Bana “Alevilerin Türkiye’deki sosyal şartlarını bir cümleyle özetle” deselerdi, şöyle söylerdim: yüzyıllardır baskı altında ömür tüketen sosyal bir grup! Ürkek; ülkesinin ve çocuklarının geleceğinden umutsuz; yönetenlere, kolluk güçlerine, yargıya hatta oy verdiği siyasal partiye dahi güvensiz ve güvencesiz bir yaşam süren milyonlarca insan!
Alevilerin ülkemizdeki şartları böyle… Nitekim bunu, yazı ekine ilave ettiğim akademik araştırmanın sonuçları da onaylıyor.
Peki, neden böyle?
Yaşam biçiminiz, inancınız ve kültürünüz baskı altına alınıp yok sayıldığında, fiziksel varlığınızın değeri de olmuyor. Sizin için vazgeçilmez olan geleneğinizi sürdürmenize imkân verilmeyince, karşınıza her ikisi de birbirinden kötü olan iki seçenek çıkıyor: ya asimilasyon baskılarına dayanamayıp “lanet olsun” çekerek teslim oluyorsunuz, ya da direniyor, bedel ödüyorsunuz.
Hoş, teslim olmakta çare olmuyor: bu defa hem iç dünyanızla barışık olamıyor, hem de dışınızdaki zahiri dünyanın bütün hoyratlıklarına mahkûm halde yaşamaya zorunlu kalıyorsunuz ki, galiba en kötüsü de bu. Çünkü bu defa da çelişkilerle yaşıyorsunuz. Mesela oruç tutmadığınız halde Ramazan’da gece kalkıp evin ışıklarını yakıyorsunuz. İşyerinde oruç tutar görünüp, yemek yemiyorsunuz. “Haydin cumaya” denildiğinde kalkıp camiye gidiyor, namaz kılar gibi yapıyorsunuz. “Kızılbaşlar” diyerek başlayan hakaretleri duyuyor ama duymuyor gibi yapıyorsunuz vb.
Dolaysıyla evde ve yakın çevrenizde farklı, iş yerinde, sokakta farklı davranıyor, güven vermeyen biri olarak biliniyorsunuz. Bizler, bu tutarsız ve “çifte standart” kalıbını “miras” yoluyla ve zorunlu olarak içselleştirdiğimiz için çoğu kez farkında bile olmadan çelişkiler içinde yaşayıp gidiyoruz. Ve ne yazık ki, koskoca bir ömrü böylesi çelişkiler içinde tüketiyoruz.
Genlerimize değin nüfuz eden bu “mahalle baskısı”, sosyal yaşamımızı ve başarılarımızı derinden etkiliyor. Bunlardan biri de Alevi bürokratların kendilerini, bulundukları kurumda en fazla ikinci adam olabileceklerine ikna etmiş olmalarıdır. ODTÜ’nden Sosyoloji Profesörü Sn. Sencer Ayata’ya bu davranışın sosyolojik nedenlerini sordum: Sn. Ayata bunu “kanıksamak; farkında olmadan kabul etmek” seklinde açıklıyor ve örnek de veriyor: “Aleviler bulundukları kurumda genel müdür, müsteşar, bakan, vali, vb. birinci adam olmayı düşünmezler. Bu yüzden gerçekleşmeyeceğine dair ön kabulleri nedeniyle böyle talepleri olmaz.”
Yani çalıştığınız kurumun üst makamlarından birine atama yapılması söz konusu olduğunda, eğer Sünni inanış dışında bir mensubiyete ait isen, adaylar arasında dahi yoksun… Söz konusu makam için adaylar arasında en yeteneklisi ve kariyer sahibi sen bile olsan, hatta ağzınla alaca kuş bile tutsan, eğer Aleviysen o makama gelemezsin!
Elbette "istisnalar kaideyi bozmaz."
Çünkü Sünni değilsen, gerçek anlamda yurttaş da değilsin; eşit de… İnsanlık, vicdan, adalet, eşitlik ayaklar altında paspas olmuşsa ki, gerçekten öyle, git derdini Marko Paşaya anlat! Örneğin Türkiye Cumhuriyetinin bürokrasisi şöyle işliyor: hocaya var, dedeye yok: camiye var, cemevine yok. Ramazan’a, hacca, umreye var, Muharrem orucuna yok. Sünni dersleri hem de “devlet zoruyla” var, Alevi dersleri yok: kuran kursuna, çarşaflıya, türbanlıya var, çağdaş kıyafet giyene yok: Diyanete var; hem de istemediğin kadar, Alevi kurumlarına yok!
Yok! Yok! Yok! İşte sana “adil devlet” düzeni!
Bunu daha ne kadar sineye çekeceğiz bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, bu ilkel sistem, güzel ülkemi koskoca bir açık hava hapishanesine, bizleri de birer tutsak haline getirdi. Özgürlüğümüzü ve haklarımızı ayaklar altına aldı. Bunu yapmaya da pervasızca, hayâsızca ve ahlaksızca devam ediyor…
…
Siyasi gücün Diyanet’e devredildiği, kamusal alanların Sünni misyonerlerin kesin denetimine geçtiği ülkemde, zaman zaman nefes almakta zorlandığımı hissediyorum. “Yok sayılmak” duygusu yolda, sokakta, okulda, askerlikte, kamusal ve özel alanlarda, benimle birlikte oluyor ve beni asla terk etmiyor.
Kendimi sorguladığım çok oluyor: “abartıyor muyum” diye…
“Keşke abartıyor olsam” diyerek içten içe dualar ediyor, temennilerde bulunuyorum. Ah, buna bir inanabilsem, yanıldığıma dair bir kanıt görsem, hatta zerresi bile olsa enikonu rahatlayacağım; hatta gidip böyle düşündüğüm için özür de dileyeceğim ama yok!
Tersine; her şey daha da kötüye gidiyor!
Daha ayağımı evden dışarıya attığım anda, mahalle ve kamu baskısı başlıyor: aslında sabah rastladığım komşuma içimden “günaydın komşu; merhaba” demek geçtiği halde, “selamünaleyküm” demek zorundayım. İşime gitmek üzere bindiğim dolmuşta “Kızılbaşlar” denilerek atılıp tutuluyorlarsa, konuşulanları duymamak ve sineye çekmek zorundayım. “Camiye yardım” deniliyorsa, vermek, ezan okunuyorsa, adam ne kadar bağırırsa bağırsın sesimi çıkarmadan dinlemek zorundayım. Yol, sokak ve trafiğin akışı namaz kılan insanlarla kapatılmışsa, gideceğim yere geç kalıyor bile olsam, itiraz hakkım yok! Orada durup sessizce beklemek zorundayım.
“Çünkü burası %99.99999999999’u Müslüman olan bir ülke!”
Biz Alevilerin gerçeğidir bu…
Ülkemin kamu kurumlarında göstermelik birkaç istisna dışında sıradan memurluk bile verilmiyor artık. İşyerinde sicilimiz bozuluyor: kamu alanındaki sınavlarda, önümüze "mülakat" denilen bariyerler konuluyor: kimliğimiz, kökümüz, aidiyetimiz ve inancımız araştırılıyor. Namaz kılmayan, dua ezberlemeyen, inancına sadık kalan çocuklarımız sınıfta bırakılıyor, notları kırılıyor, Alay ediliyor…
Keşke abartıyor olsam ama ne yazık ki, aşağıda özetini verdiğim belge beni fazlasıyla onaylıyor.
Prof. Toprak ve arkadaşları tarafından koşullarımızın fotoğrafının çekildiği bu akademik çalışma, yüzsüzlerin dahi yüzlerini kızartacak düzeyde. Ama askeriyle, siviliyle, hükümeti ve muhalefetiyle, ülkeyi yönetenler bu belgeyi görmezden geliyor, yok farz ediyorlar.
Teşekkürler Sn. Prof Dr. Binnaz TOPRAK,
Teşekkürler Sn. İrfan BOZAN, Tan MORGÜL, Nedim ŞENER: gerçeğin resmini çektiğiniz için.
Fazla lafa gerek yok! Prof. Binnaz Toprak ve ekibi tarafından hazırlanarak kamuoyuna açıklanan metin 188 sayfa. Veriler, tanıklar ve olaylar, kimlikleri gizlenen kişilerin ağzından verilmiş. Okumak zahmetine katlanırsanız sevinirim.
Saygıyla, 10.02.2009
Murtaza DEMİR
Not: Belki bir yararı olur düşüncesiyle gazetecilere, yazarlara, siyasilere ve diğer ilgililer göndermeye çalışacağım. Daha çok insana ulaşması için dağıtımına yardımcı olursanız mutlu olurum. MD
TÜRKİYE’DE FARKLI OLMAK
Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler
Binnaz Toprak (Proje Sorumlusu)
İrfan Bozan
Tan Morgül
Nedim Şener
Not: Eserin orjinali 188 sayfadır. Burada çok kısa bir özeti verilmiştir.
ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
On iki Anadolu kentinde yüz yüze yapılan derinlemesine mülakat yöntemiyle yürütülen bu araştırmanın saha çalışmasını Aralık 2007-Temmuz 2008 tarihleri arasında bizzat gerçekleştirdik. Gittiğimiz iller Erzurum, Kayseri, Konya, Malatya, Sivas, Batman, Trabzon, Denizli, Aydın, Eskişehir, Adapazarı (Sakarya) ve Balıkesir idi. Ayrıca, karşılaştırma amacıyla, Anadolu’dan büyük kente göç etmiş kişilerin çoğunlukta olduğu İstanbul’un Sultanbeyli ve Bağcılar semtlerine de gittik.
ARAŞTIRMANIN AMACI
Türkiye’de din, muhafazakârlık ve toplumsal baskı arasındaki ilişki, son seçimlerde halkın neredeyse yarısının oylarını alan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile birlikte kamuoyunda en çok tartışılan konular arasına girmiştir. AKP’nin Türkiye’deki laik rejimi değiştirip bir İslam devleti kuracağı yolundaki “takiye” iddiaları Türkiye’nin giderek “İslamlaştırıldığı” tezlerine dönüşmüş, bu bağlamda görüşlerine başvurulan Türkiye sosyal bilim camiasının en önemli isimlerinden Şerif Mardin’in gündeme getirdiği “mahalle baskısı” kavramı bu tartışmaların odağına oturmuştur. Türkiye’de yapılan sosyal bilim araştırmalarında, muhafazakârlık ile dindarlık arasında yakın bir bağ olduğu pek çok araştırmacı tarafından saptanmıştır. Örneğin, 1999 ve 2006 yıllarında yayınlanan ankete dayalı iki çalışmanın sonuçlarına göre, farklı olana mesafeli bakış özellikle kendisini dindar olarak tanımlayanlar arasında Belirgindir.
TANIKLIKLAR
Eskişehir’de görüştüğümüz Hacı Bektaş Veli Vakfı’ndan bir yetkilinin söylemiyle, “Alevi ayrımının yapılmadığı tek yer mezarlık”tı. Alevilere karsı olan önyargı ve toplumsal baskıların, kimi kentlerde daha az belirgin olsa bile, hemen hemen her yerde mevcut olduğu izlenimine kapıldık.
Malatya’da konuştuğumuz Alevi bir işadamının yorumuyla aktaracak olursak, bu Önyargıların en en az olduğu kesimler arasında bile kendilerinden “ama” çekincesiyle Bahsediliyordu. “Alevi ama iyi bir insan”, “Alevi ama dürüst bir kişi” vb. gibi.
Baskı ve önyargılara isyan edip Alevi dernekleri kanalıyla mücadele edenler olduğu gibi, baskılardan yıldığı için ya da işine zarar verir korkusuyla Sünni ibadet ve gelenekleri yerine getiren, getiriyor gözüken, ya da kimliğini saklayan Aleviler de vardı.
Nitekim Erzurum’da görüştüğümüz kişilerden tesadüfen ismi ‘Haydar’ olan bir zat, “Alevilere has bir isim taşıdığı” ve bu nedenle hayatı boyunca sıkıntı çektiğini belirtip, “Sünni kesim bizden alışveriş yapmaz” diye ekliyordu.
Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde solcu bir öğrenci, Alevi arkadaşlarının yurtlarda kimliklerini kimseye söylemediklerinden, Ramazan’da oruç tutuyor gibi gözüküp gizli gizli yemek yediklerinden bahsediyordu.
Eskişehir’de Kadın Platformu üyesi bir kişi, Alevilerin işyerlerinde kimliklerini açıklamadıklarını, açıkladıkları takdirde çalışma arkadaşları tarafından oruç tutmadıkları için kınandıklarını, erkeklerin cuma namazına gitmeye zorlandıklarını belirtiyordu.
Hatta Mahmudiye’de ortaokul öğrencisiyken din dersi öğretmenleri, kendisi dâhil, Alevi olduğunu öğrendikleri öğrencileri masaya çıkartıp namaz kıldırtıyorlardı.
Alevilere karsı toplumsal önyargılar arasında en sık duyduğumuz şikâyet, “yemek” konusundaydı. Örneğin, Erzurumlu Aleviler yaşamları boyunca pek çok kez, “Alevilerin yemekleri yenmez” sözünü duymuşlardı. Komsularına dağıttıkları kurban etlerinin gözlerinin önünde köpeklere atıldığından, komsularına aşure gönderdiklerinde çöpe döküldüğünden bahsettiler.
Erzurum’da Alevi kahvesinde görüştüğümüz bir kişi, “herkes elimizden yemez” diyordu, “kurbanı mesela hayatta yemezler, haram diye”. Bu tür önyargıların yeni olmadığını, “kendini tanıdığından beri böyle olduğunu” ekliyordu.
Kayserili bir Alevi, babasının köyde ekin biçmeye gelen Çerkezlerin Alevilerin kestiği eti yemeyeceklerini bildiği için aç kalmasınlar diye yemeği pişiren Alevi arkadaşına yüksek sesle eti hangi kasaptan aldığını sorduğunu, kasabın adını duyunca “ha, tamam, onun eti helaldir” dediğini anlatıyordu.
İstanbul Sultanbeyli’de Alevi kahvesinde görüştüğümüz bir kişi, bu semte ilk geldiklerinde mahallelerinde su olmadığını, Sünni mahallesindeki kuyudan su almaya gittiklerinde “siz bu suyu almayın, siz abdestsizsiniz” dendiğini hatırlıyordu.
Kahvede oturan diğer iki arkadaşıyla birlikte mahallelerine taşınan çok fakir bir Sünni aileye kömür ve erzak yardımı yaptıklarını, ancak bir gün esinin bu fakir ailenin hanımını verdikleri kurban etini kediye yedirirken gördüğünü, o günden beri üçünün de bu aileyle görüşmeyi kestiklerini anlatıyordu.
Esi, mahallelerindeki bir Sünni hanımın başka bir hanıma “bunlar Alevidir, Kızılbaştır, ekmeğe tükürüp sana öyle verirler” dediğini duymuştu.
Birçok Alevi yurttaştan, ilkokuldaki çocuklarının okul çıkısı peşlerine takılan arkadaşlarının arkalarından “Alevi, Alevi” diye bağırıp alay ettiklerini duyduk.
Sivas’ta görüştüğümüz bir Alevi, Sünni Müslümanların “Aleviliği her ne kadar lafla İslam içi görseler de, beyinlerde, zihinlerde Alevilik İslam dışıdır, kâfirliktir” diye düşündüklerinden şikâyet ediyordu.
Aydın’da bir Alevi hanıma başka kentlerden okumaya gelen Alevi gençler, Üniversitede tanıştıkları arkadaşlarının kendilerine ilk sordukları sorunun “mum söndü“ olduğunu söylemişlerdi.
Kayseri’deki bir Alevinin sağlık ocağında hemşire olan kız kardeşinden aktardığına göre, aynı yerde görevli “türbanlı” bir doktor, kuruma temizlikçi olarak giren bir hanıma Alevilerin nasıl mum söndü yaptıklarını sormuştu. “Simdi gidip yüz yüze konuşsak” diyordu, “sizin yanınızda konuşmaz, benim kardeşim devlet memuru, korkudan ne yapacağını bilmez”.
Eskişehir Hacı Bektas Veli Kültür Vakfı yetkilisi, kendi karakteriyle ilgili hiç kimseden kötü söz işitmediğini, ancak yanında Aleviler için “mum söndü yapıyorlar, ana bilmezler, bacı bilmezler” dendiğini belirtiyordu.
Aleviler yasadıkları kentteki olumsuz ya da kınanan olaylardan kendilerinin sorumlu tutulmasından da şikâyetçiydiler. Erzurum’da görüştüğümüz bir Alevi, kentte kötü bir olay yasansa, hemen “bunu kesin bir Kızılbaş yapmıştır” yargısına varıldığından söz ediyordu.
Kayseri’de Alevi bir işkadını, iki yıl önce oturduğu mahalleye arabayla devamlı gidip gelen bir gencin mahallelinin dikkatini çektiğini, mahalledeki hanımların bu gencin muhtemelen apartmanlardan birindeki Alevi kıza geldiği yorumunu yaptıklarını, oysa gencin aynı apartmanda oturan “türbanlı” bir kızın erkek arkadaşı olduğunun anlaşıldığını anlatıyordu.
İnsanlık adına en utandırıcı örneği ise Sivas’ta Hacı Bektas Veli Derneği’nden bir yetkili anlatıyordu. Çocukluğunda yaslı Alevilerin sakalına katran sürüldüğü ve arkalarına teneke bağlandığı unutamadığı acı anılar arasındaydı.
Nitekim yukarıda bahsettiğimiz 1999 ve 2006 yıllarında yürütülmüş ankete dayalı iki çalışma karsılaştırıldığında, bu ilişkilerin olumsuz yönde geliştiği görülmektedir. Bu çalışmaların sonuçlarına göre, 1999 yılında kızının ya da oğlunun farklı mezhepten biriyle evlenmesini Türkiye halkının yaklaşık 42’si kabul etmezken, 2006 yılında oran yaklaşık % 9 artarak yaklaşık %51’e çıkmıştır.22
İstanbul’da Sultanbeyli’de Alevilerin oturduğu mahalleye belediye, tarihte Alevileri Anadolu coğrafyasından neredeyse silmiş olan Yavuz Sultan Selim’in adını vermişti.
Orada görüştüğümüz genç bir Alevi Hanım, her gün Hz. Ali’nin adından çok Yavuz Sultan Selim’i anmak zorunda kaldığından şikâyet ediyordu.
İmza toplayıp Sultanbeyli Belediye Başkanı’na gitmişler, “Yavuz Selim’e laf edenin alnını karışlarım, bu ülkede kimse Yavuz Selim’e laf edemez, isminin değiştirilmesini teklif bile etmeyin” cevabını almışlardı. Hatta konu gazetelerde yayınlanmıştı.
Sivas’ta Hacı Bektas Veli Derneği yönetimindeki bir Alevi, camisi olmayan Alevi köylerinden birine imam gönderildiğini söylüyordu. Ulusal televizyon kanallarından biri bu konuda çekim bile yapmıştı.
Balıkesir’de görüştüğümüz emekli bir Alevi öğretmen, Diyarbakır’da bir Şafi köyünde katıldığı bir mevlitte, imamın Kürtçe konuşurken arada bir “hısss” diye bir ses çıkardığını, ne anlatıldığını sorduğunda kendisine imamın Çaldıran Savası’ndan bahsettiğinin ve “Alevilerin katledilme” olayından haz duyduğu için bu tür bir ses çıkardığının söylendiğini anlatıyordu.
Köyündekilerin su almak için beş kilometre gittiklerini, yollar bozuk olduğu için on dokuz kilometreden sonra otomobille gidilemediğini söylüyor, “gidin, kendiniz görün” diyordu. Sünni köylerin yollarının tümü asfaltken, kendi köy yolunun neden asfalt olmadığını soruyordu. Ve ekliyordu: “Allah bizi Alevi olarak yaratmadı, insan olarak yarattı”.25
Kahvede konuştuğumuz bir Alevi, belediyeye verilen dilekçelerin akıbetini su sözlerle anlatıyordu: “Bu adamlar çok zeki insanlar. Tarihte devlet tarafından horlanmış, dışlanmış, köylüdür diye devlet kapısından kovulmuş insanları ayakta karşılıyorlar, çay veriyorlar. Bir anda o insanların gönlünü fethediyorlar. ‘inşallah yaparız’ diyorlar, ‘yaparız kesinlikle.’ Yıllardır bu böyle”.
Aynı kişi, zaman düşündüğü bir “rüya”sından bahsetti. “Uzun zamandır içimde söyle bir duygu var” diyordu, “burada herkes toplanacak, kitlesel bir katılım olacak, ben dönüp içimizdeki birkaç Sünni aileye, Sünni kardeşlerime diyeceğim ki, ‘kardeşlerim, biz Alevi olduğumuzdan, bizden dolayı sizin de yolunuz, kanalizasyonunuz yapılmadığı için, size de bu hizmet gelmediği için, sizden özür dilerim’. Duygularım bu.”
Çogu yerde Aleviler devlet dairelerinde ya da belediyelerde is bulamamaktan da şikâyetçiydiler. Örneğin, Erzurum’da devlet hastanesinden emekli bir Alevi, ise ilk girdiği yıllarda hastanede yüz elli civarında Alevi çalışan olduğunu, oysa bu sayının simdi bir ya da iki kişi civarına düştüğünü söylüyordu. Alevilerin artık ise alınmadığını, hastanede çalışanların AKP yanlısı kişilerden seçildiğini iddia ediyordu.
Sivas’ta Cem Vakfı’ndan bir yetkili, devlet hastanesinde yedi yıldır müdür yardımcılığı görevini yürütüyordu, ancak üç-dört hizmetli ve birkaç kimliğini gizleyen doktor dışında hastanede Aleviler “yok, yok, yok” diyordu.
Oysa 1975 yılında ise ilk girdiğinde çalışanların yarısı aleviydi. Sivas belediyesinde toplam beş kişi civarında Alevi çalışan olduğunu, onların da eski belediye başkanı döneminde ise girdiklerini söylüyordu.
Malatyalı bir Alevi eski bir belediye başkanının ise alacağı gençlere açıkça Alevi mi, Sünni mi olduklarını sorduğunu, Alevi olduğunu öğrendiklerine iş vermediğini söylüyordu.
İstanbul, Sultanbeyli’de görüştüğümüz bir Alevi, Sultanbeyli Belediyesi’nde tek bir Alevinin bile çalışmadığını iddia ediyordu. Balıkesir’de Hacı Bektaş Veli Derneği’ndeki bir yetkili, hem devlet dairelerinde hem de özel sektörde Alevilere iş verilmediğinden, is başvurularında nereli olduklarının sorulduğundan, Çepnili, Çoraklı ya da Çukurhüseyinli oldukları anlaşıldığında “sen git, biz seni ararız” cevabı aldıklarından söz ediyordu.
Denizli’deki Aleviler belediye baskanından cemevi inşası için arsa talep etmişlerdi. Başkan “cemevi istiyorsanız orada durun” demişti. Nedenini sorduklarında “eğer ibadet yapacaksanız, Müslümansınız, yeri camidir” cevabını vermişti.
Sivas merkezinde yüz yetmiş camiye karşılık otuz beş bin Alevi’nin yasadığı kentte sadece iki cemevi olmasını eleştiriyor, camilere su ve elektrik parası ödetilmezken neden cemevlerinin ödemeleri gerektiğini sorguluyor,30 vatandaş olarak vergi ödedikleri ve askerlik görevlerini yaptıkları halde devletin cemevi yapımına yardım etmemesini ayrımcılık olarak görüyordu.
Bu tür özgürlükler kısıtlandığı, gelenekle, genel ahlakla, dini öğreti ve yasaklarla bağlantılı sayılarak hukuken mazur gösterildiği ya da idari tasarruflarla hoş görüldüğü hatta teşvik edildiği takdirde kaçış imkanlarının azalması ve bireyin genel geçer ahlak kurallarını kabullenmeye zorlanması kaçınılmazdır.
“Ne Yapmalı?” sorusuna cevap vermek ise oldukça güç. Çalışmamız, ne yapılması gerektiğine dair ipuçlarını da kendi içinde taşıyor.
Yapılması gereken, kendi yandaşlarına devletin imkanlarını sunan iktidarlar yerine her kesime eşit mesafede duran şeffaf bir yönetim anlayışını sağlayacak yapısal değişimlere gidilmesi, iktidar-muhalefet ilişkilerinin normalleştirilmesinin yollarının aranması, hak ve özgürlüklerin genişletilerek bireyin güçlendirilmesi, iyi vatandaş bilincinin geliştirilmesi, sosyal devlet politikalarının yaygınlaştırılarak düşük gelirli kesimlere hizmet sunulması, farklı kimliktekilerin karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık ve baskının ortadan kalkması için bir yandan eğitim, diğer yandan siyasi projeler kanalıyla ayrımcılığa karşı mücadele edilmesi.
Bu sorunun cevabı, her şeyden önce, soruyu önemseyecek bir düşünce dünyasının varlığıyla bağlantılı. Oysa Türkiye’de hem entelektüel hem de siyaset dünyası, çok uzun zamandır, somut öneriler yerine “mega” konularla uğraşıyor.
Kamusal alandaki tartışmalar görünürde sorunlarını artık konuşabilen bir Türkiye imajı verirken, aslında bu “konuşma” ortak akıl yaratmak üzere yürütülen bir fikir alışverişinden ziyade, “kapalı devre” oynanan, farklı “kamptakilerin” birbirlerini teğet geçtikleri, birbirlerini duymadıkları, kendi kendilerine anlattıkları bir monoloğun tartışma yerine geçmesinden ibaret kalıyor.
Düşünce hayatındaki bu bölünmüşlük aynı zamanda konulara daha somut, daha çözümlenebilir önerilerle yaklaşan sivil toplum örgütlerinin kamuoyunda etkin olabilmelerinin önüne set çekmekte.
Kimlikle ilgili baskı ve ayrımcılığın ortadan kalkması her şeyden önce bu “mega” konuların bir kenara bırakılıp sorunların çözümüne yönelik bir seferberlik başlatılmasını, bu seferberliğe özellikle fikir ve siyaset dünyamızdan kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin öncülük etmesini gerektiriyor.