DARIYERİ

Hüseyin DUMAN
[email protected]

Darıyeri Malatya ili Hekimhan ilçesine bağlı bir dağ köyüdür.  Malatya il merkezine yüz on beş kilometre uzaklıkta, Sivas’ın Kangal ilçe merkezine de elli kilometre mesafededir. Malatya iline bağlıdır ama gerek doğa yapısı gerekse kültürel yapısıyla Kangal’a daha yakın görünür. Arazisi düz ve bakımlı olan Malatya ovasından uzaklaşıp dağlık araziye girdiğinizde yollar da daralır ve sert virajlar başlar. Malatya ovasının göz alabildiğine uzanan kayısı bahçelerinin yerini Hekimhan sınırlarına girilirken, kısmen meşe ormanı kaplı yalçın dağlar alır. Hasançelebi’yi geçip bakımsız, toprak yola girdiğinizde ise başka bir ülkenin topraklarında geziniyor hissine kapılırsınız. Bir anda bu ülkede yaşayan, vergi veren, askerlik yapan ama devlet hizmetlerinden hak ettiği kadar pay alamayan toplulukların yaşam bölgesinde olduğunuzu hatırlamış olursunuz. İşte bu topraklar Alevilerin yaşadığı topraklardır. Halbuki Türkmen-Alevi kimlikleriyle onlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu öğesi ve kopmaz parçası olmalıydılar. Öyledirler ama bugün yok sayılıyor, vahşice asimile edilmek isteniyorlar. Yeni bir davranış biçimi değil bu, asırlar boyu süregelen kalıp bir uygulamadır. Düşünün, duygulanın, üzülün; gerçi kimse üzüldüğünüze pek aldırmaz, ama siz yine de insanlık görevinizi yapın.

Darıyeri sözcüğünün Türkçe anlamı çok açıktır. Darı ekilen yer. Fakat köylüler bu sözcüğün ilk akla gelen anlamı dışında bir anlamı olduğunu söyler. Darıyeri değil, dar yeri. Yanİ suçlunun dara çekilip cezalandırıldığı veya ıslah edildiği yer anlamında. Zira Darıyeri köyü dedeler köyüdür.

Darıyeri sözcüğünün bu iki anlamı da Alevi kültürü için önemsenir. Zira Sunni İslam mezheplerinin hakim olduğu devlet yapılarının uygulamalarını kabul etmeyen Alevi kendi hukuk sistemini oluşturmuş, ona uygun davranış ve uygulama biçimleri geliştirmiştir. Dede-talip… Alevi toplumu için dede bir din önderi olduğu gibi yargıçtır da. O, kendisine bağlı talipleri sorgular, şikayetlerini dinler, küskünlükleri giderir; kurallara uymayanları da cezalandırır. Darıyeri sözcüğüne dar yeri anlamı yüklemenin hiç yanlış yanı yok.

Öteki anlamı da yanlış değil. Darı sözcüğünün de Alevi kültüründe çok önemli bir yeri var. Zira darı çabuk yetişen, çok ürün veren bir bitkidir. Bugün kuş yemi olarak bildiğimiz darı, asırlar boyu baskıya uğrayan Alevinin en kolay yetiştirdiğ ve beslendiği üründür. Eski öykülerde keramet sahibi atalar ağa kapısında darı bekçisi olarak çıkar karşımıza. Köyümün efsanesinde de, Dersim yöresinin Nazimiye ilçesi sınırlarındaki Kalman Sır ocağının atası için anlatılan efsanede de keramet gösteren atalar darı bekçisidir.

İster darı ekilen yer anlamı olsun ister dara çekilen yer, iki sözcüğün de Alevi kültüründe önemli yerleri vardır. Biri yaşamı devam ettirmenin, öteki sosyal yaşamı düzenlemenin bir aracı olarak çıkar karşımıza ve kültürümüzün, sosyal yaşantımızın, psikolojimizin oluşmasında başat role sahip kavramlardır.

COĞRAFİ YAPISI
Darıyeri rakımı yüksek bir alanda kurulu, tarihi çok da eskilere dayanmayan bir köydür. Eldeki belgeler, köyde bugün yaşayanların atalarının en çok yüz elli yıl önce bu topraklara geldiklerini gösterir. Köyün kurulduğu alan doğudan batıya doğru eğimli genç bir vadidir. Hekimhan ilçesi Hasançelebi beldesine yakınlığı, kültürel bağlılığı köylüyü o noktalara bağlar.

Rakımı yüksek olmasına rağmen köyün toprakları makineyle işlenebilir durumdadır. Gerçi Hekimhan ve sonrası dağlık alandır. Köyün kuzeydoğusunu kaplayan Yama dağları, oldukça yüksek dağlardır. Bitki örtüsü de yüksekliğe uygun olarak görünür. Yüksek dağlara özgü altın çiçekleri, keven bitkisi bolca göze çarpar. Dere boylarında yetişen kavak, söğüt, iğde ağaçları; köy bahçelerinde yetiştirilen ceviz, dut ağaçları yüksek rakımın karakteristik bitkileridir. Bir de biz Malatya’nın kopmaz bir parçasıyız, diyen kayısı bahçeleri. Ne var ki Malatya ovasının uçsuz bucaksız yeşili burada bakı etkisine dayanmaya çalışan küçük bahçelere dönüşür.

İklimi de yüksek dağ iklimidir. Güneşe karşı kurulan köy, sabahları güneş ışığı ile kavrulurken geceleri sert havada üşümek hiç de şaşırtıcı değil.

TARİHİ
Darıyeri köylüleri dede olduklarını söyler. Dedelik iddialarını da Dimetoka’da türbesi ve vakfı olan Kızıldeli, diğer adıyla Seydi Ali Sultan ocağına dayandırırlar. Bu iddialarını ellerindeki şecerelerle ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bu iddia köyün ve çevrenin gerçek tarihine ne kadar etkide bulunur; bunu zaman gösterecek. Çünkü şecerelerin fotokopileri ve tercümeleri akademik çevrelere ulaştırılmış, onlardan destek beklenmektedir.
Yukarıdaki söylem bir gerçeğe işaret eder; yaşanmışı ve inancı inkar iddiası yoktur. Doğaldır ki hemen bir karşı duruşla da karşılaşır. Turgut Şahin dede haklı olarak şöyle der: "Darıyeri köylüleri dededir, yani ocakzadedir. Bu görevi yıllar değil, yüzyıllar boyu sürdürmüşlerdir. Oldukça geniş bir coğrafyada talipleri de vardır. Malatya’dan Eskişehir’e, Trakya’ya kadar, Kızılırmak boylarına yayılmış talipleri var. Dede olarak ziyaret edip yol sürdükleri köylerin bazıları şunlardır: Amasya’da Abacı, Tatar, Göndes, Boğazköy; Çorum’da Söğütözü, Kuyumcuören, Değirmendere, Kürkçü, Yalıncak, Misterovacık, Küre, Laroğlu, Çelebibağı; Yozgat’ta Yerköy, Elmahacılı; Eskişehir’de Kumkuyucu; Malatya Yazıhan’da Cermige, Balaban, Fethiye; Hekimhan’da Hasançelebi, Keçemamoglar, Obuz, Ulugüney, Davulku, Bahçedamı; Darende’de Engüzek; Sivas’ta Ulaş, Sinekli, Mamas, Davulbaz. Erzurum, Adana, Gaziantep taraflarında da talipler varmış ama zamanla bağlar kopmuş."
Ve ekler Turgut Şahin dede: "Bugün Daryeri dedelerinin ellerinde yeterli belge ve bilgi vardır. Bu belgeler Osmanlıca ve Arapça’dan tercüme edilmeyi beklemektedir."

Doğrusu dedelik kurumu akademik çevrelerin oluruna muhtaç değildir. Asırlar boyu oturulan post hala dedelerini ağırlamakta, taliplerin bağlılığını taşımaktadır. Gerçi üst bağ olan Kızıldeli kavramı gerek dini çevrelerde gerekse konuyla ilgilenen akademik çevrelerce bilinmektedir ama Malatya, Uşak, Amasya, Çorum yörelerinde olduğu söylenen Kızıldeli soyu yeni bir konu olduğundan üzerinde kafa yormaya değer. Köyde düzenlenen panele katılan Yard. Doç. Rıza Yıldırım, konuyu önemle vurguladı. Şecerelerden ve eldeki diğer verilerden hareketle yeni bilgilere ulaşılabileceğini, bu alanda yapılan çalışmaların yeni ve ümit verici olduğunu vurguladı. Gerek Darıyeri köylülerinin gerekse konuyla bağlantılı olduklarını söyleyen bağlı köylerin de ümidi akademik çalışmaların kısa sürede sona ermesi ve aydınlatıcı bilgilere ulaşılmasıdır.
Belgelerin bilgiye dönüşmesi, Alevi tarihinin karanlıklardan kurtulmasına hizmet eder ki, aslında beklediğimiz de budur. Yaşadığı topraklara iz bırakanların emeğine saygıyı bir daha tekrarlayarak düşüncelerimizi söylemeye devam edelim.
Bırakın bunca alandaki örgütlülüğü bir köyde bile örgütlülük varsa sosyal bir değer olarak ele alınmalı, derinlemesine incelenmeli, toplumun kendini ifade etmesine yardımcı olunmalıdır. Fakat ne yazık ki vergi toplayan, askerlik hizmeti yaptıran koca devlet bu konuda hala kör, sağır ve dilsizdir. Devam edelim:

Konuyla ilgilenen her kişinin de kolayca anlayacağı gibi Alevi tarihi efsaneler tarihine dönüşmüştür. Yani Alevilik nedir diye sorulduğunda bir efsane anlatılarak cevap verilmeye çalışılır. Bu efsanelerde çoğunlukla bir din büyüğünün haksız bir davranışa karşı duruşu anlatılır ve dinleyicinin o anlatıdan topluma yararlı yönde bir ders çıkarması istenir. Kendisi ile konuştuğumuz emekli polis memuru Ahmet Şahin’in bize anlattığı efsane bunun güzel bir örneğidir:

“Bir zaman bir padişah vardı ve bu padişah çok zalim birisiydi. Ve yanındakilere emir verdikten sonra o baş gidiyordu. Bu padişah avcıydı. Bir gün ava gidecek. Okunu alıyor. Öyle bir kaide var ki kendi geçerken oturan bir kimse katiyen olmayacak. Herkes ayağa kalkacak ve başını aşağı eğecek. Yine bir gün avcı beraber çıkıyorlar. Bir topluluk var, bu topluluk hepsi ayağa kalkıyor. Yaşlının birisi, benim gibi yaşlı diyelim; o ayağa kalkmıyor, oturuyor. Cellatlar hemen gidiyorlar onun başına ki onun başını kessin. Hemen padişah geliyor. Selam veriyor. Selamun aleyküm, aleyküm selam, diyor, yine yerine oturuyor. Padişah diyor ki amca sana bir soru soracağım. Sormasan iyi edersin padişahım, diyor yaşlı adam. Yok, soracağım diyor. Buyur sor. Benim diyor bir ipek elbisem var. Daha yeni yaptırdım. Yeşil bir ipek elbise. Bu yeşil ipek elbise ile camiye gidip namaz kılmam daha hayırlı olur mu, olmaz mı? Ve diyor ki o zaman ben de bir şey anlatayım. Bir köpek var. Bu köpek bir leşe gider. Leşi yer yer, karnı doyar. Ve işemesi gelir. O işediği parça vücuduna bulaşmasın diye sağ ayağını havaya kaldırır. Ama, köpek zaten leşi yemiş, karnını doyurmuştur. O köpek ayağını kaldırsa da bir şeye yaramaz, kaldırmasa da bir şeye yaramaz. O bakımdan sen tam manasıyla leşi yiye yiye karnını doyurmuşsun. İpek elbiseyle camiye gitsen de bir şeye yaramaz, gitmesen de bir şeye yaramaz.”

Güzel ve anlamlı bir efsane. Yaşamın bir bütün olduğunu, iyi veya kötü amellerin bütünlük içinde değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor. Öte yandan gösterişe kaçan ibadet şekillerinin yarar getirmediğini, önemli olanın yaşamı tümüyle doğrular üzerinde sürdürmek gerektiğidir. Fakat efsaneler ne kadar güzel mesaj veriyor olsa da bir toplumun tarihini açığa çıkaracak araçlar olamıyor ne yazık ki. Tarih, efsanelerden çok gerçek bilgi ister. Onun için toplumun gerçek hafızasına başvurulmalı ve eldeki belgeler bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirilmelidir.  Köyün geleceğini kurmaya çalışan gençlerin bu yolda yürüdüklerini görüyor, ümitleniyoruz. Zira gerçek bilgi işe, birikime dönen çok önemli kuvvettir.

Öncelikle bu köye ilk gelen kişi ile bugün yaşayanlar arasında mantıklı bir soy bağı kurulabilirse ardından köye ilk gelenin veya gelenlerin ataları ile bağlantısı araştırılır. Bunun için eldeki belgeler, şecereler bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalı, efsanelerle yoğrularak bilgi dağarcığı zenginleştirilmelidir. Bu konuda çalışmalar yapıldığı da bilinendir. Turgut Şahin dede –ki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu Krefeld Alevi kültür Merkezi İnanç Kurulu Üyesidir- şöyle bir açıklamada bulunmuş:

“Velayetname, Hilafetname, İcazetname, Şecere vs. yıllar önce, sanırım 1950 yıllarında, (70’li yıllar demek daha doğru; şünkü Süreyya Faroqhı 1941 doğumludur. 70’li yıllarda ODTÜ’de çalışmıştır) araştırma yapmak için köyümüze gelen Prof. Süreyya Faroqhı tarafından fotokopileri alınmış. Yıllar sonra telefonla görüştüğümde köye geldiğini hatırladı, ziyaretten çok memnun kaldığını söyledi. Bu belgelerin birer fotokopisini de bana gönderdi.” demektedir. 

Kör, sağır, dilsizliğin bir başka ifadesi. Belgeler alınıyor ama değerlendirmeye tabi tutulmuyor. Ya profesörün buna zamanı yok, ya da üzerinde çalışmaya değmez belgelerdir. İkinci ihtimal düşünülemez bile. Çünkü bu belgeler bunca zaman korunmuş, bir örgütlülüğün, bir otoritenin aracı olmuş. Bunların makul bir yorumu yapılarak bulundukları yerde korunması, halka açılması gerekmez mi? Elbette gerekir. Bilimsel çalışmalar sosyal örgütlenmenin ışığı olmalıdır. Türkiye’de akademik kurumların başka işleri var galiba. Neyse, biz konumuza dönelim:
Köyün kuruluş tarihi yüz elli yıllık bir süre gibi görünüyor. Soy tarihi ise daha farklı. Doğaldır ki bu tarihin Ali Seydi Sultan –diğer adıyla Kızıldeli Sultan- ile bağlantısı da anlaşılır biçimde kurulmalıdır. Ortada bir dede ocağı olduğuna göre, tarihin bu yanı da yadsınamaz. Alevi dünyasının tarihi ocaklar tarihi biçiminde şekillenmiştir zaten. Ocaklarla ilgili efsaneler gerçek tarihle bir ölçüde birleştirilebilirse, Alevi kitlelerinin tarihi de anlaşılır hale gelecektir.

YAŞAM BİÇİMİ
Darıyeri köyü bir dağ köyüdür fakat herhangi bir dağ köyünden farklı olarak toprakları kendine yeter görünmektedir. Malatya-Sivas karayolunun hemen kıyısındadır. Kangal-Malatya demiryolu da köyün yakınından geçer. Bunun köye etkisi elbette vardır. Demiryolu ile tanışma, bazı köylülerin işçi olarak demiryollarında çalışmasına neden olmuştur. Demiryollarından emekli olanlar artık köylü değil, şehirlidir.

Yakın zamana kadar köylünün geçim kaynağı çiftçilik ve hayvancılıkmış. Tarlasını eken, koyununu keçisini güden, kısmen de inşaat ve ağaç işleri yapan küçük bir topluluk. Fakat 12 Eylül 1980 Faşist darbesi Darıyeri köyü için de milattır. Köye gelen asker köylüyü meydana toplar, sopadan geçirir, olmadık hakaretler yapar. Öteki Alevi köylerinde de görüldüğü gibi, burada da gençler sol akımlara yakınlık duyar. Bu da baskının bir başka sebebidir. Hem Aleviye baskı yapmak zaten alışılmış bir şeydir, ille de solcu olmaya gerek yok. Zaten baskıya neden olan ideoloji de çağdaş değil, kadim bir anlayıştır ki ona enerjiyi veren de sunni İslam anlayışıdır. 12 Eylül cuntasının mayası da budur

Köye girip baktığınızda çok sayıda yıkılmış ev göze çarpar. Bir zamanlar şen şakrak olan bu haneler virana dönmüştür. Ama köy evlerinin çoğu ya yeni yapılmış ya da eski evler beton sıva ile korumaya alınıp güçlendirilmiştir. Yan yana duran yeni ve eski evler, köydeki yeni eski farklılığını da çok açık göstermektedir.

Toprak harçla örülmüş, ağaç hatıllı, toprak damlı evler Doğu Anadolu’nun yüksek dağ köyleri ile aynı görünümü verir. Damların üstüne konmuş kavak, gürgen ağaçları, onların da üzerine dizilmiş daha ince ağaçlar ve onların da üzerine serilmiş otlar, yapraklı ağaç dalları ve toprak, toprağı düzeltmeye ve sertleştirmeye yarayan loğ dedikleri yuvarlak taş. Yadırganacak bir şey değil, insanoğlu bulduklarıyla yeni işler yapar.
Bulduğunu bilgi ve beceriyle şekillendirmek ise kültür üretmek demektir. İstanbul’a gidip kitapla dönen Hasan Efendi’nin öyküsü ilginçtir. Köylünün dilindeki bu öykü şöyle anlatılır:

“Hasan Efendi bir iş için İstanbul’a gitmiş. Uzun bir süre köyden uzaklarda yaşamış. İşlerini bitirdikten sonra eşyalarını bir deveye yükleyip köyüne dönmüş. Hasan Efendi’nin İki yanına iki koca sandık yüklü deveyle köye döndüğünü gören köylüler, heyecanlanmışlar. Sandıkların altın veya gümüşle dolu olduğunu sanmışlar. Hasan Efendi onların bu garip beklentilerine ve gülüşlerine aldırmamış. Devenin yükünü indirtmiş, sandıkları açtırmış içindeki kitapları köylüye göstermiş. ‘Ben size ilim getirdim, ilim!’ demiş.”

Turgut Şahin dede burada da devreye girdi ve "Hasan Efendi’nin bir hukukçu olduğunu, İstanbul’a bir davayı takip için gittiğini" hatırlattı. Fakat ben Hasan Efendi’nin kişiliğinin daha renkli, daha farklı olduğunu düşünüyorum. O’nun köye taşıdığı kitapların bir listesi yapılabilse, inanç çizgisi ile bazı bağlantılar da kurulabilir kanısındayım. Fakat ne olursa olsun, böyle bir değer her köyün tarihinde yoktur. Her köyde böyle bir öykü de anlatılmaz. Biz de elimizde kamera araştırmacı yazarlığa özendik, öyküler dinledik. Çektiklerimizi yeniden izlediğimizde farklı duygulara kapıldık, farklı şeyler düşündük. Amatör kameramızın çekim alanına takılan nesneler ve anlatımlar bize, henüz ulaşamadığımız, yanından geçerken farkına varmadığımız ne çok nesne; anlatılırken dikkatle dinlemediğimiz; mesela yorgun bir anımıza, dikkatimizin dağınık olduğu bir ana rast gelmiş ne çok hikaye olduğunu düşündürdü.

Bir etnografya müzesinde olsalar farklı bir gözle görülecek olan eşyalar sağda solda çürümeye terk edilmiş. Eski bir döven yıkılmaya yüz tutmuş bir evin çatısına yan yatırılmış. Bir zamanlar insanların sahip olmak için ter döktüğü bir loğ yolun kenarına atılmış. İdare lambasının yüksekte durması ve çevresini aydınlatması için kullanılan altlık, buğdaydan dövme yapmak veya hayvanlara yem vermek için oyulmuş taşlar, ağaç merdivenler, üzerinde oturmak için yapılmış tahta oturaklar, kapı pencere işlemeleri, döşemeler, eşya sandıkları… şimdi hiç hak etmedikleri bir ilgisizlikle karşı karşıyalar. Artık zamana direnebilmek için insanların ilgisini beklemekte. Zira tarihin, kendisine tanıklık eden nesnelerle değere dönüştüğünü unutmamak gerekir.

Toprak damların yerini çatılı evler, taş duvarların yerini tuğla, su ısıtmak için kullanılan kazanların yerini güneş enerjileri almaya başlasa da eski ev eşyaları birer hatıra olarak sağda solda göze çarpmaktadır. Dedelik kurumunun otorite araçları olarak sayılan sancak, kitap sandığı, delil, erkan, şecere ve beratlarla birlikte hayrat kazanları, kılıç, köy odalarındaki tahta işlemeler, idare lambaları, ekmek sacları, kapı pencere demirleri, tahta işlemeler ve diğer el aletleri geçmiş yaşamın birer delilidir. Değirmen kalıntısı, eski mezar taşları, el yazması kitaplar kendi orijinal kılıfları içinde korumaya alınmalı, köyün geçmiş yaşamını hatırlatan birer kutsal eser olarak saklanmalıdır. Gün gelir aramakla bulunmaz.

Etrafındaki küçük yerleşim birimleriyle birlikte değerlendirildiğinde oldukça geniş bir alanı etkileyen Darıyeri artık kış mevsiminde kalınacak bir yer olarak görülmüyor. Daha çok yaz mevsiminde kalınan veya bir süreliğine uğranan yer durumundadır. Malatya’nın uçsuz bucaksız kayısı bahçeleri burada da var. Bir zamanlar değirmen çalıştıran dere suları borularla köyün içine alınmış, modern sulama yapılmakta. Borulardan akan tazyikli sular köyün içinde bir senfoni tutturup gider. Su sesi bütün dünyada en çok duyulmak istenen sestir. Su varsa refah vardır, yoksa ekmeği başka yerlerde aramak gerekiyor. Darıyeri’nde dereler kuru ama bahçeler bostanlarda sular gürül gürül akar. Su ve toprak birçok köylüyü bir süreliğine de olsa köye çekiyor hala. Köydeki kayısı bahçelerini ve ağaçları sulamak için erkekler, çoğunlukla, kaldıkları şehirlerden köylerine yalnız ve bekar olarak gelir, evlerinin bakımını yapar, bahçelerini sular; sonra da en kısa sürede evlerine dönerler. Ben onlara “kayısı sulayanlar” adını taktım ve dedim ki "bu köye artık insanlar başka güzellileri paylaşmak için gelmelidir, kayısı sulamak için değil.” Fakat bu dilek gerçeğe dönüşür mü, zaman gösterecek.

Darıyeri köyünden çıkıp da okumuş, meslek sahibi olmuş çok sayıda insan var. Hatta bunlar içinde TKY gibi başat bir konuyu işleyen, onu devlet bürokrasisine kabul ettirmeye çalışan teorisyenler de bulunmaktadır. Hakim, savcı, avukat, mühendis, sağlık görevlisi, eğitim görevlisi, öğretmen, serbest meslek sahibi birçok kişi sayılabilir. Artık köy yaşamı Darıyerlinin yaşamını belirlemiyor ama herkesin bilincinde bir yeri de yok değil. Doyduğumuz yer evet, güzel ama doğduğumuz yerle de bir bağımız olmalı. “Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.” demiş atalarımız.

SOSYAL ve KÜLTÜREL YAPI
Darıyeri bir dede köyü. Bu çevre köylerin de bağlı olduğu merkez anlamı taşır. Köyde dedelik kurumunu gösteren türlü araçlar da var. Sancak, erkan, delil, kılıç gibi kutsal araçlar şimdi ailelerin mirasçıları tarafından korunmaktadır.  Aileyi Dimetoka merkezli Kızıldeli ocağına bağlayan şecereler de kendilerini aile mirasçısı olarak tanıtan kişiler tarafından korunmakta, bu kişiler şecerelerle kendileri veya en azından aileleri arasında bir bağ kurmaya çalışmaktadırlar. Şecere ile kişi arasında inandırıcı, gerçek veya gerçeğe yakın nasıl bir bağ kurulabilir; bunu zaman gösterecek. Ama en azından böyle bir iddia ve iddiayla kurulan ilişkiler orta yerde duruyor.  Şecere üzerinde çalışmak, onu anlamak, en azından belgeler üzerinde çalışıp akla mantığa uygun açıklamalar getirmek bugünün en büyük isteğidir. Böyle bir çalışma başarılı sonuçlara ulaşırsa, Darıyerlilerin karşı karşıya olduğu çıkmazlara bir çıkış yolu olabilir. Bu konuda asıl görev de araştırma yapan akademik çevrelere düşmektedir.     

Köye ilk ayak bastığımda karşılaştığım manzara, doğrusu, hüzün vericiydi. Daha önce Varto’nun Çobandağı köyüne gitmiş, oradaki harika ortamı paylaşmıştım. Çobandağı köyü bir talip köyü. Yaz mevsiminde canlı, hareketli bir köy olmasına karşın orada da kış mevsiminde birkaç aile kalır. Fakat köy temiz ve düzenli. Gözle görülür bir özgüven yerleşmiş köylünün davranışlarına. Daha önce planlanıp başarılan büyük işler nedeniyle olsa gerek köylünün yüzü gülüyor. Birlikte iş yapma becerisi karşılıklı saygı ve sevgi kültürü oluşturmuş. Yedi kilometre uzaklıktan köye getirilen su her yanı yeşile boyamış. Dağdan aşağı akan su sesi insan ruhuna huzur veriyor. Köyün sorunlarını konuşma, birlikte iş yapma kararı alma ve iş yapma alışkanlığı müthiş bir şey. Böyle bir ortamdan Darıyeri’ne gidince insan ümitsizliğe kapılmasın da ne yapsın. Toz duman içindeki köy yolları, ilgisiz bakan yüzlerde şu iş bitse de gitsem beklentisi okunuyor.

Ben de iki günlüğüne böyle bir ortamda yaşayacak, köyün yılgınlık kokan havasını teneffüs edecektim. Planım tutmadı. Hesabımda olmayan bir “Abdal Musa” çıktı. Köyde ve çevrede büyük heyecan yaratan bu tören, sonradan farkına vardım; yapılması planlanan cem töreni aslında bir rövanş alma imiş. Neyin rövanşı diye sorulacak olursa; böyle bir tören otuz yıldır yapılamamıştı ve bu 12 Eylül diktasının yasakladığı, Alevi köylüsünü darmadağın ettiği o karanlığa karşı ilk büyük eylemdi ve çok anlamlıydı.

Cem, bir dini tören olduğu kadar Alevi hukukunun uygulanma alanıdır da. Haksızlığa uğradığını düşünen kişi şikayetini orada dile getirir ve hakkının iadesini ister. Cem ayinini yürüten dede de bir hakim rolü üstlenerek yargılama yapar, haksızı cezalandırır, haklıya hakkını iade eder. Sonra da Alevi yaşamının törelerini uygular. Otuz yıldır Alevi töresi göz önünde değildi. Şimdi yüreklerin derinliklerinde saklı duygular yüzeye çıkıyor ve paylaşılıyordu.

Nasıl yapılacaktı bu tören.
Avrupa Alevi-Bektaşi Federasyonundan Turgut Şahin dede işin öncüsü ve proje üreticisiydi. Bağlantılı olduğu gençlerle töreni yapmaya çalışıyor. Dedeler meclisinde bir tartışmadır sürüyor. Görgü cemi mi, Abdal Musa cemi mi olsun. Evliya Dede, on iki görevi sayıyor. Gözcü, süpürgeci, ibrikçi, kurbancı vs. Ahmet Şahin dede karşı çıkıyor. “Evet, gençlerimiz görsün diye görevlileri gösteririz ama görgü cemi yapamayız, büyük günaha gireriz.” diyor. Yaşamı boyunca dini törenlerde tek cem görmüş olan ben tartışmaları şaşkınlıkla izliyorum. Ahmet dede devam ediyor. “Abdal Musa yapacağız. Abdal Musa lokmasını düşkün de yer, şaşkın da. Görgü cemini düşkün yiyemez. Şimdi kimin düşkün olduğunu bilemeyiz; günaha gireriz.” diyor. Toplum mantıklı buluyor itirazı. Zira otuz yıldır böyle törenler yapılmamış, toplumun bireyleri birbirlerini yargılamamış, bir değere tabi tutmamışlar. “Seneye de görgü cemi yaparız.” diyor Turgut Şahin dede.

Karar “Abdal Musa” diye çıkınca bu kez de yapılacak yer tartışılıyor. Heyetler, yıkılmaya yüz tutmuş köy okulunu geziyor. Ayrı gayrı yok. Kadın erkek, küçük büyük alınacak karara katkıda bulunmak için çırpınıp duruyor. Çoktandır kullanılmayan köy okulu böyle bir toplantı için uygun mu, değil mi; karar verilmeye çalışılıyor. Son sözün sahibi yine Turgut dede oluyor: “Şimdilik okulun içinde değil, bahçesinde yapalım.” Köyde bolca bulunan kayısı kurutma savanları toplanıp seriliyor yerlere. Üzerinde oturulacak. Çevresine de plastik sandalyeler diziliyor. Gelenek, dede karşısında diz çökerek oturmayı gerektiriyor ama zamanla birlikte davranış da değişiyor. Önemli olan bir geleneği ayakta tutmaksa, kesin kuralları sonradan hatırlanmak üzere şimdilik bir kenara bırakılıyor. Önemli olan rövanşı almak değil miydi?

Sonra töreni yönetecek heyetin tespitine geliyor sıra. Mürşit postunda kim oturacak, zakir nereden gelecek, töreni yürütecek dede kim olacak ve diğer görevliler… Lokma pişirme görevini bacılar üstleniyor. Abdal Musa lokmasını duyan, bu lokmada payı olsun diye yarışıyor. Bir liste oluşturuluyor ve kurbanlık için gerekli paralar toplanıyor. Kurbanlıklar hayvan pazarından alınıp köye ulaştırılıyor kısa zamanda. Çevre köylere de haber salınıyor. “Pazar günü Allah kısmet ederse bir Abdal Musa yapacağız davetlimizsiniz, buyurun.” deniyor. Beklenen bir haberdir ve elbet uyulacaktır. Alınacaktır 12 Eylül diktasının rövanşı.

Dede postunda en yaşlı dede oturacaktır: O da Ahmet Şahin dededir. Nezaketen Evliya dede de yanında yer alacaktır. Ne de olsa köy dede köyü. Aileden gelme dede olup o postta oturmaya hak kazanmış çok sayıda dede var ama yaşlıya hürmeten posta yaşlı dedeler oturacaktır. Öte yandan bu geleneğin eğitim almış, felsefe sahibi çağdaş yüzü olan Turgut dede cemi fiilen yürütecektir.  Hızla gelişen ve değişen dünyada Alevi dini törenlerinin yenilenmemesi çağın dışında kalması demektir ki bunu da hiçbir Alevi kabul edemez. Yaşlı dedeler de bunun farkında. Otuz yıllık suskunluğu yıkan kişidir dede Turgut Şahin ve kitlelere seslenmeyi, töreni yürütmeyi en iyi o yapacaktır; buna şüphe yok. Çabasının bedeli olarak hak ettiği makam veriliyor kendisine.

En çok iki güne sığdıracağımı düşündüğüm geziyi Abdal Musa cemi sonuna kadar uzatmaya karar verdim. Bu kararda Bala Hatun olarak da anılan Selver Hanımın “Olur mu a, Abdal Musa lokması yemeden gidilir mi? Sonra lokmamıza ardını döndü, derler.” sözünün de etkisi büyüktür. Mecbur, sonuna kadar buradayız.

15 Ağustos 2010 günü Darıyeri köyü çok kalabalıktı. Akmağara, Aliağalar, Balabanlılar günün erken saatlerinde köye ulaştılar. Köyün hoş sohbet, güleç yüzlü muhtarı Mehmet Şahin gelenleri karşıladı ve konukladı. Darıyeri köylülerinin konukluklarından kimse şikayetçi olmamıştır, olamaz. Misafirleri hakkıyla karşılayıp konukladılar. Akşama kadar köyün içinde, gölgeliklerde heyecanlı bir koşuşturmadır sürüp gitti. Ne de olsa sabah sıcağında bahçe sulamak, ki buna köyde su sulamak deniyor, dışında yapılacak iş de yoktu.

Gün akşama dönüp güneşin hükmü az çok kırılınca cem alanı da hareketlenmeye başladı. Darıyerliler planladıkları çalışmaları tamamlamak için uğraşırken, yakın köylerden gelenler de katılacakları cem töreninin heyecanını yaşamaya çalışıyorlardı. Alan düzenlendi. Yerlere savanlar serilip çevrelerine sandalyeler dizildi. Doğrusu köylü canla başla çalışıyordu. Dedelerin ve zakirin yerleri yapıldı. Alan için ışıklandırma düzeni sağlandı. Zakirin her ortama rahatça taşınabilecek küçük ses düzeni dedeler heyeti ile izleyiciler arasındaki bağı kuracaktı. Büyük şehirlerin bol ışıklı ve yüksek volümlü ses cihazlarına alışık olan bizler için sıradan bir tören gibi görünse de buralarda işi götürebilecek büyüklükte bir düzen gibi algılanıyordu. Gençler için de, Avrupa’dan gelenler için de ders çıkarılabilecek bir durumdu. Bir dahaki tören daha iyi bir ışıklandırma ve daha güçlü ses düzeniyle yapılmalıydı. Zira kürsü ile halk arasındaki ilişkinin gücü sese ve ışığa bağlıydı. Sonra günümüz olanakları düşünüldüğünde temini zor araçlar da değildi.

Saat on yedi otuzda başlayan tören saat yirmi otuza doğru tamamlandı. Dede Turgut Şahin ve ekibi gururluydu. Belki gençler farkında değildi ama rövanş alınmıştı işte. On iki eylül cuntası askerlerinin köylüyü toplayıp hakaret ettiği alanda şimdi cem yapılmıştı. Yok sayılan bir halk yok sayılmaya isyan etmiş, yaşam kurallarını kendi belirliyordu.

Eksiği, yanlışı, tartışmaya ihtiyaç duyulan yanları yok muydu?

Vardı. Üzerinde çok konuşulacağı, çok tartışılacağı, dersler çıkarılacağı yanlar vardı. Olacaktı da. Bundan daha doğal ne olabilirdi. Atalarımız dememiş miydi ki “Kervan yolda dizilir.” diye. Kervan yoldaydı ve dizilecekti. İş yapmadan yanlış görülmezdi ki. İş bittikten sonra değerlendirmesi yapılacak, yeni işlerin daha güzel olması için dersler çıkarılacaktı.

Büyüklü küçüklü, kadınlı erkekli koca bir kalabalık, inandığı şekilde; kimseye zarar vermeden, baskı yapmadan, aşağılamadan; tamamıyla doğal, tamamıyla inandıkları gibi bir dini tören yapmışlardı.

Tören sona erdiğinde herkes huzurluydu. En yaşlısında bile yorgunluğa, kırgınlığa dair bir ize rastlanamazdı.

Yüzlerdeki gülücüklerin arkasında, işte rövanşı aldık mesajı rahatça okunurdu.

Alevi dünyasının gelişimini merak eden bizlere de bu töreni düzenleyenlere teşekkür etmek kaldı. Alevi kültürünün ayakta durmayı başarmış, daha güzel şeyler yapmaya azmetmiş Darıyeri’nin aydın insanlarıyla tanışmak, bilgi alışverişinde bulunmak, yürüdüğümüz yolda bir nebze de olsa ışık görebilmek bizi fazlasıyla mutlu etti. Daha güzel işlerin başarıldığını da görmek isteriz. Zira merkez çevreyi de toparlayan ve yürütendir. Merkez bilinçli olur da derli toplu hareket ederse, merkeze bağlı kuvvetler de bilinçli ve derli toplu hareket eder. İz varsa yolu yürümek daha kolay olur.

ŞİMDİKİ DURUM
Alevi köylerinin hiçbiri kendine yeterli değildir. Bu belki Anadolu’nun çoğu köyü için söylenebilir. En azından Alevi köylerinin genel bütçeden alması gerekeni almadığı kesin bir yargıdır. Zira sunni köylerin yerleşim yerleri daha verimli topraklarda kurulmuşken Alevi köyleri zor iklim şartlarının hüküm sürdüğü topraklardadır. Sunni köyler devlet kurumları ile daha yakın ve sıkı ilişkiler kurup sorunlarını resmi görevlilere iletebiliyor. Kendi sorunlarını çözme konusunda şanslı konumda olduklarını rahatça söyleyebiliriz. Alevi köyleri ise kendi sorunları ile daha yakından ve bilinçle ilgilenmeye yeni başladı. Artık başkasından beklemek yerine kendi sorunlarını kendi bilgisi ve inancı doğrultusunda ve kendi gücüyle çözmek düşüncesi öne çıkmaya başladı. Darıyeri köyünün yeni yeni başladığı bu çalışmalar başka Alevi köylerinde güzel meyvelerini vermeye başladı bile. Tunceli Merkez ilçeye bağlı Meşeyolu köyü kendi çabası ve gücüyle aşevi yaptı. Varto’ya bağlı Çobandağı köyü yedi kilometreden köye içme suyu getirdi. Yerel kültürü tartıştığı bir de panel yaptı. Bir köy odası yapılması için karar alındı. Hızlı bir dernekleşme göze çarpıyor Alevi köylerinde. Darıyeri köyü ise bu çalışmalara yeni başladı.

Alevi köylerinin kendine yetmemesi de, ihtiyaç duyulan olanakların dışarıdan taşınmasını zorunlu kılmaktadır. Dışarıdan taşınan da kimi zaman maddi olanaklar iken kimi zaman da bilgi veya sosyal davranış kalıbıdır. Bir dernek çatısı altında birleşip sorunları tartışmak, sorunları önem sırasına dizmek ve çareler aramak; toplumu bilinen davranış kalıpları dışında, yeni ve verimli davranış kalıplarına yöneltmek, bilgiyi işle taçlandırmak da dışarıdan olanak taşımak demektir. Aslında Alevilik kavramı ile iç içe olduğunu düşündüğüm akıl, bilgi ve demokrasi kavramlarının ancak böyle yaşamla bütünleşeceğine de inanıyorum. Alevilik, güncel sorunlara toplumla birlikte akılcı çözümler bulmaksa, dernekleşmekten başka çıkar yol da yoktur.

Görünen o ki, Darıyeri köyü sahip olduğu gücün ve iş yapma yeteneğinin ayırdında değildir. Bir anlamda dede köylerinin ortak özelliğidir bu. Talip köylerindeki hızlı değişime bakıldığında merkez konumundaki dede köylerinin geride kalmasının nedeni tartışılmalıdır. İddialı olmak istemem ama merkezin somut meseleler yerine soyut meselelerle ilgileniyor olması ağır kalmasının temel nedeni olabilir. Darıyeri köyünde çokça tartışılan Kızıldeli ocağına bağlılık yerel sorunları tartışmayı gölgeliyordur. Bir şeyi daha önemle vurgulamakta yarar var: Kızıldeli ocağı ile kurulmak istenen bağ tartışılmasın demiyorum. Aksine daha bilinçli ve yararlı tartışılmalıdır, diyorum. Kızıldeli meselesi akademisyenlere emanet edilmeli, köylü kendi güncel meselelerini tartışmaya açmalı. Örneğin, köy derneği işler hale getirilmeli, köy derneği marifetiyle, köye gelenlerin rahat edebilecekleri bir merkez oluşturulmalı; köylünün kendi sorunlarına sahip çıkması sağlanmalı. Bu da derneğin köyden çok, köy dışındaki yerleşim merkezlerinde (Ankara, İstanbul, Manisa, Mersin) çalışması demektir.

Köylerimize ışık dışarıdan gelecektir. Dernek yöneticilerinin bu ışığı taşıyabilme bilgi ve becerisine sahip olmaları istenir. Köy muhtarı Mehmet Şahin başkanlığındaki şimdiki yönetimin üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiğini söyleyip haklarını da teslim edelim. Yılgınlığın, adam sendeciliğin ağırlıkta olduğu bir kitleyi harekete geçirmek pek kolay olmasa gerek. Unutulmamalıdır ki büyük işler büyük insanlarla yapılabilir. İnsanların zor işleri başararak büyüdüklerini, tarihe iz bıraktıkları da vurgulamakta yarar var.

GELECEĞE YÖNELİK BEKLENTİLER
Darıyeri denince ilk akla gelen kavram Aleviliktir. Dedelik kurumu ve bu yaşamdaki işlevi de ardından gelir. Bu konuda da aklımıza takılanlar var tabii. En azından İmam Caferi Sadık Buyruğu’ndan aklımıza takılanlar. Orada diyordu ki: “Pir karadan okumalı, aktan okumamalı.” Bu sözün anlamını bıkıp usanmadan tartışmalıyız.  Mürşit olarak posta oturan kişinin nitelikleri neler olmalıdır. Babadan oğula geçen bir sistemin zamana ve değişime ayak uydurması olası mıdır? Dedelik kurumunu bu şekilde ileri götürme şansı nedir, gibi sorular sorulduğunda alınacak cevaplar olmalıdır. En azından dedelik kurumunun biçimi ve işlevi tartışmaya açılmalıdır. Zira dar alan eğitimi sosyal yapıyı korumaya ve geliştirmeye yetmez. Kendi alanında eğitim almış, sorulara cevap verebilen, Alevi yaşamının davranış kalıplarını anlatabilen, bu kalıpların oluşumunu sağlayan felsefeyi açıklayabilen kadrolara ihtiyaç vardır.

68 kuşağının estirdiği rüzgarın dedelik kurumunda yarattığı tahribatı içine sindiremeyen dedeler, bu kurumun gözden düşürülmesinin taliplerin yanlış davranışları sonucu olduğunu söylerler. Haklılık payı olabilir. Ne var ki İmam Caferi Sadık Buyruğu’nda vurgulanan “Pir karadan okumalı, aktan okumamalı.” İfadesinin ne anlama geldiğini açıklayacak değiliz. Aklımıza takılan soruları yanıtlayabilen kişidir aslında dede. Bugün kendimizi anlamaya çalışıyoruz. Bizi biz yapan değerlerin neler olduğunu sorguluyor, doğruyu-yanlışı ayrıt etmek için çabalıyoruz.

Doğaldır ki aklımıza takılan sorular çok.  Örneğin dedelerin felsefi bir bakışı var mıydı? İnanç dünyalarının sır kapılarını açmaya yarayan eski felsefi düşünceler hangileriydi ve bu felsefi düşünceler ile günümüz arasında bağlantı kurmaya çalışsak hangi yolu izlememiz gerektiğini bize söylerler mi? Sorulara oldukça olumsuz cevaplar verileceğini peşinen söyleyebilirim.  Dolayısıyla eğitimli, bilgi donanımlı, inanç kurallarını bilen, dini tören davranışlarını hakkıyla sergileyen; daha da önemlisi topluma seslenip yönlendirebilen liderlere ihtiyaç duyuyoruz. Taliplerden olumsuz eleştiriler almanın yarattığı kırgınlık konuşulabilir ama dedeler kendilerine sistemi ayakta tutmak için ne çaba gösterdiklerini de sormalıdırlar.

Dahası toplumun yaşam sürecinde karşılaştığı soruları masaya yatırıp üzerinde düşünen, yaşadığı ortamı güzelleştiren insanlara ihtiyaç duyuyoruz. Genç ve eğitimli dedelere düşen görev de, içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaları, yeni açılımlar için cesur adımlar atmalarıdır. Günlük yaşamdaki küçük sorunları çözen, inanç felsefesiyle bağlantılar kurabilen genç, dinamik önderler.

İkinci ve önemli görev bağlı oldukları ocakların tarihini anlaşılır hale getirmeleridir. İçeriği bilinmeyen, bilinse bile içeriği ile günlük yaşam arasında bağ kurulamayan, daha çok da efsaneye dönüşmüş bilgiler elenmeli; geçmişle bugün arasında anlaşılır ve güvenilir bağlar kurulmalıdır. Buna efsaneleri öldürmek, diyoruz. Efsaneler herkesin ortak bir söylemle anlattığı ve yorumladığı bir şekle sokulabilirse başarı sağlanmış olur.

Akademisyenlerle kurulan bağlantılar konunun bir ölçüde anlaşılacağını gösteriyor.
Dede köyü olma iddiası eldeki materyallerin korunmasını ve anlaşılır biçimde gelecek kuşaklara aktarılmasını gerektirir. Materyaller bugün için bireysel mülkiyet olarak görülmekte ve sağda solda saklanmaktadır. Bu materyallerin toplanması, sergilenmesi en doğrusu olur. Köyde küçük bir etnografya müzesi açılabilir. En önemlisi, dernek çalışmaları çerçevesinde köylünün kendi köyüne gitmesi için türlü sebepler yaratılmalıdır.

Zor işler bunlar. Öyle söylemekle de gerçekleşecek değil. Zaman, emek ve özellikle sabır ister. Görünen o ki Turgut Şahin dede ve çevresindeki gençler bu azme sahipler.   

Köyde bulunduğum süre içinde yakın desteklerini esirgemeyen Bala Hatun’a, Mustafa Şahin, Ali Rıza Şahin, Köy Muhtarı Mehmet Şahin isimlerini sayamadığım nice dosta teşekkürlerimi sunmayı da borç bilirim. Her güzel iş fedakar insanların emekleri ve alın terleriyle yapılmıştır. 

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*