Alevilikte Tasavvuf

Alevilikte Tasavvuf Doç. Dr. Hüseyin BAL Alevi – Bektaşi inanç sisteminin dayanaklarından olan tasavvuf felsefesi, insana ve tanrıya gönül gözüyle bakma, dünyayı sevgi temelinde anlamlandırma ve buna uygun yaşama tarzıdır.Tasavvuf, Kur’an’ın batini yorumu olarak dinin tebliği ile birlikte varolan, onun özünü anlama ve yaşama halidir. Mutasavvıflar Kur’an tefsirinin geliştirilmesinde büyük rol oynamışlardır. Onlar sadece sözcüklerin mealini yani zahiri manasını vermekle yetinmemiş, sözcüklerin ardındaki simgesel anlamı, batini manasını açığa çıkarmışlardır. Böylece dinin hoşgörüye açık, herkesi kucaklayan özünü yakalamışlardır.
Tasavvuf, İslam’a sonradan eklenmediği gibi, ondan sapma da değildir. Tasavvuf dinin özüdür. Bu tez ile tasavvufa dayanan Aleviliğin İslam’ın özü olarak başlangıcından beri varolduğu, sonradan çıkan ihtilaflara bağlı olarak oluşan bir tepki hareketi olmadığı tezi uyuşmaktadır.
Ali b. Ebu Talib’e gayb ilminin (batini ilmin) Muhammed tarafından aktarıldığı kabul edilir. Peygamber “ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” diyerek bu ilme yani tasavvufa Ali’den gidebileceğine işaret eder. Aynı ruhtan yaratıldıkları kabul edilen Ali ve Muhammed’in aynı ilme (tasavvufa) sahip olmaları anlaşılır bir şeydir. Tasavvuf konusunda derin bilgileri özümlemiş olan Ali kendisinden sonra yetişecek olan sufilerin de ilk ideal tipidir.
Tasavvuf dünyasında sufiliğin manevi ataları arasında, Peygamberin ve Ali’nin yakınında yer alan isimler arasında Salman el- Farisi önemli bir konuma sahiptir. Acem asıllı bir berber olan Salman esnaf tabakasının temsilcisi konumundadır ve “Salman-ı Pak” adıyla bugün Alevi-Bektaşi Ayin-i Cemerinde temizliğin simgesi olmuştur. Ayrıca o dönemde Ashab-ı Suffa, Ebu Dar el-Gifari (ölm. M.653), Yemen’de yaşayan Veysel Karani ve daha bir çok sufinin yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Zünun Mısri (ölm.858), Beyazid Bistami (ölm. 848 veya 874), Cüneyid-i Bağdadi (ölm. 909), Hallac-ı Mansur (ölm.921) Türkmen boylarının müslüman olması sürecinde etkin olan mutasavvıflardır.
Tasavvuf, İslam dininin yayıldığı her yere gitmiştir. Dini zahiri olarak anlayan, onu kişisel çıkar ve siyasal amaçlarına göre yorumlayanların karşısında olmuş, kılıca rağmen gönülleri feth etmeye yönelmiştir. Türkler’in İslam’dan önce farklı inançlara sahip oldukları bilinmektedir. Uygur/Dokuz Oğuzlar Budizmi, Hazar Türkleri Museviliği, Oğuz ve Kırgızların bir kısmı Hıristiyanlığı seçmişlerdir. Gök-Tanrı inancı ve Şamanizm ise yaygın egemen inanç sistemiydi. Türkleriki yüzyıldan fazla Arap ordularına karşı direndiler ve Emevilerin kılıçla, zorla müslümanlaştırma siyasetine karşı çıktılar. Buna karşılık tasavvuf ehlinin hoşgörü yüklü dinsel mesajlarından etkilendiler. Bu insanı merkez alan dinsel anlayış Türkmenlere Horasan üzerinden ulaştı. Onların önderi olan “Baba”lar Horasan’a gittiler ve tasavvufu öğrendiler. Hızla yayılan sufi süreği Buhara, Semerkand’a kadar ulaştı, özellikle göçebe Türkmenler arasında kabul gördü. Bu süreci Horasan’da yetişen Ahmed Yesevi (ölm. 1166) hızlandırdı. Sufi süreğinin insanı derinden kavrayan sıcaklığını, Emevilerin katı, ortodoks anlayışlarına karşı hakim kıldı. Ahmed Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim de bir sufidir ve Ali evladından kabul edilmektedir. Yesevilik Türkmenlerin yaşama tarzına uygundu, bu tarikatta kadın-erkek ayrımı yoktu ve birlikte zikir halkalarına katılıyorlardı. Yesevi, halife ve dervişlerini Anadolu’ya göç eden topluluklarla birlikte göndermiş ve müritleri bu misyonu sürdürmüşlerdir. Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Geyikli Baba, Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı Sultan, Kıdemli Baba Sultan bunlardan bazılarıdır. Bunlar arasında Hacı Bektaş Veli (1209-1270 yada 1248-1337) karizmatik kişiliği ile merkezi bir rol oynayacaktır.
“Kutb-azam”, Kutb-ül Arifin”, “Erenlerin ser çeşmesi” gibi ünvanlarla anılan Hacı Bektaş Veli, Anadolu Aleviliğinin önderi olmuştur. Öyle bir kutb yani yolun en ulusu olmuş ki, Şah Hatayi’den Aşık Veysel’e tüm ozanlar, tüm mürşitler ve tüm erenler ona, onun felsefesine bağlanmışlardır. Onun felsefesi ise tasavvuftan başka bir şey değildir.
Moğolların baskısı Sufi toplulukları Horasan üzerinden Anadolu’ya göçe zorladı. Bunlar arasında Yeseviyye, Vefaiyye, Haydariyye, Kalenderi gibi Alevi gurplar olduğu gibi Kübreviyye ve Sühreverdiyye gibi sünni eğilimli tarikatlar da bulunuyordu. Tasavvuf her iki grubunda ortak paydasını oluşturuyordu.
Tasavvuf anlayışı sadece kişilerin inanç dünyalarında yada günlük pratikleriyle sınırlı kalmamış, özde aynı olmakla birlikte üslupta farklı olan toplulukları yaratmıştır. Topluluklar kendi içlerinde mürşit-mürit ilişkisi içinde hiyerarşikbir yapıda örgütlenmiş,, sosyal kurumlarını oluşturmuş (düşkünlük,, musahiplik gibi), dergah ve tekkelerdeki örgün eğitimle önder kadrolarını yetiştirmiş, gezgin dervişler ve inanç önderleriyle eğitimi kitlelere götürmüş, zaman zaman daha iyi yaşamak ve adalet adına “merkez”le çatışmaya girmek zorunda kalmış yada “merkez”in içinde etkili olmayı denemiştir. Babilik bu geleneğin öncülerindendir.
Mevlevilik de tasavvufun ana damarlarından biridir. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled Horasan’ın Belh kentinden olup Kübreviyye tarikatında (sünni eğilimli) halife konumundadır. Bahaeddin Veled Konya’ya yerleştikten sonra Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad da dahil olmak üzere çok sayıda kadın-erkek ona yönelir yada bağlanırlar. Babasının ölümünden sonra Şeyhlik makamına oturan Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) olgunlaşma sürecinde o dönemin önemli merkezleri olan Halep, Şam medreselerinde hadis ce fıkıh üzerine yetişir. Ancak onun gerçek anlamda olgunlaşması Şems-i Tebrizi ile karşılaşmasından ve ondan tasavvufu öğrenmesinden sonradır. Mevlana o güne kadar öğrendiği bütün bilgilerin zahiri olduğunu anlar ve onlardan vazgeçer. Çünkü yeni şeyhi Şems ona şöyle demişti;

Bilim eğer seni senden almıyorsa,
bilgisizlik bu ilimden yüz defa daha iyidir.” (Fürüzanfer,, 1986;79).

Mevlana, tasavvuf ehli olarak Hacı Bektaş Veli gibi, Yunus gibi bir deryadır. Özleri, sözleri aynı kaynaktan, tasavvuftan beslenmektedir. Mevlana, insanın Tanrıyı kendisinde araması gerektiğini söyler;

Senin canının içinde bir can var, o canı ara
Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara
Yürüyen dervişi arıyorsan, onu senden dışarıda arama,
kendi nefsinde ara.” (Mevlana, 1985:11)

Mevlana’ya göre her şey insandadır. İnsan Tanrı kitabının örneğidir.

“Ey Tanrı kitabının örneği, insanoğlu,
Ey şahlık cemalinin aynası mutlu varlık,
Her şey sensin, alemde ne varsa senden dışarda değil
Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende” (Mevlana, 1985:286)
İnsanın Tanrı kitabının örneği olması ne demektir? İnsan ve Kur’an her ikisi de Tanrı’nın ayetlerini yansıtmıyor mu? “Şah-ı Merdan Ali” “Ben konuşan Kur’an’ım” dememiş miydi?
Tasavvuf, Cüneyd-i Bağdadi’nin anlatımıyla “Hakk’ın seni sende öldürüp, kendisi ile ihya etmesidir.” İnsan kendi nefsini öldürürse gerçeğin ışığı ile, Tanrının sevgisi ile dolar. Bu insan-ı kamil olma aşamasıdır. Bu, Tanrıyı yerde-gökte aramayan, O’nu insanda bulan, bir gönülde mihman eyleyen insanın halidir.
Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’nın yanında yetişen Bektaşi ozanı Edip Harabi (M. 1858 – M. 1926) 28 kıtalık “Vahdetname”sinin ilk mısralarında bu gerçeği şöyle açıklar; (S. Nüzhet, 1930;82)

Daha Allah ile Cihan yok iken
Biz anı varedip ilan eyledik
Hakka hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Bu anlatımı duyup da tasavvuftan bihaber olanlar Harabi’ye zındık, kafir, katli vacip demezler mi? Oysa Yunus Emre’de böyle söyler, Mevlana da, Hacı Bektaş Veli’de. Bu bir gelenektir, sürektir.
Yunus (1240-1320), insanın ervah (ruh) olarak evren kurulmadan önce Tanrı ile beraber olduğunu belirtir;

“Bu cihana gelmeden sultan-ı cihanda idim
Sözü gerçek hükmü revan ol hükm-i sultanda idim

Halayık bunda gelmeden gökler melaik dolmadan
Bu mülke bünyad olmadan mülkü yaradanda idim” (Gölpınarlı, 1965:204)

Yunus yere, göğe sığmayan Tanrıyı insanda bulur;

“Bu tılsımı bağlayan, cümle dilden söyleyen
Yere göğe sığmayan, girmiş bu can içinde

Baştan ayağa derin Hak’tır seni tutmuş
Hak’tan ayrı ne vardır, kalma güman içinde (Öztelli, 1984:113; Bal, 1994)

Yunus artık tasavvufun sırrını açıklamaktan çekinmez olur;

“Tanrı kadim, kul kadim, ayrılmadım bir adım
Gör kul kim, Tanrı kimdir, anla ey sahib-kabul” (Öztelli, 1984;218 Bal, 1995)

Mevlana da yaratan-yaratılan ayırımını kabul etmenin ikilik olacağını ve birlik (tevhid) inancına ters düşeceğini söyler. Benzer yaklaşımı Hacı Bektaş Veli’de de bulmak mümkündür. Onun insan-Tanrı ilişkisi üzerine söylediklerini – Makalat’ın iki çevirisini de dikkate alarak günümüz Türkçe’siyle – şöyle ifade edebiliriz;
“Eğer Muhiblere sorarlarsa Tanrıyı nice bildiniz, Muhipler cevap verirler, kendi özümüzden bildik ve hem kendi özümüzü Çalap Tanrıdan bildik. Sözümüzün delili, şartı budur ki, Hazreti Resul, “her kim kendini bilirse Tanrıyı bilir” sözüdür. Muhiplerin söylediklerinin özü, Tanrı adem sureti içindedir, ayrı yerde onu arayan nice bulasıdır.” (Makalat, Çdşan, 1971;12;Sefer Aytekin’in, 1954;36)
Tasavvufa göre Tanrı insanda ve diğer varlıklarda görünüş alanına çıkar. Sufi kendisiyle Tanrı arasındaki gerçek münasebetleri bilen kişidir. Öyle ki, o batini yönden kendisinin Tanrının biliminde bir idea olduğunu bilir. O bir ide olarak Tanrı ile aynı şekilde ezelidir. Zahiri yönden o yaratılmış bir varlık olup Tanrı kendisini onun suretinde ortaya çıkarmıştır. Sufinin kendisine mahsus bir mevcudiyeti yoktur, o Tanrının mevcudiyetinde var olup; Tanriyla görür, Tanrıyla işitir (Munshi Fazil:929).
Tasavvuf yaratan-yaratılan ikiliğini ortadan kaldıran, yaratılanı yaratanın tecellisi olarak algılayan bir felsefedir. A. Yaşar Ocak, bu ikiliğin insan-ı kamil kavramı ile ortadan kaldırıldığını ileri sürer. Ona göre, bu kavram üstün ilahi sıfatlarla donatılarak velayet teorisi içine yerleştirilmiştir. İnsan-ı kamil mertebesine velayet sistemindeki kademelerin aşılmasıyla ulaşılır (Ocak, 1997:8).
İnsan-ı kamil tasavvufun / Aleviliğin ideal insan modelidir. O dört kapıyı / kırk makamı yaşamış olan insanı simgeler. “Yol”un kurucusu “Şah-ı Merdan Ali”, onun soyundan gelen On İki İmamlar, Hacı Bektaş Veli ve tüm “Veliler” Alevi topluluğunca insan-ı kamil kabul edilir.
Hacı Bektaş Veli’nin “Dört Kapı Kırk Makam” kuramı sadece Tanrıya ulaşma aşamalarına değil aynı zamanda toplumsal hayatın değerler sistemini, ideal davranış kalıplarını sunar. Nefsi ezmek, edep, ilim, cömertlik, kendini bilmek, kişileri aşıp iyiyi kötüyü görmek, yaratıklardan hiç birine zarar vermemek, gerçeği söylemek, sabretmek, iç gözüyle (gönül gözüyle) gözlemde bulunmak (tanrısal bilimi; ilm-i ledünni öğrenmek) vb. bunlar kırk makamdan sadece bir kaçıdır.
Tasavvuf ulu bir derya gibidir. Derya içinde yol almak için güvenli kaptanlar gerekir. Bu kaptanların başı (kaptan-ı derya) Şah-ı Merdan Ali’dir, Hacı Bektaş Veli Anadolu coğrafyasında “yol”un ulusu (kutb) olarak kaptanlığını hakkıyla yerine getirmiştir. Yunus Emre, Mevlana gibi ulu şahsiyetler aynı yolun yolcusudurlar.. Tüm ozanlar, mürşitler, müritler, erenler ve yol ehli olanlar bu deryada kaptanlarına güvenerek yol almışlardır ve hala da yol almaktadırlar.

Kaynakça
Bal, Hüseyin, Yunus Emre ve Hümanizm, Koral Yay., İstanbul, 1991.
Fazil Munshi, Sufilik (Yahut Tasavvuf), Çev. M.T.Küyel, Erdem, Cilt 7, sayı 2, 1995.
Fürüzanfer B, Mevlana Celaleddin, Çev. F.N.Uzluk, Devlet Kitapları, 1986
Gölpınarlı, Abdülbaki, Yunus Emre, Altın Kitaplar, 1971.
İbni Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, Süleyman Uludağ (haz.), Dergah Yay.,İstanbul 1984
Mevlana, Fihi Mafih, çev. M.Ü Tarıkaya, Devlet Kitapları, 1985
Nüzhet, Sadettin, Bektaşi Şairleri, 1930.
Öztelli, Cahit, Yunus Emre, Özgür Yay., İstanbul, 1984.
Ocak, Ahmet Yaşar, “İslam, Tasavvuf ve Tarikatlar”, Türkiye Günlüğü, Sayı 45, 1997.
Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1992.

Doç. Dr. Hüseyin BAL

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*