merkez hazinesinin sahip bulunduğu kısa devreyi, idealleri olarak anılarında korudular. Böylece Irak’a yerleşen Şia önceleri parti değil, bütün eyaletin siyasi düşüncesinin ifadesiydi. Hemen hemen bütün Iraklılar ve özellikle Küfeliler, tek tek değil bağlı bulundukları kabile başkanlarıyla birlikte Şii’ydiler. Aralarında derece farkı olmakla birlikte Ali bunlar için, yurtlarının kaybedilmiş ihtişamı, yitirilmiş büyüklüğü anlamına geliyordu. Yaşadığı yıllarda sahip olmadığı, şahsına ve ailesine karşi büyük hürmet ve itibar, işte bu düşünceden doğmuştur. Ancak, Ali’nin adına bağlı gerçek kült, karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet göstermekteydi. Muaviye, Irak’ı itaatı altına alır almaz, Mugira b. Şube’yi Küfe’ye vali olarak atadı. Ondan her Cuma namazında mimberden Ali’ye lanet okumasını, küfretmesini istedi…” (J. Wellhausen, agy s.90vd.)
J. Wellhausen, bu siyaset analizinde kuvvetle altını çizmemis olsa da, aslında çok önemli olan Ali’nin adına bağlı ikili muhalefet gerçeğini ortaya koyuyor. Birincisi, başta Küfeliler olmak üzere Irak eyaleti kentlerinde yaşayan büyük toprak sahipleri, kabile başkanları ve beş yıllık hilafet döneminde Ali’nin yönetim çevresini oluşturan askeri aristokrasisi gibi sınıfların Şii muhallefetiydi. Bu ayrıcalıklı yüksek sınıflar “kaybetmiş oldukları ihtişamlarına” kavuşmak, “merkezi devlet hazinesini” ellerine geçirmek için Ali’yi bayrak yaparak partileşmiş Şia idi.
Bunlar çıkarlarının doğrultusunda Ali yandaşi, yani Şia olmuşlardı. Yaşadığı muhalefet yıllarında ona itibar etmeyen bu kesimlerin amacı, şimdi Ali’nin anısını ve evlatlarını kendilerine bayrak yapıp kitleleri peşlerinden sürükleyerek – sadece Şam’ın boyunduruğuna muhalefet etmek için değil- iktidarı onların adına elde etmek ve kendileri kullanmaktı. İktidarı hem zor kullanarak hem de siyasi hilelerle ele geçirmiş Şam yönetimini oluşturan sınıflardan farkı yoktu. Ancak Şamdakiler daha güçlü, baskın ve zorbaydılar. Küfe’deki bu yüksek muhalif sınıfların dini de -adının Şii olması hiç farketmiyor- ortodoks İslamdı. Birisi, yani Emeviler Ali’den nefret ederek, onu lanetleyerek İslam İmparatorluğunun başinda oturmakta. Diğeri ise, yani Iraklı Şiiler Ali sevgisi gösterisi içinde onun adından ve aile bireylerinden yararlanarak iktidarı yakalamak umuduyla muhalefet oldular. Ama savaşım gerektiğinde, göğüs göğüse vuruşmak gerektiğinde saf değiştirmekte tereddüt etmediler. Örnegin Küfeli Şiiler çok sever göründükleri Ali’ye de yaptılar; oğulları Hasan’a ve Hüseyin’e de, Hüseyin’in torunu Zeyd’e de… Üçünü de kandırıp katledilmelerine neden oldular. Çünkü üst sınıflar olarak kesimsel çeliskileri sadece toprak, ganimet ve köle paylaşimından az veya çok kazançlı çikmakti. Çeliskileri, yaşamda kalıp kalmama, can pahası mücadele değildi. Bu sınıfların iktidar ve muhalefetler olarak yaşaması, avam (çogl.amme) diyerek aşağıladıkları halkın; yani yoksul çogunlugun ve emekçi kölelerin sömürülmesine, onların tam bir baskı altında tutulmasına bağlıydı.
O dönemde muhalif halk çoğunluğu da, Ali’ye ve onun soyundan gelenlere, yani Ehlibeyt soylulara karşi nefret ve sevgi temelinde bölünmüşlüğü yaşiyordu. Sınıfsal çikarlari çelistigi için Şam iktidarı, ne Ali hilafeti yönetim çevresi tarafından Nehrivan’da kırılan Haricilere yardımcı olmuş, ne de onu katlettikten sonra, bu büyük nefretlerinden dolayı onlara sahip çikmistir. Tam tersine 657’den 749’lara, yani Emevi hanedanlığı yokoluncaya dek Harici hareketlerini heryerde ezmiştir. Uzun dönemli bir halk hareketi olan Haricilik, dönemin nesnel koşullarında yanlış yönlendirilmiş, yaratılmış kabul ettikleri Kur’an’a daha fazla bağlı ve daha iyi müslüman olduğunu iddia eden ortodoks karakterli başkaldırılar olarak sürdü. Gelecekte Abbasiler zamanınında alevi halk hareketleriyle bütünleşip kaybolacaktır…
Wellhausen’in Ali sonrası siyasi analizinde belirttiği ve “Ali’nin adına bağlı gerçek kült, karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet göstermekteydi”cümlesiyle geçiştirdiği ikinci muhalefeti kuşkusuz Sabailer oluşturuyordu. Yukarıda açıkladığımız gibi, Ali’nin 661’de katledilmesinden sonra Abdullah İbn Saba’nın onun ölmedigini, gökyüzünde bulutlara büründüğünü ve başka bir donda soyundan gelenlerle dünyaya inip kendilerini kurtaracağını yayıyordu. Halife olmasında çok önemli rol oynamış Sabailer’in, Küfe merkez yapıldıktan sonra Ali’nin Küfeli Şii hilafet çevresi tarafından geri plana itilmiş olduğu kesindir.
Ölümünden sonra da Iraklı Şii muhalefet, Ali’yi tanrılaştıran bu muhalefet grubu yanına almamış, tam tersine gulat (aşirı, taşkın) sayıp dışlamış ve haklarında aynı şeyi düşünen düşmanları Emeviler karşisında yalnız bırakmaktan çekinmemislerdir. Ali’ye isnat edilen ‘Abdullah İbn Saba ve yandaşlarını ateşe atan’ bizzat Emevi yönetimiydi. Ama, sadece ortodoks İslam adına, Ali’nin tanrılığına inandıkları için değil, daha çok onları Osman’ın katilleri olarak ateşle cezalandırılmış olmalılar. Demek ki, yeni başkaldırı hareketlerine gözdağı vermiş oluyorlardı.
Böylece önderleri öldürülen Sabailer yeraltına itilmişler, Julius Wellhausen’in dediği gibi “Ali’ye bağlı gerçek kült (inanç) karanlık tarikatın kucağında” yoksul halkın, kölelerin-azatlıların kinleri gelişip büyüyordu. Muaviye ile uzlaşmak zorunda kalmış İmam Hasan’a ne de Kerbala öncesi Hüseyin’e yaklaşamadıkları anlaşilıyor. Ama, Ali’nin ölümünden 20 yıl sonra Kerbala’nın öcünü almak için Kaysaniler (Hanafiyya-Muhtariyya) olarak ortaya çikmalari, onların Muhammed İbn al-Hanefi (Hasan’la Hüseyin’in üvey kardeşi) çevresinde güçlendiklerini gösteriyor. Bu yıllar içinde Hasan ve Hüseyin’in Emevi yönetimiyle mücadeleleri ve Iraklı Şiiler’in tutum ve davranışlarına bir göz atıp, Kerbela olayına girelim..
1 Ali Gibi Barışcıl Siyaset İzleyen Hasan ve Muaviye Anlaşması Üzerine
Sünni İslam dışında ve kendilerini Caferi diye adlandıran Şiiler ile Alevi-Bektaşiler İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için yas ayı kabul ettikleri Muharrem ayında oniki gün oruç tutarlar. Her yıl Kurban bayramının ilk gününden itibarın, üçüncü haftanın son günü başlatılan İslamın bu kesimleri için Muharrem orucu, aynı zamanda Tanrıya ibadet olarak algılanmaktadır. İmam Hüseyin’in şehit edildiği gün olan orucun sonunda Şiiler, zincirlerle döverek, kesici aletlerle yaralayarak kendikendilerine işkence ederler. Bu şekilde ıztırap çekerek, İmam Hüseyin’in o korkunç ve dayanılmaz acılarına ortak olduklarına inanırlar. Alevilerde ise hiç su içmedikleri Muharrem orucu, onikinci gün aşure çorbasinin pişirilip dağıtılmasıyla son bulur. O gece Cem yapılır ve Kerbela olayını anlatan, saz eşliğinde özel makamla okunan Mersiyeler (ağıtlar) söylenir; şehitler için ağlar, gözyaşi dökerler ve Yezid’e lanet okurlar Cem’e katılmış olan canlar. Yine Alevi-Bektaşilerin Muharrem dışında da Görgü Cemleri, ‘Cem Birleme’ adını verdikleri törende, su ya da şerbet dağıtılırken, İmam Hüseyin ve Kerbela şehitlerini anan övgü ve sevgi nefesleri söylenerek (tevella), Yezit ve Muaviye’ye lanetler okunarak (teberra) sona erdirilir.
İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Kerbela kırımı ve İmam Hasan ile Hüseyin üzerinde, nesnel bakış açısından yaklaşimla yorumlamayı deneyeceğiz.
Ali, harici İbni Mülcem tarafından şehit edildiğinde (661) ikinci imam Hasan otuz yedi yaşinda bulunuyordu. Al Müctaba (seçkin, seçilmiş) sıfatını taşiyan Hasan’ın Muaviye’ye boyun eğmesi ve onu İslam halifesi olarak kabullenmesi iki türlü değerlendirilmektedir: Birinci değerlendirmede Hasan acımasızca eleştirilerek halifeliği savaşsız Muaviye’ye teslim ettiği için onunla alay edilmiş. Batılı ve tarafsız (!) görünen bazı tarihçiler tarafından, kadınlara aşirı düşkün, öngörüsüz, iktidarsız, lüks ve rahat yaşam isteyen biri olarak betimlenmiştir. Hatta J. Wellhausen, “Hasan, hak ve hukukunu şerefsizce satmıştır”diyerek hakarete kadar vardırmıştır. ( Julius Wellhausen, Çev. Fikret Işiltan, agy., Ankara-1989, s. 157) Avrupa merkezci idealist tarihçiler, İmam Hasan’ı alçaklık ve korkaklıkla suçlamış; Emevi ve Harici yandaşi, daha sonraları Abbasi dönemi Sünni tarihçi yazar ve şairlerin anlattıklarını temel almışlardır.
Şii tarihçi ve yazarlar ise bu değerlendirmeyi asla kabul etmezler. Onlar, Küfeli Şiiler ve orada bulunan ordunun başindaki Ali’nin Medineli ve Mekkeli dostları tarafından seçilen Hasan’ın halifelikten çekilmesini, alçakça bir zayıflık ve korkaklık değil, tersine gerçekçi ve şefkat-merhamet dolu bir olay olarak gösteriyorlar.
Yaklaşık 40 bin kişilik ordunun başinda, babasının öcünü almak için Haricileri takibeden Hasan, Muaviye’nin başinda bulunduğu Suriye ordusuyla karşilaştı. Kendisine haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür yandan Küfeliler arasına soktuğu gizli adamlarıyla yaydığı yalan haberler ve dağıttığı rüşvet Hasan’ın ordusunu parçaladı. Çesitli kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştü ve Hasan’ı yüzüstü bıraktılar. Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı Muaviye ordusuna katıldı.Hatta Hasan’nın çadirini yağmalamaya giriştiler. Dolayısıyla Hasan yanında kalan bir avuç yandaşi ve yakınlarının kanı dökülmesin diye halifelikten vazgeçip Medine’ye çekildi. (Moojan Momen, An Introduction to Shi’i Islam, Yale University Press-1985, s.26-27)
Elbette ki Hasan, ne bir korkak ve alçak, ne de onursuzca hukukunu satmıştır. Ancak İmam Hasan; çok kurnaz bir politikacı olduğu kadar, hem silah hem de ekonomik zenginliği elinde bulunduran egemen sınıfların temsilcisi Muaviye tarafından rahatlıkla tuzağa düşürülecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. Hasan’ın hasmı öylesine kurnaz ve hilekar politikacıydı ki, Sıffin savaşinda kaybetmek üzere olduğu anda bile durumu lehine çevirebilmisti. Oysa Ali, Muaviye ve Amr ibn ül As’ın hileleriyle, yendiği halde yenilmiş sayıldığı sözü edilen savaşin hemen arkasından, toparlanamadan Muaviye’nin üzerine gitmesi gerekirken, arkadan vurmamaları için kendisini terkeden Hariciler’e yüklenmiş ve bir süre sonra onların büyük bir kısmını Nehrivan’da kılıçtan geçirmişti. Küfe’yi Halifelik merkezi olarak hazırladıktan sonra bunu yapması Muaviye’yi daha da güçlendirmiş, hatta bu arada aynı hilekar siyasetiyle Mısır eyaletini de ele geçirmişti.
Hasan’ın durum değerlendirmesi yapmadan, gücünü ve ordusunun sadakatini tam anlamadan, asıl düşmanını gözden kaçırarak, salt babasının öcünü almak için Haricilerin üzerine gitmesi doğru değildi. Çevresinin etkisiyle Hasan’ın bu aceleciliği, Muaviye’nin çok işine yaradı. Muaviye, Küfe’deki Halifelik yönetim çevresindeki sınıfların tereddütlerini ve Hasan’ın asıl, bir toplumsal ihtilalle babasını halife yapmış olan aşağı sınıflardan halklarla, yani Sabailerle ilişkilerinin kopukluğunu gördü. Çikar gruplarını rahatlıkla satın aldı. Müzakereler sırasında Hasan’a, kendi durumlarının tıpkı Ebubekir ile Ali arasındaki halifelik anlaşmazlığına benzediği haberini göndermişti. Ebubekir’i tutan kabile şeflerinin çoklugu yanında, yönetime daha layık olsa bile Ali’nin zayıf oluşu, onu evine kapanmaya zorunlu kılmıştı. Hasan’ın böyle yapmak zorunda olduğunu açık açık söylüyordu. İşte Hasan, Muaviye’nin bu değerlendirmesinin doğruluğunu görerek, babası gibi evine ve inancına sığınmak zorunda kalmıştır. 17.yüzyılda yaşamış, 4. İmam Zeynelabidin’in oğlu Zeyd soyundan gelen Senirkentli Veli Baba, Menakıbname’sinde anlaşmayı dönemin türkçesiyle şöyle anlatmaktadır:
“Hz. Murtaza’nın şehadetinden sonra bivefa Küfi’lerin (vefasız Küfelilerin) teşvikiyle Şam üzerine ordu çekmis ise de, Anbar nahiyesinde Şam askeri karşıladığından ve zati alisi bu yolda sefk-i dem (kan dökmek) istemediğinden Muaviye ile beş şart üzerine, Muaviye’nin teklifi vecihle hicretin kırkbirinci senesinde (M.661) hakk-ı hilafetini ana terketmiş. Ve ol şartlardan evvelkisi şart: Hz. Ali K.V.ye la’n ve şetim (lanet ve küfür) olunmaya. İkincisi: İmam Hüseyn Muaviye’ye tebaiyyet itmeye ve biat teklifinden muaf tutula. Üçüncüsü: Şam valisi Muaviye yerine kimseyi kaimmekam kılmayub (yerine kimseyi tayin etmeyip), andan sonra İmam Hasan Halife-i Resulullah ola. Hz. Ali taraflısı olan bazı rical (ileri gelenler) incitilmeye ve hapishanede ise koyverile. Beşincisi: Her sene İmam Hasan Basra’dan ikiyüz bin guruş ala ( Kuruş, gümüş dirhem karşılığı olabilir! İ.K.) Zira Şah-ı vilayet (Hz.Ali) şehid oldu. Yirmi iki evlad ve dört nisa’ye (kadına) sekizyüz guruşluk malı kaldı. Bu sebebten Evlad-ı Ali cümlesi fakıyr idiler. Lakin Muaviye beş şartın dördünü kabul ittim. Beşincisi La’nı Ali ve sebbi Ali (Ali’ye lanet ve küfür) olmamak kabil değildir. Meğer ki İmam Hasan kanğı camide bulunur ise, o camide sebb ve la’nı Ali olunmasın, başka olmak mümkün değildir, didi. Hah-ı nahah (ister istemez) tarafeynden kabul ittiler. Badehu (bunun üzerine) dairesi halkıyla (Hasan) Medine-i Münevvera’ye giderek kuşe-i inzivaya çekilmis idi.” (Veli Baba Menakıbname’si, Haz. Doç.Dr. Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.82)
Hasan’ın ne denli yalnız kalmış olduğu, bu koşulların ileri sürülmesi ve kabul edilmesinden anlaşilmaktadır. Sorumluluğunu yüklendiği ailesini açlığa tutsak kılmamak için, babasına cami mimberlerinden küfredilmesini bile sineye çekmistir Hasan. Kuşkusuz sadece Hasan tarafından değil, ailecek kabul edilmiştir bu onur kırıcı koşullar. Çünkü, Ali ailesinin başka kurtuluş yolu yoktu. Ancak Hasan aile içinde seçilmiş ikinci İmam olarak barışçıl (pasifist) siyasetini ölümüne kadar sürdürmek zorunda değildi. Eğer Hasan Muaviye ile savaşa girseydi, Kerbala olayıyla Hüseyin’in taşidığı büyük tarihsel onur onun olurdu. Ama Ali soyu, ehlibeyt soyu tümüyle yokolurdu. Çok hırslı ve kindar bir düşman olan Sufyan oğlu Muaviye, Hasan ve yanındakileri öldürmekle kalmaz, Medine’ye ve Mekke de saldırır tüm Haşimi sülalesinin sonunu getirirdi. Ali Muaviye için, “sen ve baban istemiyerek ikiyüzlülükle İslam’a katıldınız. Peygamberin vefatıyla da eskiye döndünüz cehaletiniz bitimsiz”, dememiş miydi? Cehalet devrinin büyük kin ve düşmanlığı bitimsiz sürüp gidecekti.
Muaviye’nin, yapılan anlaşmada Hasan’a, halifelikten vazgeçmesi koşuluyla çok cömert davrandığı görülüyor. Hasan ve yandaşlarına genel af dahil, ailesinin Medine’de rahatça yaşaması için yüklü bir mali kaynak sağlamıştı. Bazı kayıtlara göre ise, daha ileride Muaviye’nin ölümü üzerine halifeliğin Hasan’a devredileceği koşulu bile vardı. Yapılacak olan bir savaşin kendisine daha pahalıya malolacağını bilen Muaviye bunlara seve seve razı görünecekti. Halifeliğe ilişkin madde anlaşmada gerçekten varolmalıydı ki, Hasan buna inanmış ve sekiz yıl boyunca Medine’de, kendisine gelip Muaviye’ye başkaldırdığı takdirde, destekleyeceklerini söyleyen heyetlerin önerilerini reddetmiştir. Hiç kuşkusuz Hasan’ı ve kardeşi Hüseyin’i ayaklanmaya zorlayan, Ali’nin ölmedigini ve onun tanrısal özünün şimdi kendilerinde tecelli ettiğini inandıkları için bölük bölük onlara koşan Sabailerdi. Ayrıca Şii oldukları için Muaviye’nin valileri aracılığıyla Ali’ye küfrettirerek ağır baskı altında tuttuğu Küfe kaynıyordu.
M. Momen, “Muaviye İmparatorluk üzerinde öyle bir kuvvetli pençe geçirmişti ki, herhangibir başkaldırı başarısızlığa uğrardı. Üstelik Hasan söz vermiş ve bir anlaşma imzalamıştı.”diyerek, Hasan’ın ayaklanmamasına gerekçeler sıralıyor.(Agy, s.28) Bizce Hasan bir isyanı yönetmeye kendini yetkin göremediği için barışçıl siyaset izlemek zorunluğu hissetmişti. Zaten yapamazdı. Medine’de, anlaşma uyarınca Basra’dan gelen ekonomik yardımı kabul ettiği için bir çesit gözaltı yaşiyordu. 661 ile 680 tarihleri arasındaki bu dönem, politikaya karışmamak koşuluyla verilen bu yardım, onlar için doğrusu bir zül idi. 19 yıl Ali ailesi bir ekonomik gözaltı olan bu ayıbı yaşadı. Hasan hep Muaviyen’nin de anlaşmaya uyacağına inanmak istiyordu. Elbette ki uymadı ve 669 yılında, henüz kırkaltı yaşinda bulunan Hasan’ı öldürttü. Büyük olasılıkla Muaviye, Hasan’ın artık isyancılardan etkilenmeye başladığı ve harekete geçeceğinden kuşkulandığı için onu zehirleterek ortadan kaldırmıştı.
Hasan’dan sonra imam olarak Ali ailesinin başına getirilen Hüseyin’in on yıllık Medine yaşamı da farklı geçmedi. Hasan’ın öldürülmesi Ali ailesini iyice sindirmişti. Muaviye yaşadığı sürece onları bu anlaşmaya uymaya zorladı ve gözaltı sürdü. Oysa Küfe’de Hasan’nın ölümünden iki yıl sonra (671) Hucr İbn Adi al-Kindi isyanı patlak vermişti.
Muaviye, camilerde minberden Ali’yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline getirmişti1. Bu siyasete bilinen ilk tepki Hucr İbn Adi başkanlığında bir avuç Küfeli Şii’den geldi. Al Kindi kabilesine mensup Hucr İbn Adi, Sıffin savaşi dahil diğer birçok siyasi olaylarda Ali’nin yanında bulunmuş ve onun tarafından yetiştirilmişti. 671’de Muaviye yönetimine karşi başkaldırdı. J. Wellhausen, Ebu Mihnef ve Taberi’den kaynaklanarak olayı çok geniş biçimde ayrıntılamaktadır. (Agy, s.91-98) İsyan kolayca bastırıldı ve Hucr, altı arkadaşiyla birlikte Şam’a götürülerek Muaviye tarafından idam edildi. Bu yediler, Şiiler tarafından ilk şehitler olarak kutsanır ve saygı görürler. (M.Momen, agy.s.28)
2 Hüseyin ve Kerbela Olayı: Şiilik Ortodoks İslam Olarak Tarihte Yerini Alıyor
Bize göre bu Hucr ve arkadaşları yediler, ortodoks Şii değil, Sabai idiler. Çünkü canlarını uğrunda hiç çekinmeden verecek kadar Ali’yi taparcasına seviyor ve ona bağlıydılar. Kutsadıkları varlığın lanetlenmesine dayanamamış isyan etmişlerdi. Muaviye onlara, Ali’yi inkar ettikleri takdirde canlarının bağışlanacağını söylediği halde, sevgi ve bağlılıklarından asla ödün vermediler. Muaviye’nin yandaşi olan Ayşe’nin bile ona kızıp karşi tavır aldığı bu olaya, Hüseyin ve Ali ailesinin davranışı, yahut haberli olup olmadıkları hakkında bir bilgi yoktur. 70-80 yıl sonra, Hucr’ün mensup olduğu Al Kinda kabilesinden Banu Kinda’nın güçlü partisi, Sabailiğin devamı ve daha gelişmiş kolu olan Mansurilerle birlikte halife Abdülmelik’e başkaldırmıştır.
Baştan Hucr’ün arkasından gitmekten çekinen kabile üyeleri, Sükun’lu Malik b. Hübeyre’nin hapse atılmış diğer bazı isyancıları parayla da olsa kurtarmasından sonra birlikte harekete katıldılar. Ziyad tarafından Şam’a götürülmüş olan Hucr ve arkadaşlarını kurtarmak için silaha sarılarak yürüyüşe geçtiler. Malik’in başinda bulunduğu kuvvet Şam’a yaklaştığında, Hucr ve arkadaşlarının idam edildikleri haberi gelmişti. Onları serbest bırakması için Muaviye’ye ricacı göndermiş olan Malik b. Hübeyre çok öfkelenmis saldırıya hazırlanıyordu. Siyaset kurnazı Muaviye onları silahla karşilayarak, isyanın büyüyüp genişlemesine meydan vermedi. Onları parayla karşiladı. Muaviye’nin 100 bin dirhem (gümüş) göndererek Malik’in öfkesini yatıştırdığı ve kendisinin haklılığına onu inandırdığını ögreniyoruz. Açıkça görüldüğü gibi, Muaviye Sükun kabilesi başkanı Malik b. Hubeyre’yi 100 bin dirheme satın almış ve isyanı bastırmıştı. Bu olay, kabile aristokrasisinin inanç değil çikarlar doğrultusunda hareket ettiklerinin en belirgin örnegidir. İşte Hüseyin’i Küfe’ye çagirip, halife olarak başlarına geçirmek isteyenler de toplumun bu kesimiydi.
Muaviye 680 yılında öldü. Şii yazarlara göre, sözde ölüm döşeğinde acı bir vicdan azabıyla kıvranıp durmuş. Yaptıklarından dolayı ufak bir vicdan azabı duyan adam, ölmeden önce oğlu Yezid’i halef olarak atayıp zorba bir hanedan yaratmazdı. Medine valisi Velid b. Akab, İmam Hüseyin’i Yezid’e biat etmeğe zorlayınca Mekke’ye göçetmişti. M. Momen: “İslam dininin kurallarıyla alay eden bir sarhoş olan Yezid’in halifelik makamına oturması namussuzca bir tecavüz, bir gasıptı. Küfe’de halk bir kere daha kaynaşmaya başladı. Artık Medine’ye Hüseyin’i Küfe’ye gelmeye ve kendilerine liderlik yapmaya zorlayan mektuplar ve haberler geliyordu”diye yazıyor.(Agy, s.28)
Hüseyin’i çağıran, Küfe’nin nüfus çogunlugunu oluşturan kozmopolit halkı mıydı? Hiç de öyle görünmüyor. J. Wellhausen’in açıkladığı gibi, Küfeliler ondan yanlarına gelmesini ve başlarına geçerek Emevi egemenliğine karşi ayaklanmasını istediler. Ancak, Hüseyin’e mektup yazanlar her kabileden nüfuz ve itibar sahibi kimselerdi. Ayrıca sayıca ve nüfuzca önde gelen Yemenliler de bulunmaktaydı. Kısacası kentin yerli zenginleriyle, Küfe’ye yerleşip varlık sahibi olmuş yabancı kabilelerin başlarıydı.
2. a Hüseyin Müslim Akil’i Küfe’ye Gönderiyor
Hüseyin Küfe’den gelen çağrıları değerlendirmek istedi. Yezid’in valileri, hangi şehirde oturursa otursun onu boyun eğmeğe zorlayacaklardı. Bu nedenle Küfe’ye gitmeye ve orada şansını denemeye karar verdi. Başka çikar yolu da yoktu. Ondokuz yıldan beri Medine’de yaşadığı ekonomik gözaltı Ali ailesini giderek yozlaşmaya itmişti. Zaten Medine zevk, eğlence ve mizah merkezi halini almış; buradaki Haşimiler siyasetten ve savaşlardan uzak, Peygamberin kabilesinden olma ayrıcalığının zevkini çikariyorlardi. Tanınmış doğubilimcilerden Franz Rozenthal’ın dönemin Arap yazarlarından derlediği, mizah-gülmece yaratıcısı Eş’eb ve torunu Şuayb’ın öykülerinde İmam Hasan ve oğullarının; Hüseyin’in kızları, Halife Osman’ın iki torunuyla evlenmiş Fatima ve Sukeyne’nin (Sakine) adları sıkça geçmektedir. Özellikle Sukeyne’nin eğlenceye düşkün ve birkaç kaç kez evlenmiş kadın olduğu belirtilmektedir. (Franz Rozenthal, Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Arslan, Erken İslam’da Mizah, İstanbul-1997, s.35,162-164; 48,92,107,204; 113-118, 132, 152, 172vd.182) İmam Hüseyin bu yozlaşmayı ve kendi ailesinin prestijinin azaldığını görüyor üzülüyordu. Küfe’de istediklerini bulamazsa, büyük olasılıkla son İran şahı Yezdigerd’in kızı olan karısı Şehriban’ın ülkesi İran’a geçip, oraya yerleşmeyi düşünüyordu.
Hüseyin, Mekke’den hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim Akil’i gizlice Küfe’ye gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. Anlaştıkları üzere Müslim önce Sakif kabilesinden, beş yıl sonra Hüseyin ve Ali ailesinin öcünü almak için Kaysaniya adıyla büyük Sabai-Alevi hareketini başlatacak olan Muhtar b. Ubeyd’in evine indi. Bu gösteriyor ki, Hüseyin Küfeli ortodoks Şiilerden çok Ehlibeyti kutsallaştıran Sabai akımı yandaşlarına güveniyordu. Ancak Küfeli soylular Müslim Akil’i oradan alıp, Murad kabilesinin önde gelen zenginlerinden Hani bin Urve’nin evine yerleştirdiler. Çok dikkatli ve gizli propaganda toplantılarıyla, bir ay içinde yirmi bine yakın Küfeli Şii Hüseyin’e biad yeminiyle ihtilal ordusuna kayıt yaptırdı. Elbetteki bunları Şam’daki halife Yezid’in kulağına ulaştırmışlardı casusları. Yezid’in ilk işi, ılımlı ve harekete gözyuman Küfe valisi Numan b. Beşir’i görevden alıp, Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’i onun yerine geçirmek oldu.
Ubeydullah daha Basra’dayken Hüseyin’in hedefi hakkında geniş bilgi edinerek gelmişti Küfe’ye. Buna karşilık, “evinde yabancı saklayan ya da yabancı görüp de haber vermeyen çarmiha gerilecektir” tehdidi işe yaramamış, Müslim Akil’in saklandığı ev ihbar edilmemişti. Sonunda Makil adında bir azatlıyla 3000 dirhem vererek, onu Partiye bağışlamak kandırmacasıyla tanınmış bir Şiinin evine sokmayı başardı. Müslim’e ulaşan Makil, Hüseyin’e biad ederek onun güvenini kazanıp aralarına girdi. Böylece Hani bin Urve’nin evinde olup biten herşeyi günü gününe vali Ubeydullah bin Ziyad’a bildirdi.
Herşeyi öğrenen vali, Hani bin Urve’yi konağına çagirip , Şii eşrafın önünde dövdü hakaret etti. Sonra idam edip Kasaplar Pazarında astırdı. Ne kendi kabilesi ve ne de diğer Şiiler onu kurtarma girişiminde bulunmadı. Ayrıca gelişigüzel birkaç kişi daha yakalanıp kendi kabilelerinin oturduğu mahallelerde astırıldı. Ertesi gün Müslim Akil yanında bulabildiği taraftarlarıyla pazar yerinde toplandı, sözde valiye başkaldıracak, vuruşacaklardı. Bunu duyan Ubeydullah yanlarına geldi. Kendisiyle birlikte sadece otuz silahlı muhafız vardı. Ayrıca parayla satın aldığı en itibarlı Küfe Şiileri eşrafından yirmi kişi de yanında bulunuyordu. Ubeydullah’ın yerine, bizzat bunlar isyancıları dağılmaları için uyardılar. Müslim Akil’i tek başina bırakıp dağıldılar. Sokaklarda sığınacak ev arayan Müslim’i, al Kinde kabilesinden dul bir yaşlı kadın içeri aldı. Ama kadının oğlu korkusundan kabile başkanına, o da valiye bildirince Müslim Akil yakalandı ve vali Ubeydullah tarafından idam edildi. Böylelikle Küfeli ortodoks Şiiler bir kere daha Ali ailesine ihanet ettiler. Bu kez, biraz Ubeydullah’ın kılıcının korkusundan, ama daha çok parasına tamah ederek ihaneti gerçekleştirdiler.
2. b Hüseyin Bir Daha Dönmemek Üzere Mekke’yi Terkediyor
Kayıtlara göre İmam Hüseyin Küfe’ye gelmek üzere Mekke’den ayrıldığı gün (10 Eylül 680), Müslim Akil öldürülmüstü. Hüseyin’in Mekke’den ayrılmasına, başindan gittiği ve dolayısıyla sorumluluktan kurtulduğu için, en çok sevinen vali İbn Zübeyr oldu. En yakın akrabalarından Abdullah b. Cafer’in oğulları kadınları ve çoçuklariyla birlikte, 54 yaşinda bulunan Hüseyin’le yola çiktilar. Abbasoğullarından kimse katılmadı. Sadece elli silahlı vardı yanında. Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hüseyin Tanim’de, Şam’a giden bir kervanı ele geçirdi. Çünkü develere ihtiyacı vardı. Bundan sonra Küfe yolunu tutarak Zat, Irk, Vadi Zürrumme’den geçerek Hacir, Zerud ve Salebiye üzerinden Zübale’ye ulaştı. Burada Hac ziyaretinden dönen birkaç Küfeli de ona katıldı. Hüseyin çagri mektupları ve imzalı biat yeminleri yanında bulunduğu için, düşlerinde Küfe’de sadık Şiilerle (!) yükselteceği büyük isyan hareketini yaşiyordu.
Hüseyin Salebiye’de Müslim’in acıklı öyküsünü ögrendi. Küfeli Ebu Mihnef’ten kaynaklanan J. Welhausen “bu haber üzerine, eğer öldürülen Müslim’in, kendilerine intikam hakkı ve görevi düşen erkek kardeşleri razı olsalardı, Hüseyin seve seve geri dönecekti” diyor. (Agy, s.104) Bizce Hüseyin, yukarıdaki açıkladığımız nedenlerden ötürü Medine’den de, Mekke’den de bir daha geri dönmemek üzere ayrılmıştı.
Küfe valisi Hüseyin’in yola çıktığını çoktan ögrenmis ve onu Küfe’ye sokmadan ortadan kaldırmak yollarını arıyordu. Çünkü Şam’daki halife Yezid’in kesin emriydi bu. Veli Baba Menakıbnamesi’ nde “Muaviye ölürken oğlu Yezid’e vasiyet idip, ‘ben Ali ile Hasan’ın işini bitürdüm, cümle memaliki sana biat ittirdüm. İmam Hüseyin’in işini de sen bitür’ diye vasiyyet eyledi”demektedir. (Veli Baba, agy, s.81) Yezid de halifeliğini elinden kaçırmamak için, acımasızca bu vasiyeti yerine getirecektir.
Ubeydulah b. Ziyad, önce Kadisiye’den Tamimli Hür b. Yezid’in kumandasında bin kişilik öncü birlik gönderdi. Ama asıl, başinda Muhammed’in sahabelerinden Sad b. Ebu Vakkas’ın oğlu Ömer’in bulunduğu 4000 kişilik kuvvet, Kerbala yakınlarında bekliyordu. Bu kumandana Yezid, Rey valiliği sözü vermişti. Hüseyin’e boyun eğdirdiği takdirde hemen gönderecekti. Hür b. Yezid, Küfe valisi Ubeydullah’tan, Hüseyin’e dinlenme olanağı kullanması ve onun bir kalede veya su kenarında konaklamasına izin vermemesi buyruğunu almıştı. Kendisini hemen arkasından izleyen bu öncü birlik yüzünden ne Ninive ne de Gadıriye ve Şefiye’de konaklayabildi. Hüseyin’i bir dost görünüşü altında herhangibir saldırıda bulunmadan öylesine yakından izliyorlardı ki, arkasında namaza duruyor. Hatta Hüseyin’in susayan askerlere kendi sularından verdiği bile anlatılmaktadır.
Her fırsatta Ali ailesini ve yandaşlarını eleştiren, sıkça kusur bulan, onlara karşi düşmanca tavır koyan Julius Wellhausen, dönemin siyasi olaylarına her nedense Emevi hayranlığı içinde bakmaktadır. Burada da “Hüseyin, Hür’ün emrindeki birkaç atlıya saldırması için yapılan teklife uymadı; savaşi başlatan kişi olmak istemiyordu” (Agy, s.106) diyor. Koca bir birlik, bir silahlı müfrezeydi bu, birkaç atlı değildi ki! Hüseyin’in, Küfe’ye yaklaşmasını önlemek için bin kişilik bir askeri müfrezenin genç kumandanı Tamimli Hür’e ( to al-Hurr at-Tamimi, the young commander of a military detachment numbering one thousand, to intercept Husayn’s party as it approached Kufa: M. Momen, agy.s.29), elli kişilik silahlı adamıyla saldırması bir kurtuluş mu olacaktı? Tersine kurduğu dostluk ve gösterdiği sevgi, Hür b. Yezid’in tek başina da olsa, daha sonra Hüseyin’in yanına geçmesini sağlamıştır. Onun uğruna şehit olmuştur.
2. c İmam Hüseyin Kerbela Çölünde Ölümüne Direniyor
Hüseyin sonunda Fırat’a uzak olmayan susuz bir alanda, ‘kısır, çorak’ anlamına gelen Akr köyüne yakın bir yerde, Kerbela’da konaklamaya zorlandı. Ömer b. Sad, Hazar Denizi kıyılarında ayaklanmış Daylemlileri bastırmak için Küfelilerden oluşturduğu 4 bin kişilik ordusuyla, aldığı emir üzerine Hüseyin ve adamlarını kuşattı. Görüldüğü gibi, Hüseyin’i çagirip başlarına geçmesini isteyen, biat yemini imzalayan Küfe’nin saygın kişileri, şimdi Ömer b. Sad’ın kumandasında düşman olarak karşisında bulunuyorlardı. Ali ailesini sevdiklerini ve onların Şiası (yandaşi) olduklarını ileri sürenler, inançları uğrunda şavaşa girmemişler. Ama, Ömer b. Sad’la Cihad’a, yani fetih savaşlarına katılmaktan çekinmemislerdi. Çünkü, bu savaşların ardında ganimet vardı, mal, para, toprak kazançları vardı. Öyle korkuyla ya da zorlanarak filan katılmış değillerdi bu orduya…
Ömer b. Sad, Hüseyin’e buraya niçin geldiğini sordurduğu zaman, o da kendisinin yanında bulunan Küfelilerin davet mektuplarını çikarip göstermişti. Ama, şimdi artık burada kalmasına bir gerekçe bulunmadığını, çekilip gitmesi için izin verilmesini istedi. Taberi’nin Duhni’den rivayetine göre Hüseyin, Medine’ye geri dönmek ya da sınır boylarında kafirlere karşi savaşmak, hatta Şam’a Yezid’in yanına gönderilmek istiyordu. Ama, yine Taberi Tarihi’nde, Abu Mihnef’in “Hüseyin bunlardan hiçbirini istemediği, yerinden ayrılmak niyetinde olmadığı” görüşüne de yer verilir. (J.Welhausen, agy. s.107)
Bizce Ömer b. Sad ile istişareleri sırasında, Hüseyin gerçekten sınır boylarına gitmek isteği göstermiş olmalıdır. Çünkü buradan onun, İran’a geçmek ve oralarda güçlenerek ve herşeyi talan edilmiş, toprakları ellerinden alınarak kendi topraklarında köleleştirilmiş Arap olmayan halkların başinda bir ihtilal yapma niyeti sezilebilir. O topraklara gitmek için de Ömer b. Sad’ın ordusuna katılarak olmasa bile, koruması altında Irak’tan çikmasi gerekiyordu. Ömer için böyle bir durumda, Küfelelileri bu kez gerçekten Hüseyin’e kaptırılacağı korkusu sarmış olmalıdır. Hemen arkasından Ömer b. Sad, Ubeydullah’la görüşmüş. Ondan Hüseyin’in, Yezid’in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği takdirde, bir yere bırakılmaması ve zor kullanması buyruğunu almıştı. Ayrıca, eğer bunu yapamayacaksa, ordunun kumandasını derhal, buyruğu getiren Kays kabilesinden Şimr b. Zi Cevşen’e devretmesini istiyordu Küfe valisi Ubeydullah. Belliki, babası Sad b. Vakkas İslam Peygamberinin sahabilerinden ve Ali’nin yakın dostlarından olması dolayısıyla Ömer’e fazla güvenmiyordu. Ömer b.Sad, başindaki orduyu yönlendirip Hüseyin’in tarafına geçseydi, tarihin seyri değişebilirdi. Hemen Küfeyi alıp, Hüseyin adına yükselteceği büyük bir Şii isyanıyla iktidara yürüyebilirdi.
Ömer b. Sad, Rey valiliğinin elinden gideceği telaşi içerisinde, aynı günün gecesi boyunca saldırı hazırlıkları yaptı. Fırat tarafından sararak, suyun önünü kestiler. Hüseyin Yezid’e biat etmeyeceğini kesin bir dille söylemişti. Daha sonra kampında bulunan yakınlarına, Yezid’in istediğinin kendisi olduğunu, isteyen herkesin gidebileceğini içtenlikle açıklamasına rağmen, kimse onu terketmedi. Tek başına da kalsa şehit oluncaya kadar savaşacaktı. Düşmanlar çadirlarinin önündeydi, karşilıklı konuşmalar yapılıyordu. Hüseyin’le birlikte ailesinden 18 ve yandaşlarından 54 kişi olmak üzere savaşabilecek 72 kişi vardı. Gerisi kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu. Kampın suyu ve yiyeceği tükenmişti.
10 Muharrem Çarsamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu karşilıklı iki gücün vuruşması değil, bir imha savaşiydı, bir soyun kırımıydı. Bir yanda 5 bine yakın Şam halifesi Yezid’in ordusu, öbür yanda 72 savaşçi. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpismasiydi. Ortaçağ savaşlarında mertlik ve yiğitlik başkuraldı. Ama Kerbela’da tam anlamıyla kahpelik, döneklik, satılmışlık ve acımasızlık yaşanmış. Din, ahlak ve insanlık kurallarını tamamıyla dışına çikilmis. Kişisel hırslar, bencillik ve çikarlar önde tutulmuştur. Hüseyin’in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek düştüler. Bazıları omuzlarına kırbaları, tulumları takıp Fırat’tan su almak için Ömer b.Sad’ın saflarını yararak, bazıları tek başina 15-20 kişiyle birden çarpisarak şehit oldular. Bu çogu Küfeli Şii askerleri öylesine mal ganimet ve para hırsıyla donatmışlardı ki, bir an önce bu bir avuç Kerbela mazlumunu ezip, Desteba’da Daylemliler üzerine cihad için yola çikma acelesi içinndeydiler. İslam dinini yayma adına kutsal cihadı düşünenler, İslam Peygamberinin torununu katletmenin inanç ve ahlaki sorumluluğunu akıllarından bile geçirmediler. Askerlerden kumandanlara ve valisine kadar hepsinin vicdanları körelmiş, insanlıklarını unutmuş, çikar ve makamların tutsağı olmuşlardı. İçlerinde insanlığını anımsayan tek kişi Tamim kabilesinden Hür b. Yezid oldu. Yezid ordusunun öncü müfrezesi genç kumandanı Hür tek başina Hüseyin’in tarafına geçti ve yiğitçe vuruşarak şehit oldu.2
Hüseyin’in üvey kardeşlerinden Abbas su kırbası omuzunda, yalın kılıç safları yararak ırmağa ulaşan tek savaşçi olmuştu. Çadirdaki kadın ve çocuklarin “suuu, su!”diye inlemeleri, son kalan savaşçi erkek olarak onu öylesini etkileyip güçlendirmişti ki, yardığı saflardaki yüzlerce kişi engel olamamış suya ulaşmıştı. Kırbayı doldurup attı omuzuna ve yine daldı safların arasına. Vuruşmaktan gücü kesilmek üzereydi. Korkularından yanına yaklaşamayan Yezid askerlerinden birkaçı gücünün kesildiğinin farkına vararak, arkadan önden saldırıp, iki kolunu birden omuzlarından budadılar. Kırbayı dişleriyle tutarak çadira yetiştirmeye çabaliyordu. Üzerine oklar yağmaya başladı. Kırbayı delip suyu toprağa akıttılar ve Abbas’ın vücudunu delik deşik ettiler.
Buna rağmen sağ kalan tek yetişkin erkek olan Hüseyin, çadirda inleyen birbuçuk yaşindaki oğlunu alıp kollarıyla havaya kaldırarak ona olsun acımalarını, bir damla su vermelerini istedi. Bazı kayıtlara göre, Hüseyin çocugunu havaya kaldırırken, Sad İbn Vakkas’ın oğlu Ömer onu gördü. Yanında duran keskin nişancılarından Harmele’ye “Harmele, Hüseyin’e bir cevap ver!” demesiyle, zalim okçu Hüseyin’in herkesin görmesi için elinde yükselttiği masumun boğazına nişan alıp bir ok gönderdi. Çocugunu, babasının elinde şehit etti. (M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü Cilt 1, İstanbul-1960, s.246) Askerler giderek çemberi daraltmaya ve kadınların ve çocuklarin bulunduğu çadira doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Hüseyin kılıç ve kalkanının alıp son gücüyle saldırdı. Birçoğunu tepeledikten sonra aldığı 33 kılıç yarası ve 34 darbeyle onu yere yıktılar. Kimsenin kafasını kesmeğe cesaret edemediğini gören Şimr, hemen kılıcını çekip Hüseyinin kafasını gövdesinden ayırdı. Askerler gerek Hüseyin’in başsız bedenini ve gerekse çadirdaki karısı, kızı, oğlu ve yakınlarının karısı çocuklarini soyup yağmaladılar, çirilçiplak bıraktılar. Hüseyin’in kesik başinı alan Şimr, hasta olduğundan savaşa katılamıyan oğlu Ali (Zeynelabidin) ve kadınlarla çocuklari çiplak develere bindirip kafile halinde Şam’da haber bekleyen Yezid’e götürdü. Aynı Şimr’in 656’daki Sıffin savaşinda Ali’nin şiası (yandaşi) olarak Muaviye’ye karşi çarpistigi bilinmektedir. (J.Welhausen, agy, s.114, dipnt.40)
2. d Kerbala Olayı Üzerine Şii Görüşünün Eleştirisi
Hüseyin, Irak’a yaklaşırken Küfe’de isyanın çökertildigi, Müslim Akil’in öldürüldügü üzerine bir dolu uyarı almıştı. Doğrusu Şii tarihçileri, yolculuk sırasında konaklama yerlerinden birinde ( Salebiye’de) Küfe’den korkunç haberi aldıktan sonra Hüseyin’in yanındaki yoldaşlarını toplayıp, kendilerini ölüm ve felaketin beklediğini, onlara anlatmış olduğunu kaydetmektedir. Hüseyin, bu noktada Medine’ye geri döner ya da kendisine yapılmış olan Tayy kabilesinin dağlık bölgedeki kalelerine sığınması önerisini kabul edebilirdi. Bu hareket yollarını reddettiği gibi, Küfe’ye ve bir felakete doğru gitmekte ısrarlı olduğu için kendisini hemen terketmelerini bildirmişti.
M. Momen, bu konularda düşüncelerini belirttikten sonra, aynı sayfalarda Kerbela olayı ve Hüseyin’in büyük direnci, kendini kurban edişi üzerinde çagdas Şii tarihçilerinden S.H. M. Jafri’nin yorumundan, bazı ayrıntılar geçmektedir. Jafri özetle şunları söylüyor :
“Açıktır ki Hüseyin, karşilaşacağı tehlikelerin tamamıyla farkındaydı. Kafasında İslam toplumunun bilincinde bir devrime neden olmayı planlamış ve bir stratejiye sahip bulunuyordu. Ayrıca açık olan bir şey daha vardı; Hüseyin Hicaz’da kolay yapabileceği bir askeri desteği örgütleme ve harekete geçirmeye çalismadi ve ne de mevcut herhangibir fiziksel gücü kendi çikari için kullanmayı denedi…Öyleyse Hüseyin’in kafasında ne vardı? Neden hala Küfe yönünde gidiyordu? Batılı İslam tarihçiliği, bütün dikkati Kerbela olayının hemen göze çarpan dışsal görünüşü üzerinde toplamış ve Hüseyin’in kafasındaki çatismayi (ihtilafı) tartışarak içsel tarihi çözümlemeye asla uğraşmadığını göstermek doğrusu cansıkıcıdır…. Oysa bir bütün olarak Kerbala olaylarını dikkatli bir araştırma ve analiz, Hüseyin’in başlangıçtan beri, Müslümanların dinsel bilinç ve anlayışlarında tam bir devrim, bir ihtilal yaratmayı planladığı gerçeğini açığa çikarir. Hüseyin’in davranış ve eylemlerinin hepsi gösteriyor ki o, askeri güç ve kudret aracılığıyla kazanılan bir zaferin daima geçici olduğu gerçeğinin farkındaydı. Çünkü daha güçlü bir iktidar zaman içinde onu çökertebilir. Fakat acı çekme ve kurban vermeyle kazanılmış yengi ebedidir ve insan bilinci üzerinde silinmez izler bırakır…”
Gerçekte Jafri’nin düşündüğü gibi, Hüseyin’in Mekke ve Medine halkından askeri bir örgütlemesini sağlayacak somut koşullar yoktu. Yezid’in valilerinin ağır baskıları ve mensup olduğu Haşimi kabilesinin de siyasetten uzak durmaları için verilen paralarla ekonomik rahatlığa kavuşmuş olmaları bu duruma engeldi. Ayrıca Hüseyin’in aristokrat tavrı da, bu kentlerdeki köleler ve yabancı (mevali) azatlılarla, yani emeğiyle geçinen aşağı sınıflarla ilişki kurmasına engel oluyordu. Ya da yönetimin baskısından kuramamıştı. Oysa Ali’nin, Ehlibeytin gerçek destekleyicileri ve kendi ailesini kutsallaştıran, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyecek olan toplumun bu kesimleriydi. Hepsi de amansız koğuşturmalar yüzünden yeraltına inmiş Sabai örgütlenmelerine bağlıydılar. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed Hanefi bunu başaracaktı. Hüseyin ise siyasetini, Hicaz dışındaki kabile başkanlarını kutsal aile ayrıcalığıyla kendisine çekmeye bağlamıştı. Bir de, daha önce sözünü ettiğimiz İran ve İslam İmparatorluğunun sınır boylarına ulaşmak olabilirdi…
Jafri yorumunu tam bir idealist diyalektik içinde sürdürmektedir:
“Eylem ve karşı eylem (action and reaction) arasındaki mücadele ve çatismanin doğal gelişimi şimdi gündemdeydi. Yani, Muhammed’in ilerici İslamcı eylemi (progressive İslamic action), İslamöncesi putperstlik pratiğinin düşünme yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir zaman içinde bu Arap tutuculuğu, Muhammed’in aksiyonunu bir kere daha değiştirmek ve bozmak için, güçlü bir reaksiyon (karşi eylem) başlamıştı. Yezid’in karakterinde tam iktidar oldu. İslam şimdi, Hüseyin’in düşüncesinde, eski Arap reaksiyonuna karşi Muhammed’in aksiyonunu (eylemini) yeniden etkin kılmanın korkunç gereksinimi içindeydi ve bunun için tam anlamıyla bir sarsıntıya muhtaçtı…Hüseyin’in, İslama ilişkin ilkelere karşi açıkça reaksiyon gösteren Yezid’i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan’ın durumunda olduğu gibi sadece politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid’in karakteri ve yaşam yolunu onaylamak olacaktı…Hüseyin, sadece silahlı gücün İslam eylemi ve bilincini kurtaramıyacağını anladı. Ona göre büyük bir sarsıntıya, kalbleri ve duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun, sadece acıçekme ve kendini kurban verme sayesinde başarılacağına karar verdi. Bunu anlamak, özellikle Sokrates ve Joan of Arc (Jean d’Arc) gibi idealleri için ölümü kucaklayanların kahramanca eylemleri ve fedakarlıklarını iyi değerlendirenler için anlamak zor olmayacaktır. Bunların hepsinin üstünde, insanlığın kurtuluşu için İsa’nın kendini feda etmesi örnegi vardır…” (M.Momen, agy.s. 31-32)
Elbetteki onuru, düşünce ve inançları ve büyük idealler için canını vermiş kişilerden insanlık çok şey ögrenmis. Onlar çaglar boyu kendilerinden sonra gelenler için, erdem, yiğitlik, korkusuzluk ve haksızlığa direnme örnekleri oluşturmuşlardır. Hüseyin de bu örneklerden biridir. Hüseyin’in büyüklüğü, Yezid’in haksızlığı ve zalimliğine boyun eğmemek için, bir avuç yandaşiyla 4-5 bin kişilik silahlı çikarci güce Kerbela çölünde ölümüne direnmesiydi. Jafri’nin yazdığı gibi, Hüseyin ailesini yanına almış, çesitli uyarılara rağmen “kalplerde ve duygularda büyük sarsıntı yaratmak ve İslam İmparatorluğunu sarsmak için” Mekke’den kefene dolanıp çikmamisti. Ölüme değil, kurtuluşa ve –doğrudur- “Muhammed’in aksiyonunu” yeniden yükseltmek için, onun gibi mücadele vermeye gidiyordu.
Üstelik Jafri’de inanç duyguları iyiden ağır basmış olmalı ki, sonraki satırlarda Hüseyin’in, babasının kuzenlerinden İbn Abbas’ın, ailesi ve çocuklarini götürmemesi uyarılarını tutmayışını şöyle açıklıyor : “Karşi güçlerin vahşi doğasının genişlemekte olduğunun farkına varan Hüseyin, kendisini öldürdükten sonra Umeydoğulları’nın (Emevi yönetiminin) kadınları ve çocuklarini esir alıp, Kufe’den (Neredeyse Akr köyüne yakın Kerbela’dan, demesi kalmış. İ.K) Damascus’a (Şam’a) götüreceğini biliyordu. Esir edilmiş Muhammed’in ailesini götürecek bu kervan Hüseyin’in mesajını halka iletecek, reklamını yapacak ve Müslümanların kalblerini bu trajedi üzerinde düşündürmeye zorlayacaktı (…would publicise Husayn’s message and would force the Muslims’ hearts to ponder on the tragedy. Agy, s.32)”
Tarihsel sonuçları bilen çagdas Şii yazar, Hüseyin’in de kendi başina gelecekleri aynısıyla bilerek Mekke’den ayrıldığını gerçekmiş gibi anlatması onu yüceltmiyor. Tersine küçük düşürüyor. Başlarda anlattığı bazı nedenlere dayandırıp bir sonuca vardıran diyalektiği de ortadan kaldırıyor. Hüseyin’in kendi alınyazısını bildiği ve buna engel olunanacak her türlü yardım ve kurtuluş önerilerini reddettiğine inanan Şiiler (ve gelenekçi Alevilerin) anlayışıdır bu. Onlara göre, Muhammed torunu Hasan’ın ağzından, Hüseyin’in ise boynundan öper ve ağlarmış. Sorulduğunda İslam Peygamberi, Hasan’ı ağzından zehir içirerek, Hüseyn’i boynunu keserek şehit edeceklerini söylermiş. Dahası Kerbela’da melekler ve cinler ordularını çekip, Hüseyin’e yardıma gelmişler, ama o kabul etmemiş. Örnegin yukarıda dipnotta bazı kıtalarını verdiğimiz Hatayi’nin Kerbela şiirinde şu dizeleri görebiliyoruz:
İmdadına geldi cafr-i cinni
Başında var idi yüzbin ecinni
Emreyle Hüseyin koymayak cannı
Ne yaman kastetti kafir murani
…
Emredin adem donuna girelim
Görünerek karşısına duralım
Anlar bize biz anlara vuralım
Yolunda dökelim bir damla kanı
Hüseyin’in İsa’ya benzetilerek, dünya insanlığının kurtuluşu için kendisini ve ailesini kurban etti yargısı da fazlaca idealist yaklaşimdır. Elbetteki, İsa Peygamber de insanlığı kurtarmak amacıyla isteyerek çarmihta ölüme gitmemiştir. Ancak her ikisi de hak bildiği, doğruluğuna inandığı yaşam biçimini oluşturan inancını sürüdürememektense, ölmeyi yeğledikleri gerçektir. İsa’nın direnci, çarmihtaki dayanılmaz büyük ızdırabıdır. Hüseyin ise en yakınlarının, gözleri önünde tek tek hunharca şehit edilmelerinin verdiği büyük manevi acıyla birlikte, son nefesine kadar vuruşarak da direnmiş olmasıdır.
2. e İmam Hüseyin Zalimlerin Zulmüne Karşi Ölümüne Direnmenin Simgesidir, Ağlama ve Dövünme Duvarı Değildir
Hüseyin’in Kerbela’ya kadar yolcuğunu uzatması, ailesini ve kendisini ölüme değil, tersine kurtuluş umudunu yakalaması içindi. Bu umut Hicaz ve Irak topraklarından uzaklaşmaya bağlıydı. Hüseyin’in bu yolla kurtuluşu, Emevi yönetimi altında ezilen, her türlü maddi ve manevi baskıyla sömürülen halkların da zamana yayılı (belirli bir zaman içinde) kurtuluşu olabilirdi. Yoksa Hüseyin, Tamimli Hür b. Yezid’in başinda bulunduğu öncü kuvvetlere saldırsaydı yine aynı felaket yaşanacaktı. Küfeli askeri birliğin başindaki Ömer b.Sad’la, dolayısıyla Küfe valisi Ubeydullah ve Emevi Halifesi Yezid b. Muaviye ile görüşmelerin tam sekiz gün sürmesi, kurtuluş için Hüseyin’in bir çesit gönüllü sürgünde ısrarından olmalıdır. Ancak yönetim onun gizli niyetlerinden kuşkulandığı için Kerbela’dan uzaklaşmasına izin vermemiş ve ‘Yezid’e biatı’ dayatmıştır. Oysa Hüseyin, hangi görünümde gerekçeler gösterilirse gösterilsin, bunun nasıl bir gurursuz ve aşağılanmış bir tutsak yaşam olduğunu biliyordu. Kardeşi Hasan’nın, halifeliğini kabul ederek Muaviye ile yaptığı anlaşmayla yaşadığı 19 yıllık Medine esaretine, kesinlikle bir daha geri dönemezdi. Manevi ölümü değil, direnerek ölümü, nesnel yokoluşu tercih etti. İnsanın, toplum yararına yarattığı düşünce, inanç ve haklı dava uğruna ölümü, onun manevi olarak sonsuza kadar yaşamasını getirmiştir. Hüseyin de, zalimlerin zulmüne ve haksızlığa karşi ölümüne direncin simgesi olarak hep yaşamış, bayraklaşmıştır. Onun yaşaması, Kerbela kırımıyla birlikte ortodoks İslam olarak tarihte yerini almış bulunan Şiiliğin, her Muharrem ayında ‘Kerbala Tragediası’ gibi sunuşu ve Şiilerin karalara bürünüp, zincirler ve kesici aletlerle vücutlarına acı verme törenleriyle olmamıştır; o ağlama-sızlama ve dövünmeyle simgelenen cansız duvar değildir. O, mücadelede, sabır ve direnişte hep yeniden can bulmuştur. Hüseyin’in 14 yüzyıldır yaşaması; öcünü almak adına ilk isyan ateşini yakarak, onun direnişi ve haksızlığa başkaldırısını kendilerine bayrak yapan, 684’lerde Sabai-Kaysani’lerle başlayıp, 15 ve 16. yüzyıllardaki Kızılbaş direnişlerine kadar süren yüzden fazla ihtilalci Alevi siyasetleriyle gerçekleşmiştir.
Emevi yönetimleriyle işbirliği yaptıkları kadar, Abbasi yönetimine büyük vezirler ve valiler vermiş Ortodoks Şiiliğin ve Şiilerin Ali evladına, Ehlibeyte sevgisi ve bağlılığı hiçbir zaman Alevilerinki kadar olmamıştır. Çaglar boyu sürdürdükleri, Muharrem ayında Kerbela Şehitlerine ağlama, yas tutma ve dövünmeler, (Küfeli) Şiilerin Hüseyin’e ihanetleri ve Yezid ordusuna katılıp onlara silah çekme günahlarını bağışlatmak içindir. Deyim yerindeyse, tövbe etme ve Hüseyin’den af dileme törenleridir. Bu törenler, Küfeli ihanetçi Şiilerin Hüseyin’i şehit etmelerinden sonra kurdukları Tavvabin (Tövbeciler, tövbe edenler) geleneğinin sürdürülmesidir. Aşağıda anlatacağımız gibi, bu kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Emevi yönetimine baş kaldırarak sürdürdükleri mücadeleyi, Kerbela’da Hüseyin’in tarafına geçerek sürdürselerdi, tarihin seyri değişebilirdi.
3 Küfede Tavvabin (Tövbe edenler) Örgütlenmesi ve Suçluluğun Bedelini Ödeme Çabalari
Hüseyin’in ölümünden kısa bir süre sonra, ihanetlerinin korkunç sonuçları karşisında Küfelilerin vicdanları rahatsız oldu. Tanrının yaptıkları bu ihaneti bağışlaması için, “Tövbe Edenler” örgütünü kurarak, Hüseyin’in öcünü almaya ve kendilerini bu uğurda feda etmeye andiçtiler. Yaşları altmışın altında olmayan kişilerden oluşan bu örgüt 100 kişiyle kurulmuştu. Başlarında Huzaa kabilesine mensup, Peygamberin eski sahabilerinden Süleyman b. Surad bulunuyordu. Bu kişi daha önce de Hüseyin’i Küfe’ye çagiran Şiilerin başindaydı. Bunun yanısıra Tavvabun veya Tavvabin (Tövbe edenler) adı verilen bu Şii örgütünün oluşturduğu birliğin başinda Fezare, Ezd, Bekr ve Becile kabilelerinden dört başkan daha vardı. Yezid’in ölümüne kadar gizli kalan örgüt, Süleyman’ın toplantılarda sık sık yaptığı aşağıdaki konuşmayla, giderek genişliyordu:
“Altından buzağı yapıp ona taptıktan sonra eski İsraillilerin yaptığı şeyi siz de yapın! Musa onlara ‘büyük günaha girdiniz, şimdi bu günahı ölümle silin’ dediğinde onlar, ancak bu suretle suçlarından kurtulacaklarını anladıkları için, boyunlarını bıçağa uzatmışlardı. Şu halde siz de öyle yapın. Kendinizi ölüme adayın, kılıçlarınızı ve mızraklarınızı bileyin; kendinize savaş araçları ve at hazırlayın! Allahın yanında af aramanın yegane çaresi, sonunda mahvolsak bile kendimizi mücadeleye atmaktır. Ölülerin durumu, işlediğimiz suç yüzünden işkence gören biz yaşayanlardan daha iyidir. ”
Hepsi tam anlamıyla örgütün üyesi olmamakla birlikte, söylentiye göre 16 000 kişi savaşmak üzere yola çikma sözü vermişlerdi. Ayrıca Medain ve Basra kentleriyle de ilişki kurulmuş bulunuyordu. (J.Wellhausen, agy.s.116-118)
Amaç Hüseyin’in öcünü almaktı. Gerek İslam İmparatorluğunda ve gerekse Küfe’deki siyasi değişiklikler dolayısıyla harekete geçme zamanı gelmişti. İlk hedefin, önce Küfe’yi ele geçirmek ve Ubeydullah’a boyun eğip, Ömer b. Sad’ın ordusuna katkıda
bulunarak, Hüseyin’in katli suçuna ortak olan eşrafın kovulması isteniyordu. Süleyman ise buna karşi çikmis ve asıl hedefe, yani Emevi yönetimine ve şimdi yeni Halife Mervan adına Elcezire bölgesinde savaş durumunda bulunan Ubeydullah b. Ziyad’a kaşi onları yönlendirmişti. Böylelikle diğer kentlerdeki Şiilerle birlikte Küfe eşrafının da desteğini alacaklarını umuyordu. 15 Kasım 684’de, İbn Ziyad’a karşi savaşmak üzere Küfe yakınlarında Nuhayle’de toplanma kararı alındı.
Toplanma gününde 16 bine karşı,ancak 4000 kişi biraraya geldi. Birkaç gün sonra, her kabileden Araplar ve bazı Kurra (Kuran okuyanlar) ehlinden oluşan atlı ve iyi donatılmış bu birlik Kerbela’ya vardı. Tavvabin birliğinde yabancı köleler ve azatlılar, yani mevali yoktu. Bu isyancı silahlı birlik tamamıyla Ortodoks Şiilerden oluşturulmuştu. Kerbela’da Hüseyin’in mezarının çevresinde bir gün boyunca geceli gündüzlü ağlayıp sızlayarak, hem kendisine karşi suçlu olduklarını itiraf ettiler hem de öç almaya and içtiler. 19-20 Kasım 684, ilk Kerbala şehitlerini anma ve ilk matem törenlerinin yapıldığı tarih olmalıdır. Buradaki kalabalığın, aynı dönemdeki Hacı olmak için Kabe’yi tavaf edenlerden çok daha fazla olduğu bildirilmektedir. Buna dayanarak, J.Wellhausen’in İranlıların değil, Küfeli Tövbecilerin (Tavvabin) Kerbela Şehitleri kültünü yarattıklarını söylemesi bizce de doğrudur. (Agy, s.119) Ancak İranlı Şiiler, bu matem geleneğini trajik bir biçimde yüzyıllardır sürdürürken, Küfelilerin ihanet suçluluğuna da ortak olduklarını hiç düşünmediler mi acaba?
Süleyman’ın başinda bulunduğu Tavvabin Şii ordusu, Fırat kıyısı boyunca hareket ederek Karkısiye’ye, oradan da Habur ırmağı üzerinden Resulayn’de karargah kurdu. Burada dinlenme halindeyken, Ubeydullah’ın 30 bin kişilik beş Suriye birliğinden ikisi tarafından 4 Ocak 685’te ansızın bir saldırıyla kuşatılıp darmadağın edildi. Yiğitçe çarpisan Tövbecilerin çok büyük bir kısmı öldürüldü. Sağ kalanlar geri çekilirken, zamanında kendilerine katılamıyan Medain ve Basralı Şiilerle karşilaştılar. Ama artık iş işten geçmişti. Toparlanıp savaşi sürdüremediler.
Bu kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Bu çabayı Kerbala’da Hüseyin’in tarafına geçerek sürdürselerdi, kuşkusuz tarihin seyri değişecekti. Artık yapıp yapacakları tek şey gözyaşi dökmekti. Böylece, büyük yas içinde karşilıklı ağlaşip dağıldılar. Bu uğurda ölenler ise ihanet suçluluğunun bedelini ödemis oldu.
4 Kaysaniler (Sabai-Kaysaniyya-Muhtariyya) Hüseyin’in Öcünü Alıyor
Yezid’in ölümünden sonra, Küfe’de farklı kabile partilerinin başkanları, yani yüksek Küfe eşrafı (kabileler aristokrasisi) 683 yılında toplanarak, Hicaz’da halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah İbn Zubeyr’in yönetimini tanımaya karar vermiş. Ondan kendi şehirlerini yönetecek bir temsilcisini göndermesini rica etmişlerdi. Böylece Irak İbn Zubeyr’in yönetimi altına girmişti. Ancak temsilcilerle birlikte oraya, Ali’nin Hanife kabilesine mensup Havle adındaki kadından olan üçüncü oğlu Muhammed İbn al-Hanafiya adına Şiiler arasında propagandayı ilerletmiş olan Mukhtar as-Saqaft (Sakafi) da gelmiş bulunuyordu. 684’de bir Cuma günü Küfe sokaklarında “Size zafer ve kurtuluş müjdeliyorum. Bu iş Süleyman’ın başaracağı bir iş değildir!”diye bağırmaya başladı. Ancak Kerbela Şehitleri uğruna harekete geçmiş olan Tövbeciler örgütü, Mukhtar’la birleşmeyi reddetmişlerdi.
(M.Momen, agy, s.35; J.Wellhausen, agy, s.123)
Buna rağmen, farklı bir sosyal nitelikte bulunan Şii Tavvabin hareketinin de öcünü almak Mukhtar’a düştü. Sakif kabilesinden olduğu için Muhtar as-Sakafi adıyla anılan bu kişi yüksek bir aileye mensuptu. Babası, Büveyh Nuhayle’nin yanında İranlılara karşi İslam ordusuna kumanda etmiş ve bu savaşta ölmüstü. Halife Ömer’in oğlu Abdullah eniştesi oluyordu. Kendisi ise büyük nüfuz sahibi ve önemli bir kişi olan Ensar’dan Numan b.Beşir’in kızıyla evliydi. Küfe’de bir evi ve yakınında, içinde 100 yabancı kölenin (İranlı) kişinin çalistigi Hutarniye çiftligi vardı. Muaviye’nin ölümünden sonra, bu mevlaları (köleleri) ile Küfe’ye gelip Müslim Akil’i evinde konuk etmiş ve ayaklanmaya katılmış ve Ubeydullah’tan çok kötü bir dayak yemiş olduğu söylenir. Bu yüzden, onu erinde gecinde parça parça ederek, Hüseyin’in öcünü alacağı üzerine yemin etmiş.
J.Wellhausen, Muhtar’ın geçmişinin karanlık içinde olduğunu söylerken, olasıdır ki Şehristani’nin Muhtar için söylediği, “Şii ve Kaysani olmak için Al Zubeyr’in partisine girmeden önce Harici olarak siyasete başladı” sözleri kastediyor olmalı. Ama kendisi kullanmadığına göre, bu birbiriyle çelisen nitelemelerin, belki onu kötülemek için söylendiğini düşünüyordu. (J.Welhausen, agy.s.121-122; Shahristani, Al Milal, (Fr.) s.262)
4. a Muhtar as-Sakafi Muhammed al-Hanefi Adına Sabaileri Eşitlik Düşüncesinde Birleştiriyor
Kuşkusuz bunların hareketi yükseltmede çok büyük önemi vardı. Muhamme al-Hanefi ile görüşüp ondan, “Tanrı, Ali oğullarını kim düşmanlarından kurtarırsa ondan razı olacağı” icazetini almış ve hatta İbrahim b. Al-Eşter gibi Şii eşraftan bazılarına, kendisine itaat etmesi için mektup bile yazdırmıştı.
Al-Hanefi, babası ve ailesini tanrısallaştıran ve Ali’nin kendisinde zuhur ettiğine, kurtarıcı (Mehdi) olduğuna inanan Sabaileri kendine destek yaptı. Mekke ve Medine’de yaşadıkları yıllarda Hasan ve Hüseyin’in yapmadığını yapmış, Heterodoks İslam inancına sarılmış aşağı tabakadan emeği ile geçinen halkı ardına almıştı. Şehristani gibi Sünni-Şafii İslam heresiografları, Muhtar’ın Muhammed al-Hanefi’yi isyan için kandırdığı ve baştan çikardigini söylüyorlarsa da, bu doğru olamaz. Sakafi kabilesinden olan Muhtar’ın toprak sahibi olduğu ve çiftliginde köleleştirilmiş savaş tutsaklarını çalistirdigini söylemiştik. Altmış yaşin üstünde ve birçok savaşlara katılmış, önderlik girişimlerinde bulunmuş. Başarılı olamamıştı. Ama, Muhammed al-Hanefi’yle görüştükten sonra çok farklı bir stratejiyle harekete geçiyor. Muhammed al-Hanefi, Abdullah İbn Saba’nın gizli Ali kültünü daha geliştirdiği anlaşilıyor. Ayrıca Ali’nin azatlısı, kendisinin de ögrencisi olduğu söylenen Kaysan’a atfen onlara ‘Kaysaniyye’ adının verilmesi de, al-Hanefi’nin Muhtar’a kimlerle hareketi götürebileceğini önerdiginin göstergesidir.
Muhtar as-Sakafi, Ali’nin çok yakın arkadaşi (Alevi inancındaki kırklardan biri sayılan) Malik al-Eşter’in oğlu İbrahim’i de yanına alınca 685’in 18 Ekim’inde Küfe’de Hüseyin’in öcünü alma parolasıyla başkaldırdı. Üç gün içinde Küfe eşrafı teslim oldu ve Muhtar’ın egemenliğini kabul ettiler. Vali İbn Muti kaçıp saklandı. Muhtar vali konağına yerleşerek eşraftan, Muhammed al-Hanife adına “Tanrının kelamı, peygamberin sünneti ve Kutsal Ailenin öcünü alma, kafirlerle savaş, zayıfları koruma” üzerine biat aldı. Hazineden aldığı 9 milyon dirhemle savaşçilarını ödüllendirdi. Yaklaşik 9000 savaşçiya 200 ila 500 dirhem dağıttı. Öç için başkaldırmış olan Muhtar, hemen hemen kansız ele geçirdiği Küfe’de heyecanı yatıştırarak, düşman partiler barıştırma çabasina girdi. Adaleti sağladı. Aynı yıl içinde İbn Zübeyr, Muhammed al-Hanife’yi Kabe’de kuşatarak, kendisine biat etmediği taktirde öldürmekle tehdit etmişti. Yardım istemesi üzerine Muhtar, 4000 kişilik lobutlu birliklerle gelerek onu kurtardı ve böylelikle Mekke’yi de elegeçirmiş oldu. Bu arada Küfe’den Muhammed al-Hanefi’ye getirdiği parayı askerler arasında paylaştırdı.
Muhtar’ın az önce kısaca değinildiği gibi, başina geçtiği, isyana götürdüğü apayrı bir toplumsal kesimdi. Büyük çoğunluğu Arap olmayan, Mevali dedikleri yabancılardı. Bunlar Küfe halkının yarısından fazlasını oluşturuyor, zenaat ve ticaretle uğraşiyorlardı. Hatta Arap savaşçiları (askeri aristokrasi) halkın yiyecek işini bunlara bırakmıştı. Bunların çogu köken ve dil bakımından İranlıydı. Savaş tutsağı olarak Küfe’ye getirilmiş, burada İslamı kabul ettikten sonra azat edilmişler ve mevla adıyla Arap kabileleri arasına kabul edilmiş. Görünüşte köle değillerdi, ama efendilerine sıkı sıkıya bağlı, onların himayesine muhtaç ve kendilerine hizmet etmekle yükümlüydüler. Muhtar Mevali’nin yüreğindeki azatlı kölelilikten kurtulup, Arapların sahip oldukları haklara sahip olmak, onlarla eşit olmak duyguları körüklemiş. Kendi eski dinlerinden ödünç alınmış inanç ögeleriyle beslenmiş Kaysanilik bayrağı altında, Hüseyin’in öcünü alırken, asıl kendilerini ülkelerinden etmiş, topraklarından koparıp köleleştirmiş Arap efendilerinden büyük hınçlarını çikaracaklardi. Muhtar’ı iktidara götürürken kendilerinin de Araplara eşit ve özgür bir yaşama kavuşabilme umut ve sevinci yaşiyorlardı. Silah olarak sadece topuz (lobut) kullanan Muhtar’ın azatlı köle askerleri, kendileriyle yanyana değil karşi karşiya bile savaş yapmayı hor gören Arapları, kendileriyle eşit saymasından ötürü ona çok sıkı bağlanmışlardı. Üstelik Muhtar’ın “zayıfları koruma siyaseti” bu azatlı köleleri ilgilendiriyordu. Böylece Muhtar aristokrat bir Arap olduğu halde, ezilen horlanan sınıflara önderlik yapan , Abdullah İbn Saba’dan sonra ikinci kişi olma onuru taşir. Hem de bu sınıfların hak ve özgürlüklerini kazanması ve korunması üzerine siyaset yaparak. Muhtar’ın bencillik ve yükselme tutkularına, Şii kitleleri ve yabancı azatlı köleleri alet ettiği ve Hüseyin’in öcünü almayı bahane ederek onları kullandığı savları doğru olamaz. Dozy, A. Müller ve J. Wellhausen gibi Avrupalı İslam tarihçilerinin temelde birleştikleri bu sav, isyancı halk önderlerini sevmedikleri ve dinsel heterodoksizme karşi olduklarındandır. Ayrıca tarihsel olaylara din ve idealizm açısından bakmış olmaları onları bu türden yargılara götürüyor.
Bu tarihçiler, Muhtar’ın başkaldırdığı Küfe’de, savaşlar yaptığı Hicaz’da Suriye’de, kısacası İslam İmparatorluğunun heryerinde kendilerini efendi sayan Arapların nüfusu kadar, Pers, Kürt, Türk, Nubialı-Afrikalı yabancı kölelerin nasıl insanlık dışı koşullarda yaşadıklarını sanki bilmiyorlardı! Ortodoks İslam yönetiminin ezdiği, hor gördüğü ve Arap kent eşrafı ya da büyük toprak sahiplerine uşaklık ettirdiği bu ezilen kitlelerin insanca yaşamalarını sağlayacak sınıfsal çikarlarini kendi çikarlarinda birleştiren önderlere, geçmişi ne olursa olsun sadece saygı duyulur. Bu çikar birleşimi egoizmle tanımlanamaz. Bizzat J.Wellhausen’in kendisinin “Taberi tarihinde Ebu Mihnef’in Muhtar hareketi hakkındaki rivayetlerinin hepsi de, önce Muhtarın tarafında olmuş sonra da ondan ayrılmış olanlardan alınmıştır”diyerek itiraf ettiği halde, bu önemli toplumsal mücadeleye ilişkin bilgileri, Taberi’den farklı değerlendirmemektedirler.
Muhtar, iki yıl boyunca Hicaz’da, Suriye’de, Irak’ta İbrahim Eşter’le birlikte yaptığı savaşlarda, karşisına çikan orduları yenerek bölgeye tamamıyla hakim olmuştu. Kaysani hareketi batılı ve Sünni tarihçilerin yazdığı gibi bir Şii hareketi değil, temelde yabancı kölelerin, azatlıların, yani ezilen halkların, efendilere-sahiplerine karşi yaptıkları sınıf savaşimıydı. Ali inancı örtüsüne bürünmüş oğlu Muhammed al-Hanefi’de somutlaştırılan bir Alevi (Heterodoks İslam) halk hareketidir. Mücedelenin güdüsü, Hüseyin’in öcünü almaktı. J.Wellhausen genişçe fakat çok karışık bir biçimde ele aldığı (agy, s.116-150) hareketi anlatırken bir yerde sanki bir Emevi tarihçisiymişçesine şöyle yazıyor: “Esir düşen Hüseyin’in katillerinin idamıyla başlayan hareket, kaçanların izlenmesiyle de sürüp gitti. Kerbela’nın baş suçluları, güya Medine’deki korkuluk İbnül Hanefiye’nin emriyle, birer birer saklandıkları yerden çikarildilar. Uşaklar ve azatlılar iz süren köpekler gibi eski efendilerini arayıp buluyorler, kadınlar kocalarını eleveriyorlardı. Sadece Şemir b. Zi Cevşen değil, Ömer bin Sad ve diğer bir çok Kureyşli canlarından oluyordu. Eşraftan kaçabilenlerin çogu Basra’ya, Mus’ab’ın yanına gittiler.” (agy, s.136-137)
Bu büyük toplumsal başkaldırı hareketi, Mekke’deki Şii halifeye bağlı Sünni ve Şii eşrafın, büyük toprak sahipleri ve Arap kabile başkanlarının desteklediği Basra valisi Mus’ab tarafından, 687’de yine Küfe’de boğuldu. İbrahim b.Eşter’in ordusuyla Suriye’de bulunduğu bir dönemde, Mus’ab ordusuyla Küfe’yi kuşattı. İbrahim’le haberleşmesine de engel olarak Muhtar’ı içkaleye sıkıştırdı. Muhtar 4 ay direndi. Açlık ve susuzluk başgösterince bir yarma hareketi yapmak istediyse de başaranadı. Son çare olarak, 19 adamıyla yaptığı çikis hareketinde 67 yaşindayken öldürüldü. 6-8 bin arasında azatlı köle öldürüldü. Karısı da idam edildi. Mus’ab, Mevali’den öç almak isteyen Küfe asillerine izin verdi. Bu yüzden oluk gibi yabancı azatlı köle kanı akıtıldı. Oysa Muhtar, Küfe’yi ele geçirdiğinde kölelerin Küfeli efendilerine karşi giriştikleri böyle bir katliamı önlemisti. (J.Wellhausen, agy, s.131,142)
“Baskı altındaki halk tabakalarıyla bağlantı kurunca, diyor J.Wellhausen (agy, s.147), Şia milli Arap zeminini terketti. Bağlantının harcı islamdı. Ama, bu eski islam değil, yepyeni başka bir dindi. (Taberi 2, s.647,6. 651,2) Bu Muhtar’ın da içinde bulunduğu karanlık ve sapık inanç, maruf (tanınan) adıyla Sabaiyye’den neşet etmekteydi (doğmaktaydı). Bunlar şimdi, Şia’nın Sünniliğe karşi daha reddedici bir tavır takınmaya ve Sünnilik ile farklarını kesin olarak belirtmeye zorlanması nedeniyle, geniş çevrelerde üstünlük kazanan bir yön tutturdular. Sabaiyye’e Kaysaniyye de denir. Kaysan mevali’nin başıydı. Eğer aynı zamanda o Sabailerin de başi idiyse, bundan Sabailerin de Mevali olduğu anlamı çikar. (Taberi, 2,s.623, 14. 651, 12.)”
Sabaileri incelerken üzerinde genişçe durduğumuz gibi, ilk kez Abdullah İbn Saba Ali yandaşlığını, Ali inancı-tanrısallığı olarak ezilen yabancı, köleleştirilmiş halklara mevaliye ve yoksul Araplar arasına taşimıştır. Çok büyük olasılıkla Kaysan da, Ali’nin mevlası (kölesi) olması dolayısıyla Abdullah ibn Saba’nın arkadaşi ve Sabai önderlerindendi. Abdullah İbn Saba ve arkadaşları öldürülmeleri sırasında Kaysan Muhammed al-Hanefi’nin mevlası (azadlı kölesi) olarak onun aralarında yaşadığı Hanifa kabilesinde saklanmış olabilir.
Burada Sayyid al-Himyari ve Kusayrinin anlattıklarından hareket ederek bir gerçeği daha ortaya çikarmak olası görünüyor: Muhammed al-Hanefi dördüncü İmam olarak, Hüseyin’in ölümünden sonra, “hak ve adaleti zafere ulaştırmak için” ortaya çikisi ( ya da Muhtar tarafından ortaya çikarilisi), bir diriliş, yani ölümden hayata dönüş gibi değerlendirilmekteydi.
İbn al-Hanefi, bu ölü yıllarını(!) da Ridwa dağında yeşillikler içerisinde, bir arslanla panterin eşliğinde, bal ve su akan iki kaynaktan beslenerek geçirmişti.(Shahristani, Al Milal.s.264-265; J.Welhausen, agy.s.152-153) Kuran’da (LV, 50, 66) cenneti ve İncil’de (II,7) İsa’yı anlatan ayetler anımsatan bu inançsal betimlemeler, İbn al-Hanefi’nin olasılıkla Ali’nin ölümünden sonra, 25 yıl boyunca ölmüs olduğunu etrafa yayan kabilesi tarafından Medine yakınındaki Ridwa dağında saklandığını göstermektedir. Wellhausen’in Taberi’ye dayanarak söylediği gibi ‘ayrı din’ değildi. Heteredoks İslam, yani proto Alevilikti. Mevalinin eski dinlerinden alınan inanç ögeleriyle ‘İslam harcı’ yoğurulup sunulmuştu.
4. b Muhtar as-Sakafi, Sabailiğe-Kaysaniliğe Eski İnançlardan Ögeler sokarak Felsefi derinlik kazandırıyor
Şehristan’daki bilgiler Muhtar as-Sakafi’nin Sabailiğe-Kaysaniliğe felsefi derinlik kazandırdığı ve ‘kutsal koltuk’ gibi putperest ögeler de kattığını gösteriyor. İki yıl boyunca Muhtar’ın katıldığı savaşlarda askerin önü sıra götürülen, Ali’nin kutsal emaneti olarak kendilerine zafer kazandırdığına inanılıyordu. Bir konsol gibi tahtadan ve daima üstü örtülü durur ve törenlerde açılırdı. Hacerülesved gibi putperestlikten bir parçaydı. Kökeni Yemen’de ve Musevi inancında aranabilir. Önce Tanrının, daha sonra da tanrısallaştırıldığı için artık Ali’nin koltuğuydu; onları zafere ulaştıracaktı. Ayrıca partizanlarına Muhtar, çarpismalar sırasında havada ansızın gözüken beyaz güvercinlerin kendilerini korumak için gökten inen ve güvercin donuna girmiş melekler olduğuna inandırmış. Sahte mucize gibi anlatılan bu olay, Dozy ve J.Welhausen’in kabul ettiği gibi, bunların Muhtar’a gönderilen (ya da kendisinin gönderdiği) posta güvercinleridir.
Ama asıl Muhtar’ın Kaysaniliğe getirdiği ve Şehristani’nin “asla kabul edilemez” dediği; iradei cüziyye, yani özgür insan iradesinin, iradei külliye, yani herşeyi tanrı istemine bağlıyan tanrısal iradeyi değiştireceği, onun yerine geçeceği (akılcı) inanç ve düşüncesidir. Ona göre, özgür insan iradesi kendisi hakkında kararları vermeğe hakkı vardır: Tanrının baştan yapılmasını arzu ettiği ya da buyurmuş olduğu şeylerin ansızın tersini yapılmasını istemesi, yani istediği zaman istediği şeyi yapması sayılan iradeyi küllüye kabul edilemez. O zaman Tanrı, farklı koşullarda verdiği buyrukların hepsini, karşilıklı olarak kaldırmış demektir. İnsanlar bu yükümlülükleri yapmayabilir. Kendi iradesine göre yargıya varmalıdır. İnsan iradesi herşeyin üstündedir…
İsmail Kaygusuz, İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadelelri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU, Su Yayınları, İstanbul-2005, s.34-62
İsmail Kaygusuz