ALEVİLERİ ANLAMAK KONUSUNDA AYDINLAR…

Murtaza DEMİR

M. Ali Birand, 12 Şubat tarihli Milliyet’teki köşesinde şöyle yazıyor: “beni hayal kırıklığına uğratan en önemli oluşum, Alevi dostların içine düştükleri kargaşa oldu. Ortak bir noktada buluşamıyorlar. En basit konularda dahi bölünmüşlük içindeler. Daha da kötüsü, her biri diğeriyle neredeyse kavgalı… Alevi dostlarımızın bu “ön rapora” kızmaya hiç hakları yok. Bu şekilde devam ettikçe de, sorunlarına hiçbir zaman çözüm bulamayacaklar.”
Doğruluk payı olmasına karşın, Alevilik konusundaki bu neviden tespitler, egemen mezhep adına kamu malını talan eden DİB’in daha da tahkim edilmesine, meşruiyet dışı konumunun ve ayırımcı tutumunun devamına meşruiyet sağlamaktadır. Çünkü Alevilik meselesi ve dini alandaki haksız-hukuksuz uygulamalar, kamuoyu yapıcıları nezdinde henüz yeterince anlamaya ve emek verilmeye değer bulunmuyor. Ülkemizin en temel, en derin ve tarihi sorunlarından biri olan bu konuda üniversitelerimizin, okuyup yazanlarımızın bilgileri hangi düzeydedir: kaç kitap, tez, makale, analiz okumuşlardır? Konuya dair yargıda bulunanların, konuyu yeterince ciddiye almadıkları, hem yazdıklarından hem de halimizden belli. Özellikle de Alevilik konusunda yargılarını besleyen kaynak, ya eş dost ilişkisine, ya da çok sathi bilgilere dayandığı için kamuoyundaki karşılığı da benzer yargılarla şekillenmektedir.

Kısaca söz edelim:
Biz, Alevi-Bektaşiler bu ülkede yaşıyorduk. Yani öteden beri buradaydık. Osmanlı tarafından “ötekileştirildiğimiz”, sürekli katliama tabi tutulduğumuz ve kente sokulmadığımız için zorunlu olarak kırsalda yaşıyorduk. 1950’lerde kente geldik. Bu nedenle çok da ayırdında olmadan bizi meşru yurttaş sayan, kentin, okulun ve medeniyetin kapılarını açan Cumhuriyeti ve Atatürk’ü çok sevdik. Ancak ‘50’li yıllardan sonra, dinin siyaseten kullanılmasıyla birlikte, kentte de sorun yaşamaya başladık. Bir yanda Sünni devlet-toplum baskısı vardı, diğer yanda ekmek…  Çok doğal olarak, devlet ve mahalle baskısını, aşağılanmayı göze alarak, ötelenmeyi, zulmü içimize akıtarak, açlık dürtümüze kulak verdik… Yani ekmeği seçtik ve kentte kaldık.
Kentte kalma kararıyla birlikte, kentteki Alevi-Bektaşiler olarak iş ve aş kaygımızdan sonraki en temel kaygımız, yine de geleneklerimizi ve inancımızı yaşama ve koruma güdüsü oldu. Bu uğurda çok meşakkat çektik, bedel ödedik, harlı ateşlere atıldık. Şimdi meşru hakkımızın ve inançsal itibarımızın iadesini; işyerinde, okulda, mahallede, karakolda, vilayette üzerimize çöreklenen asimilasyon kâbusunun durdurulmasını, farklılığımızın kabulünü ve eşitliğin tesis edilmesini istiyoruz. Meselenin aslı budur…  Kolaydır, yalındır ve anlaşılır bir şeydir…

Çok merak konusu olan ise şu: “kimiz; neye-nasıl inanırız?”

Özetleyelim: ecdadımız Anadolu coğrafyasına MS. 1000’li yıllarda Orta Asya’dan göçlerle gelmiş. Göç hikâyemiz amca çocuklarımız olan Sünni yurttaşlarımızla aynı olmakla birlikte, farklılığımız tesadüfîdir… Kent çevrelerine yerleşenler, merkezi hükümetin siyasi etkisiyle değişime uğramış ve merkezin görüşü olan Sünni yorumu benimsemiş, kırsala yerleşen ve göçer karakterli olanlar ise İslam’ı, eski din ve gelenekleriyle harmanlayarak bugün Alevilik dediğimiz inanç yolunu seçmiştir.

El-Hak doğrudur ki, Alevilerin inanç ve Tanrı anlayışları Sünnilerden farklıdır…

“Zorunluluk” yani mahalle baskısı olmadıkça camiye, Hacca gitmez, Ramazan Orucu tutmayız. Bunları yerine getiren Alevi’ye, “dönek” gözüyle bakar, kendimizden saymayız. İbadetimizi Türkçe yaparız. Kadın erkek eşitliğine, tek eşliliğe inanır, kadının meta olarak kullanılmasına, alınıp satılmasına, töreye, şiddete karşı dururuz. Mazlumun yanında, zalimin karşısında olmak, en temel şiarımızdır. İbadetlerimizi, dedenin ve oniki hizmetlinin gözetiminde cemevi dediğimiz büyük evlerde, genellikle uzun kış günlerinde yerine getiririz. Çalışmayı, yani rızk kazanmayı ibadet sayarız. Yeniye, iyiye, çağcıl olana, değişime açık dururuz. İbadetimide boy abdesti, temiz-yeni kıyafet esastır. “Hak, Muhammed, Ali; Pirimiz, Hünkârımız Hace Bektaşi Veli; doksanbin Horasan Ereni, kırkbin Rum Ereni; tavella, teberra, dört kapı, kırk makam, üçler, beşler, kırklar, yediler Hak mı? Hak; Allah-Eyvallah!..” diyerek, iman ve itikat ederiz… Şekli önemsemeyiz; zira aslolan Öz’dür…  

Şimdi kamuoyu oluşturan kanaat yapıcılarına; insaf-vicdan sahibi inananlara soralım: 

•    Alevi-Bektaşilerin iman ettikleri şekilde inanma hakları, inanç özgürlükleri var mıdır?
•    Temel ibadetin yapıldığı mekân, ibadethane değil midir?
•    Bir inananın, diğerine; “benim gibi inanmazsan, senin inanma hakkını teslim etmem: çünkü ben iktidarım, çoğunluktayım ve güçlüyüm” demesi insani midir?
•    “Cemevinde yapılan, ibadet değil zikirdir” demek, Tanrıya şirk koşmak; Tanrının, ibadeti kabul ve makbul sayması hak ve yetkisine ortak olmak değil midir?

Dinin bu temel parametreleri, duygudaşlık, temel hak ve özgürlükler ne yazık ki, ayaklar altında… Sadece Alevi-Bektaşiler bakımından değil, durum, İslam’ın Sünni yorumuna inananların dışındaki tüm dini mensubiyetler bakımından da bundan farklı değil… Kentin orta yerinde süpermarket zincirine yer mi bulamadın? Okula, parka ayrılmış bir kamu arazisi bul; as cami tabelasını, vur kazmayı; altını market, üstünü de cami yap!.. İstim arkadan gelsin. Peki, kul hakkı, yetim hakkı, helallik, yasa, meşruiyet? Peki ya koskoca kentte cemevi arsası bulamayan, inancını yerine getiremeyen, cenazesini kaldıramayan milyonlarca Alevi?

???

“Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” palavralarına karşın,  dışardan bakan demokratik devletler, düşünen ve yazanlar, Türk Devletini tam da bu yüzden “Sünni devlet” yani bir “mezhep devleti” biçiminde tanımlıyorlar. Alevi çocuklarına “zorla” din dersi” verilmesi, ulusal ve uluslar arası mahkeme kararlarına karşın bu ilkelliğin sürdürülmesi, Alevi yerleşim birimlerine “zorla” cami yapılması, Hırant Dink ve papaz cinayetleri, Gayrı Müslimlerin ülkeyi terk etmeleri vb. gerçeğine baktığımızda bu deyimin boşuna kullanılmadığı anlaşılır.

Belli ki, ülkeye hükmedenlerin, aydınların ve kanaat önderlerinin zihni dünyası, “Sünni devlet-Sünni toplum” jargonunun işgali altında: beyinlerini tutsak eden bu işgalin kırılmasına sıcak bakmıyorlar. Bu yüzden düşünce dünyalarını türlü çeşitli deyimlerle maskeleseler de, o jargondan kurtulamıyorlar. Kimi kişisel örnekler olsa da, bunlar, yeterli demokratik refleks düzeyine ulaşamadığı için Alevilerin, Kürtlerin, Gayrı Müslimlerin, Azınlıkların, Romanların ve farklı kalmak kararlılığında olan “ötekileştirilenlerin” haklarını elde etmelerine yetmiyor.

17.02.2010

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*