Hakk Hüü Dost…
Aslında anlatmaya çalışacağımız konu ezel ile ebedten de ötedir. Aleviliğin tamamı ve hedefi/amacı budur. Zahiri inançlardan ayrıldığı ama onları yine varlığında tutarak bütün varlık alemini kapsayan yine "O"dur. Kur’an-ı Natık "Şah damarından daha yakın" olan, her şeyi bilen akıl(Akl-ı Küll)dır.
Biz acizane üç-beş kelimemiz ile bunu biraz anlaşılır kılmaya çalışacagız. Yani zamansızlığın varlığında gökyüzünde kayan bir yıldızın dikkat çekici anıdır yapabildiğimiz!
Kur’an-ı Kerim Hakk kelâmıdır. Kelam sözdür, dildir. Söz nefestir. Erenler sözü Hakk nefesidir. Trakya ve Balkan Alevi-Bektaşileri erenlerin sözlerine nefes ya da Kur’an derler. Cemlerinde üç nefesler bölümünü üç Kur’an’lar diye isimlendirmişlerdir. Pir Sultan Abdal’dan, Şah Hatayi’den, Kaygusuz Abdal Sultan’dan Kur’an okurlar.
Bizim kabul ettiğimiz iki Kur’an vardır. Birisi Kur’an-ı Samet olan Mushaf yani yazılı Kur’an, diğeri de Kur’an-ı Natık’tır ki; Velâyet mertebesine ermiş olup En’el Hakk diyebilen Kâmil İnsan’dır.
O halde yazılı dilin olduğu gibi sözlü dilin de olması normaldir.
Ozan İmirza bunu şu dörtlükleri ile açıklar.
Er nefestir. Nefes Haktır dediler
Öyledir ey deli gönül öyledir
Nefes yaratılmış oku dediler
Öyledir ey deli gönül öyledir.
Erenler bu yola bir sır koydular
Erenler dediğim kırklar yediler
Gönülden gönüle yol var dediler
Öyledir ey deli gönül öyledir.
İmirza iptidasıdır yolunun
Günahın bağışlar sefil kulunun
Hak Muhammed’indir. Mürvet Ali’nin
Öyledir ey deli gönül öyledir.
Şeriat ilmi ile tarikat, tarikat ilmi ile hakikat bilinmez. Ama marifet ilmi ile şeriat ve tarikat bilinir. İnsan, İnsan-ı Kâmil olmayınca sadece insan olmak ile kendine kemâlet sıfatını yakıştırmamalı. Bu makama ermiş olan kimselerin düşünceleri, sözleri ile En’el Hakk kavramı bu kadar basite indirgenmemelidir. Zira Kemâlet mertebesine ermek o kadar basit değildir ve daha birinci kapı bilinmeden son kapıya varılmaz. Kaldı ki hakikat vardır hakikatten içeri. Buraya erişebilenlerin dört kapı-kırk makamı geçebilmek için yıllarca verdikleri hizmet ve çektikleri çileler her babayiğidin harcı olamaz.
Kur’an-ı Kerim’in dili de insanı kemalete götüren makamlar gibi aşama aşamadır.
Şeriat’ta Kur’an; kurallara uymak, zahir alem için verilen hükümleri yerine getirmektir.
Tarikat’ta Kur’an; kuralları yorumlamak, kendi dilinde anlamlar çıkartmak/anlamaya çalışmak ve bunları yaşama geçirmek.
Marifet’te Kur’an; Düşünceye dalmak, manadan anlam çıkartmak ve öze giden yolu bulmaktır.
Hakikat’te Kur’an; hiçbir aracısız Hakk ile birebir muhabbettir. Bu duruma Kaygusuz Abdal Sultan şöyle der:
Cümle ilmin hem kabı olmuş gönül
Nutk-ı Hakk gönüle eyler hem nüzûl
Ol ki nûtkîn âdeme can eyledi
Kendini gönülde pinhân eyledi
Bu gönülün sırrını sen ey gönül
Gel beri Kaygusuz Abdal’dan işit
Bundan başka, (İsmet Zeki Eyuboğluna göre Kaygusuz tapşırması ile şiirler yazan) Vizeli Alaeddin şöyle seslenir.
Evliya’dan gelen kelâm
Okunan Kur’an değil mi?
Gerçek evliyanın sözü
Sûre-i rahman değil mi?
Bu muhabbette evliyanın gönlünden seslenen Hakk’ın kendisidir. Dolayısı ile evliyanın sözü Hakk sözüdür.
Birinci kapıda Kur’an’ın, Hakk’ın kelâmı olduğu söylenir ve yazısı okunur. Dördüncü kapıda Hakk’tan dinlenir. Hakk, mümin kulum dediği kemâlet mertebesine ermiş "er" kişinin gönlünden seslenir. İşte Kur’an-ı Natık olma hali budur. Bu da nefisten arındırılmış, hakikat bilgisine ulaşmış, gerçeği ile bütünleşmiş cevherdir. Bu cevher, insandan Hakk’a ulaşmış olan "nur" yani "nübüvvet"tir. Bu nübüvvet bir harfinin dahi insanlar tarafından değiştirilmesi mümkün olamayan Kur’an, Kur’an-ı Natık’tır. Bir noktasının dahi eksik olmadığı kusursuz Kur’an budur. Eğer bu böyle olmasaydı, Sıffeyn savaşında Hz. Ali mızrakların ucunda ki mushaf sayfaları için "Bu bir hiledir, kanmayınız. Bunların yaptığı şey, Kur’an’ı Kur’an’la vurmaktır. Kur’an’ın kendisi karşısında Kur’an sayfalarının yazılı olduğu şu kağıt parçalarının ne değeri kalır ki? Bunlar, mana ve hakikati ortadan kaldırabilmek için o kağıtlardan medet umuyorlar aslında! "Onların Kur’an dedikleri kağıt parçalarıdır. Asıl, gerçek Kur’an benim. Ben Kur’an-ı Natık’ım" der miydi?
İmamların her biri zamanlarının Kur’an-ı Natık’ları idiler. Onlardan sonraki Kur’an-ı Natık’lar zamanlarının Velileri-Evliyalarıdır. Yani Pir’leri, Sultanları, Abdallarıdır. Alevi inanç ve öğretisinde ve Hakikatte Pir’lik yediler, Sultanlık kırklar ve Abdallık ise üçyüz altmış altıların makamıdır. Bundan dolayıdır ki, bu makam sahibi kimseler Alevilerce ulu kabul edilerek sözlerine koşulsuz itibar edilir.
İnsanların bir harfini bile değiştiremeyeceği, bir benzerini de asla yapamayacağı ezel ile ebed arasında ki her şeyin bilicisi olan Kur’an bu "öz varlık"tır. Nasıl Mushafın özü Fatiha sûresi ise, özvarlığın sureti de kâmil insanın cemalidir. Fatiha’ın özü besmele, Cemal’in özü de gönüldür. Gönülde ne varsa cemale yansır. Ba’nın altında ki nokta da gönüldeki cevherdir. Buddha, "insanın kalbinde olanı gözleri açıkça belli eder. Gözler kötü bir şeyi asla gizleyemezler. İnsanın içinde doğruluk varsa gözleri de aydınlıktır. Eğer doğruluk yoksa gözler de donuktur. Birisi seninle konuşurken gözlerine bak" der.
Sevgili Peygamberimiz "size iki emanet bırakıyorum. İkisi de biribirinden hiç ayrılmazlar ve Kevser Havuzu’nun kenarında benle buluşurlar" demiştir. Zahir anlamda bu Kur’an-ı Kerim ile Ehlibeyt’tir. Bâtîn anlamda ise, Mürşid-i Kâmil ve onda parlayan Nübüvvet Nur’udur. Bir seferinde de bütün evliyaların kendi soyağacından olduğunu söylemiştir. Yani derece derece bir ağacın budakları, dalları, yaprakları ve meyveleri o ağacın ne ağacı olduğunun belirtisi/gösterenidir. "Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme", ya da "o dünyada bu dünyada Ali’ye saydılar bizi" sözleri başka anlam ifade etmez. Kevser Havuzu da mana dilinde Hakk olsa gerektir. Kevser Havuzunun başında/kenarında Hakk huzurunda demektir. Kevser Havuzundan şarap içmek, Hakikatten nasip almaktır. Kevser Saki’si Aliyyel Murteza’dır ve bütün erenlerin nasibini veren O’dur. Taptuk Emre’ye de nasibini veren elin sahibi yine O’dur. Sevgili Peygamberimiz de bu durumda, ancak ölmeden önce ölerek Hakk ile Hakk olmuş olanlar bana ulaşabilir demek istemektedir.
Diğer bir anlamda Kur’an, Sırat’el müstakıym(erenlerin-evliyaların gittiği dosdoğru yol)dir. Ki, özü Fatiha Sûresi’dir demiştik. Fatiha Sûresi’nin zahir anlamında dahi "doğru yol" ifade edilir. Ehlibeyt/Mürşit ise bu yolun kılavuzudur. Yani Fatiha Sûresi hem kitabı/yolu, hem de Ehlibeyti/Mürşiti/Kılavuzu açık bir dil ile belirtmiştir. Şah Hatayi’nin aşağıdaki şiiri sanırım bunu bize yeterince açıklamaktadır.
Be’yi Bismillah bilemeyen Faki
Fatiha okusa imam olamaz
Elhamdi Muhammed lillahi Ali
İkisin bir bilmeyen Allah’ı bulamaz
Rabbil Alemin’dir Hatice hatun
Makbulu sâlâvat Fatıma’tı Zehra
Er Rahman bakidir Hulkı Rıza
Bakıra girmeyen gevher alamaz
Er Rahim İmam Hüseyin’e ermeyen
İsmini zikredip İmam Hasan’ı görmeyen
İkrar verip biatında durmayan
Nakşi hayal geçer amel kılamaz
Maliki Yevmüddin Zeynel Aba’dır
Muhammed Bakır da Hakk Rahmanıdır
Batını bilmeyen alim âmâdir
Bin sene okusa da alim olamaz
İyya kenabüdü Caf’er-i Sadık
Onların yoluna serimiz koyduk
Marifet abıyla cismimiz yuduk
Murdar olan kalp aynasını silemez
Varlık Hakk’ın bir edna kuluyuz
Ve iyya Kazım’ın bendesiyiz
Kenastain Rıza yolunda ölüyüz
Şükür cenazemizi deccal göremez
İhdinnas sırat’el müstakim Taki’yi bilmeyen
Naki’nin nutkundan haber almayan
Muhammed-Ali’ye secde kılmayan
Namazı fasıktır mihrap bulamaz
Sırat Elleziyne Asker’i beyan
Ondört Masum-u Pâk onlardır ayan
Enamte aleyhim Mehti’dir İmam
Münkir münafık bu harflerden anlamaz
Fatiha bunlardır bilmeyen nadan
Gayrül mağdubi ‘ye secde kılan
Bektaş-i Veli’den gayrıya varan
Arayıp derdine derman bulamaz
Aleyhim Veladdalin ergen oldu nur
Medet mürüvvet yetiş hazreti Pir
Muhammed ümmetiyiz bize de şükür
Şah Hatayi’m derdine derman bulamaz
Bursa’da Ulu Cami’in açılışı yapılacağı gün Yıldırım Beyazıt aynı zamanda damadı olan Emir Sultan’dan açılış için bir hutbe okumasını ister. Emir Sultan da oradaki ulemanın arasında olan Somuncu Baba erenleri göstererek "Bu beldede benden daha âlim kimseler vardır ve Kutb-ı zaman burada iken bana va’z vermek düşmez. Bu şeref halkın Ekmekçi koca dedikleri Şeyh Hamid’e aittir" deyince duruma şaşkın bakakalan padişah teklifi hemen Somuncu Baba’ya iletir. Bunun üzerine Somuncu Baba Emir Sultan’a "Hay Emir hay! Niçin bizi fâş ettin?" diyerek bir hutbe okumuş, bu hutbede Fatiha Suresi’ni yedi ayrı makamda tefsir etmesi ve bu sûre’nin tefsirinde zamanımızdaki bazı ulemanın müşkilleri vardır diyerek, Molla Fenari’nin gerçekten mevcut olan müşkillerini de halletmesi orada bulunan herkesin hayretler içinde kalmasına ve takdirine neden olmuştur.
İlk Osmanlı Şeyhülislamı kabul edilen Molla Fenari, kendini tutamayarak halka "Şeyh Hamid, bize burada hikmetler saçıyor ve büyüklüğünü gösteriyor. Fatiha’yı yedi vecih üzere tefsir etti. Birinci tefsiri herkes anlayabildi. İkincisini, buradaki ancak bazı kimseler anlayabildi. Üçüncüyü ise, bir kısmını aklım idrak ettiyse de, bir kısmını idrak edemedi. Bundan sonraki açıklamaları ise bizim anlayışımızın dışında kaldı ve bunları ancak kendisi idrak edebilir" demiştir.
Konu hakkında daha ne kadar yazarsak yazalım yeterli olacağını sanmıyorum. Yazımın başında da belirtmeye çalıştığım durum budur. Bazı haller vardır ki anlatılması gerçekten güçtür ve insan bunları yaşamadan bilemez. Onun için burada da kim ne anlamışsa ona düşen pay o kadardır. Bunu kabul edip etmemek te bu anlayışa bağlıdır. Bundan dolayı sürç-i lisan etmişsek af ola!!
Aşk-ı Muhabbetimizle
fakir
Ali Kaykı