Kızıldeli Sultan Ocağı Dedeleri ile Söyleşiler

YUNANİSTAN’da
SEYYİD ALİ SULTAN
(KIZILDELİ) DERGAHI
ZİYARETİ VE TÜRK-YUNAN DOSTLUĞU*

Ayhan AYDIN
Yunanistan, 21/22 Kasım 2004

Seyyid Ali Sultan Tekkesi Vakfı Koruma Heyeti Başkanı Hasan Çengel’in, henüz yasallaşmamış olsa da, çok ciddi çalışmalar yapmak istediği görülen Heyet adına bize ilettiği davete uyarak, 20/23 Kasım 2004 tarihleri arasında Yunanistan’daki Batı Trakya Bölgesine, CEM Vakfı adına yaptığımız gezi gerçekten dolu dolu geçti.

Ey benim sevdiğim hem iki gözüm
Salın bizi erenlere gidelim
Cümlenizden budur naz ü niyazım
Salın bizi erenlere gidelim

Akdeniz’i seyredelim yalıdan
Tanrı Dağı kurbünden, Gelibolu’dan
Otman Baba üstü Kızıl Deli’den
Salın bizi erenlere gidelim

Kızıl Deli erenlerin yolu ya
Oradan uğradık Gelibolu’ya
Erenler serveri Bektaş Veli’ye
Salın bizi erenlere gidelim

Destur aldım ben Mustafa Baba’dan
Emir Geldi bana sırrı Hüda’dan
Aşık göründü (Mahremoğlu) Geda’dan
Salın bizi erenlere gidelim…
Mahremoğlu

Dedeağaç (Alexandroupolis) Vilayeti’ne bağlı yörenin büyük köylerinden Ruşenler’e ulaşmak için Türkiye sınırı boyunca yani Meriç’i izleyerek ve Anavatanımıza çok benzeyen tabiat örgüsü içindeki Sofulu (Sofliyan) ve Küçük Derbent’i (Mikro Dereio) geçtik.
Şaphane Dağları -tarihi belgelerde Tanrı Dağı ve yerel kullanımda Koca Yayla Dağları- denilen  dağların eteğinde ve meşhur Seçek Yaylası’na yakın bir alanda bulunan buradaki Türk köylerinin önemli bir kısmının zamanında Kızıldeli Sultan Dergahı Vakıf arazileri içinde olduğunu biliyorduk.
Fakat Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın ve bu köylerin, ismini çok sık duyduğumuz ve artık Kızıldeli Sultan’la özdeşleşen Dimetoka’dan (Didimotiho) altmış kilometre uzakta bulunduğunu şahsen ben bilmiyordum.
Nihayetinde içinde birçok Türk tarihi eserinin de bulunduğu Dimetoka’ya (Didimotiho) bu ziyaretimizde istememize rağmen uğrayamadık.
Seyyid Ali Sultan yani diğer ismiyle Kızıldeli Sultan Dergahı’nın Vakıf arazilerinin çok büyük olduğunu, bu araziler içinde elli civarında köy olduğunu, yüzlerce hayvanıyla, ormanlık alanıyla, tarlalarıyla, çeşmeleriyle bu Dergah’ın Vakıf mallarının  çok bol olduğunu birçok kaynaktan bu arada yine değerli tarihçi Ahmet Hezarfen’in Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinden çevirdiği belgeler aracılığıyla öğrenmiştik.

Trakya ve Mübadeleler

Elimizden aldılar evlerimi. Mutsuz
Yıllara rastladık; savaşlar, yıkımlar, gurbet;
Avcı bulur bazen göçebe kuşları
Bazen bulmaz; av boldu
Benim zamanımda, çok kişiyi alıp götürdü saçmalar;
Ötekiler durmadan döner ya da çıldırır sığınaklarda.

Bülbülden söz etme bana, ne de tarlakuşundan
Ne de kuyruğunda ışığa sayılar yazan
Küçücük çobanaldatan kuşundan;
Fazla bir şey bilmem ben evler hakkında
Evlerin de bir ırkı olduğunu bilirim, hepsi o kadar.
Henüz yeniyken daha, günün saçlarıyla
Oynayan küçük çocuklar gibi bahçelerde,
Rengarenk pancurlar, parıltılı kapılar
İşlerler günün üzerine,
Değişirler mimarın işi bitince,
Büzülürler, ya da gülümserler, hatta inatlaşırlar
Kalanlarla, ayrılıp gidenlerle
Dönecek olanlarla, dünyanın uçsuz bucaksız
Bir otele dönüştüğü bu zamanda.
………..

Büyük Yunanlı ozan Yorgo Seferis de mübadele sancısını yaşayan yüz binlerce insandan birisidir. 1900 İzmir doğumlu olan Seferis, şiirlerinde bu parçalanmaların dramlarını çok güzel anlatır.
Evler burada sadece tek tek ev şeklinde değil, insan yığınları şeklinde algılanmalıdır. Onun da içinde, on dört yıl yaşadığı İzmir’e ve Türkiye’ye özlem vardır. Onun gibi onlarca büyük ozan ve yazar da bu temaları hem Türkiye’de, hem de Yunanistan’da, Bulgaristan’da çok mükemmel işlemişler, insanların derin duygularına tercüman olmuşlardır.
Bugün Türkiye sınırları içinde kalan ve bizim Trakya Bölgesi olarak bildiğimiz bölge aslında Doğu Trakya.
Bu Trakya’nın bir de batısında yer alan, Batı Trakya bölgesi var.
Coğrafi bakımdan olduğu kadar kültürel bakımdan da birbirini tamamlayan ve aralarında çok büyük tarihi bağlar bulunan her iki bölge insanının inanç, kültür ve yaşam koşullarında çok büyük benzerlikler var.
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kurulan Bulgaristan ve Yunanistan toprakları içinde kalan milyonlarca vatandaşımızın yaşadıkları büyük dramları aslında hepimiz biliyoruz.
Bu dramların yaşanmasında açıkçası bence Bulgar ve Yunan yöneticilerin kadar Türk yöneticilerin de kabahatları vardır.
Mübadelelerde yaşanan büyük sıkıntıların bu yöre insanının üzerinde çok derin yaralar açarak bıraktığı izleri üç günlük ziyaretimde de çok açık bir şekilde görmüş bulunuyorum.
İnsanların vatanı belledikleri, yurt edindikleri topraklardan zorla koparılmaları, atalarının diyarlarından zorla sürgün edilip, hiç bilmedikleri yerlerde zorunlu iskana tabii tutulmaları beraberinde derin elemleri de getirmiştir.
İyi/kötü bir arada yaşamaya alışmış ve aynı havayı soluyan insanları yanlış politikalar sonucunda pek de insani olmayan katı kararlarla sağa/sola savurmanın bedelini maalesef bugün bu zorlukları yaşayan insanlar ve onların çocukları ödemektedirler.
Dünyanın belki de en güzel topraklarının yer aldığı Balkanlar dediğimiz; dağıyla, taşıyla, ırmağıyla, gölüyle, ormanlarıyla, eşsiz manzaralarıyla ve çoğunlukla yaşamları bir felakete dönüştürülen çok farklı etnik yapıdan insanıyla, çok büyük kültürel bir zenginlik olan Türk’üyle, Rum’uyla, Bulgarı’yla, Sırp’ıyla, Boşnak’ıyla, Mekodan’ıyla, Hıristiyan’ıyla, Alevi’siyle, Bektaşi’siyle, Mevlevi’siyse, Sünni’siyle bir kültürler mozaiği olan bu benzersiz toprak parçasında maalesef birçok savaş olmuş ve yaşanan acılar bugün dahi dinmemiştir.
Bugün bile hala halklar arasında, farklı inançlar arasında, farklı kültürler arasında, yoğun bir soğukluk hüküm sürmektedir.

Türk-Yunan Dostluğu

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir
Barış.
….
Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken
Ağaçlar diktiğimizde havan mermilerinini kazdığı çukurlara
Yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut
Ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
Yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir
Barış.
….
insanların sıkışan elleridir barış
dünyanın masasındaki ekmektir
gülümsemesidir annenin.
Budur yalnızca
Başka bir şey değildir barış.

Ve toprakta derin karıklar açan sabahlar
Tek bir sözcük yazarlar:
Barış. Başka bir şey değil. Barış.

Dizelerimin rayları üzerinde
Buğday ve güller yüklenmiş
Geleceğe doğru yol alan trendir
Barış.

Kardeşim,
Barış içinde derin soluk alıyor
Tüm dünya bütün düşleriyle.
Verin elinizi kardeşlerim,
İşte budur barış.
Yunanlı Ozan,  Yannis Ritsos

Birbirine bu kadar yakın, birbirine bu kadar yabancı kaç ulus vardır?
Birbiri hakkında bu kadar ön yargılı kaç insan topluluğu vardır yeryüzünde?
Türkler, Yunanlılar yüzyıllar boyunca aynı coğrafyayı, birbirini tamamlayan aynı emsalsiz güzel tabiat parçasını paylaşmışlar.
Dünyanın en büyük düşünce ve kültür merkezlerinden, yeryüzünün en büyük uygarlıklarının boy verdiği topraklarda yaşayan bu ulusları karşı karşıya getiren gerçek neden acaba nedir?
Denizi mi paylaşamıyorlar? Havayı mı paylaşamıyorlar?
İnadına bir kör döğüş, inadına bir zıtlaşma…
Bunun en önemli nedenlerinden birisi her iki kesimin devlet yöneticilerinin samimiyetsizlikleri, ucuz kahramanlık politikalarıdır. Her iki kesimi de çok uzun yıllar gerilim içinde yaşatmanın kime ne faydası olmuştur?
Neden Yunan’lılar Türk’leri hep sonradan buraları işgal etmiş barbar bir toplum olarak görür? Neden Türkler Yunan’lılara düşman gözüyle bakarlar?
İki temiz, iki köklü ulus yan yana, barış içinde yaşayamaz mı?
Elbette yaşar.
Elbette düşmanlıklar dağılır, toplumlar, uluslar arasında barış güvercinleri gerçekten uçar.
Ege Denizi’nin iki yakasını; çok önceleri yaşamış erenler birleştirmeyi başarmışlar da bugün bizler neden bunu başaramıyoruz?
Bu çok mu zor?
Rum’uyla, Bulgar’ıyla, Arnavud’uyla, Türk’üyle tüm insanları kucaklayan, dergahında kaynayan kazandan yediren, içiren, hiç kimseyi dışlamayan Anadolu/Rum Erenlerden alacağımız hiç mi bir ders yok?
Bizler çabalarsak, bizler iyi niyetli olursak sanırım, ülke yöneticilerinin ucuz politikalarına alet olmazsak, kalıcı barışı da kurmuş oluruz.
Ben de ulusların barışını, kardeşliğini savunan birisi olarak, kendi Türk kimliğimin farkında, bilincinde, yeryüzünün en büyük hazinesinin kendi Türk Dilimin, Türkçe’nin olduğunun farkında olarak, ulusumun haklarını her şartta savunan ve savunacak birisi olarak, bu barış yolunun kurulmasından yanayım.
Dostluk köprülerinin kurulmasından yanayım.
Hiç kimsenin birbirini düşman bellememesinden yanayım.
Türk/Yunan, Türk/Bulgar dostluk ve barışından yanayım.
Her üç ülkenin öncülüğünde Balkanlar’ın tekrar bir barış ve kardeşlik yurdu olmasını diliyorum.
Bu ülkelerde bulunan ve şimdi bence tüm bu ülkelerin en büyük zenginliklerinden olan tarihin bize miras bıraktığı hazinelere sahip çıkarak bu barış ortamının daha hızlı kurulacağına inanıyorum.
Çünkü altı, yedi yüzyıl önce erenler bize yol göstermiş.
En güzel birlikte yaşama örneklerini onlar sergilemişler.
Kaynayan aynı kazanda herkes çorba içebilmiş.
Dergahlarda mihman (misafir) İmam Ali bilinip, ona öyle davranılmış.
Kimsenin, dinine, diline, soyuna, sopuna bakılmamış.
Erenlerin kurduğu ulu yol, bizlere rehber olan, olması gereken güzel bir yoldur.
Bizlere düşen onların miraslarına sahip çıkarak, onlardan dersler çıkararak, sorunları azaltmak, kaynaşmayı çoğaltmaktır.
Bizlerin ataları olarak Balkanlar’a bir barış elçisi olarak gelip, yüzyıllardır buralarda bir aşk ateşinin yanmasını sağlamış, bu ışık kaynaklarının görüşlerini tekrar hatırlamak, tekrar canlandırmak, ulusların yakınlaşmasına da katkıda bulunacaktır.
Ben de biraz da bu duygularla yollardayım.
Ben biraz da bu duygularla bundan sonra da yollarda olacağım.
Uzun zamandır düşündüğüm ve Alevi/Bektaşi İslam anlayışının en ulu şahsiyetlerinden birisi olarak belleklerde yer etmiş Seyyid Ali Sultan’ı makamında ziyaret etmek, ona niyaz etmek, büyük dergahını görmek, burada bu kültür ve inancı yaşatan insanları selamlamak benim için çok ama çok anlamlıydı.
Nihayetinde düşlerim gerçek oldu; CEM Vakfı ve Hasan Çengel sayesinde bu düşlerime kavuştum.
Konuk olduğumuz Hasan Çengel de zaten, Dergah’ın merkezine en yakın en merkezi köy olan Ruşanlar Köyü’nden.

Ruşanlar Köyü
Ruşanlar Köyü’nün aslında Mehrikoz Nahiyesi, Musacık Köyü’nden geldiği söyleniyor. Buradaki Alevilerin çoğunun Pomak olduğu söyleniyor.
Aslında çeşitli nedenlerle sık sık yer değiştiren köylerde yaşam eski şekliyle devam etse de evlerin modernliği dikkat çekiyor.
Ruşanlar Köyü yüz hane civarında insanın barındığı, asfalt yolu ve düzenli evleriyle dikkati çeken bir köy. Köyde beş yüz kişilik bir de cemevi var.
İnsanlar çiftçi olmalarına rağmen bundan fazla faydalanamadıklarını, hayvancılığın da çok şey getirmediğini söylüyorlar.

Aşağı Tekke
Ruşanlar Köyü’ne gelmeden, Aşağı Tekke (Tekye) olarak isimlendirilen ve tarihi kayıtlarda meydanevinin olup ibadetlerin yapıldığı ve birçok hizmet binasının bulunduğu Kızıldeli Çayı denilen derenin hemen kıyısında kurulmuş olan alanı geziyoruz.
Tabii durum oldukça hüzünlendirici; daha önceleri çok daha bakımsız olduğu söylenen ve Seyyid Ali Sultan Tekkesi Vakfı tarafından onarılan, yeni düzenlemeler yapılmaya çalışılan Dergah arazisi içindeki binalarından eser kalmamış.
Çevredeki tüm mezarlıkların ve mezar taşlarının tahrip edildiği alan oldukça bakımsız.
Sadece kime ait olduğu bilinmeyen bir türbe ve kurtarılabilen kırılmış birkaç mezar taşı kalmış bir de ambarları yerden kaldırarak nem almasını engelleyen kalın, bir metrelik taş bloklar.
Yeni yeni kesimhane, tuvalet vd. binalar yapılarak burası da canlandırılmaya çalışılıyor.
Fakat burada bir arkeolojik kazı yapılarak Tekkeye ait çeşitli malzemeler çıkarılabilir. Parçalanmış ve şu anda türbenin üzerindeki blok, kalın ve çok ağır (kiremit yerine kullanılan) çatı taşlarının üzerine konulmuş mezar taşları bir araya getirilerek, bunlar korunarak çalışmalara başlanılabilir.
Buradaki çekimlerimi yaptıktan sonra Ruşanlar Köyü’ne ulaşıyoruz.
Biraz dinlendikten sonra köyün cemevinde toplanan halkımızla buluşmak üzere buraya hareket ediyoruz.
Bir köy sobasının ısıttığı cemevi Hz. Ali’nin, On İki İmamlar’ın resimleri dikkati çekiyor.
Hasan Çengel bizleri tanıtıyor. Bizim konuşma yapmamız isteniyor. Bizler de geliş sebebimizi anlatıyoruz.
Ben CEM Vakfı’nın ve Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın sevgilerini ileterek bir konuşma yapıp inanç ve kültürümüzün yaşatılması gerekliliği üzerinde durdum.
Abidin Harman’ın inanç bazında ve sevgi, saygıya dayanan konuşması geniş ilgi gördü.
Sohbetler uzadı. Lokmalar yenildi. Anaların bizlere ilgisi görülmeye değerdi.
Daha sonra ricalarımız üzerine birçok nefes söylendi. Bu nefes söylemelere kadınlar da katıldı.
Bu arada bölge üzerine ve Kızıldeli Sultan’la ilgili de araştırmalar yapan Harvard ve Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Tarihçi Prof. Dr. Cemal Kafadar da bizlerin geldiğini duyunca cemevine geldi. Onunla da tanışmış olduk. Sohbet ve söyleşiler, nefesler geç saatlere kadar sürdü.
İlk gün buradaki camiayı tanımış olduk. Onlar da bizleri tanıdılar, geliş amacımızı öğrenmiş oldular.

21 Kasım 2004
Bugün bir nevi ziyaretimizin de amacı olan Kasım Kurbanı’na katılacağız.
Her yıl geleneksel olarak yapılan ve bir anma etkinliğinden ziyade buradaki inancın gereği, her sene 8 Kasım’da düzenlenen bir Kasım Kurbanı Etkinliği var.
Biz ilk önce her gezimde olduğu gibi alan çalışmasıyla işe koyuluyoruz.
Bir kere Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın Vakıf arazileri, gerçekten de çok büyük.
Tarihte bu alanın onlarca köyü kapsadığı yazıyor. Bugün bile dergaha ait alanın büyüklüğü ilk dikkat çeken husus oluyor.
Ruşanlar’dan sonra Dergah’ın bulunduğu alana doğru, yani tepelik, yaylalık alana doğru erkenden yol alıyoruz.

Saat Makamı
İlk önce bir Saat Makamı’nı geziyoruz.
İnanışa göre canlar Aşağı ve Yukarı Dergahların ayrı ayrı varlıklarından haberdar değilmişler. Aşağı ve Yukarı Dergahlarda yaşamını sürdüren Seyyid Ali Sultan Hakk’a yürüyünce her iki dergahtan iki can bunu haber vermek  için koşarak dergahlardan hareket etmişler.
Öyle bir yerde, habersiz buluşmuşlar ki, bu alan, her iki dergahın tam orta noktasında bulunup, bu nokta her iki dergaha da eşit mesafedeymiş.
Fakat her iki can buluştukları yerde bilinmeyen bir nedenle o an, buluştukları anda, Hakk’a yürümüşler.
Nihayetinde bunu haber alan diğer insanlar gelip bu iki canı yan yana gümüp burada bir türbe yapmışlar.
Nihayetinde Dergahlara gelen her insanın ziyaret ettiği noktalardan birisi de işte bu Saat Makamı denilen yer olmuştur.
Bizler de, vadiyi gözleyen bu iki canın mezarlarını ziyaret ettik. Yakın zamanda yapılan duvarlarla çevrili mezarları şimdi de insanlar ziyaret etmektedir.

Alan Çalışmaları
Ben ilk önce her gezimde olduğu gibi alan çalışmasıyla işe koyuluyorum.
Seyyid Ali Sultan Dergahı’na çıkmadan önce Aşağı Mezarlık da denilen tarihi Bektaşi mezar taşlarının bulunduğu alanı geziyoruz.
Bu sene içinde tel örgülerle korumaya alınan mezarlıktaki on civarındaki mezar taşının durumu neyse ki iyi. Burada yatanlar hakkında halkın bir bilgisi yok.
Uzun dakikalar boyunca tümünün lahtini kameramla ve fotoğraf makinemle belgeleyerek hem arşiv çalışması, hem de bu taşları okumak isteyenlere belgeleme çalışmasını yaptıktan sonra buradan hareket ediyoruz.
Bu mezarlığın az yukarısında bir pınar var. Bu pınarın uzun zamandan beri aktığı söyleniyor. Ayrıca bu pınara çok yakın, küçük bir derenin üzerindeki köprüyü de geçerek bir başka mezarlığa ulaşıyoruz.
Burada onlarca mezar taşı var. Çoğu iyi korunmuş mezar taşlarında teslim taşı, on iki terkli mezar başlıkları ve bazı mezar taşlarındaki süslemeler dikkat çekiyor.
Buradaki mezarların durunu iyi olsa da yine bakıma ihtiyacı var.
Ne iyi ki vakıf burayı da koruma altına almış. Bu mezarlığın yanında ise şimdi tümüyle yıkılmış bir camii kalıntısı var. Çok eskiden burada cuma namazları kılınırmış. Burası Dergah’ın hemen altında düzlük bir alanın yanında.
Az yukarıda tarlalar görülüyor. Anlaşıldığı kadarıyla geniş bodur ağaçların da bulunduğu ormanlık alanın içinde açılan tarlalar Dergah’ın ihtiyaçlarını gideriyordu.
Bu mezarlığın hemen bitişiğinde şimdi yıkılmış olsa da temelleri çok belirgin olan uzun bir duvardan arta kalanlar var.
Bu duvar Dergah’ın doğal sınırlarını gösteriyormuş. Ama bu duvar hangi tarihten kalmış bunu kesin tarihiyle bilen yok.
Aynı şekilde buradaki tüm mezar taşlarını belgeliyorum.
Caminin yanında yine bir başka mezarlık daha var. Diğerine göre daha küçük olan mezarlığın en önemli özelliği Kara Taş denilen büyük kayaların da bulunduğu yazısız veya şekilsiz taş parçalarının bu mezarlıkta olması. Burada sadece bir tarihi yazıyla mezar taşı görülüyor.

Kasım Kurbanı
Bu etkinlikte sadece Ruşanlar değil diğer Alevi/Bektaşi köyleri Hebil Köy, Babalar, Karaüren, Köseler, Kütüklü, Çökekli, Mevsimler ve Alevi-Sünni karışık olan köyler; Büyükderbent, Demirüren, Hacı Ali, Musacık, Salıncak, Taşağıl, Kaypak gibi yerlerden gelen canların da katıldıkları kurban kesimi törenleri var.
Kurbanlar bir gün önceden kesiliyor ve yörenin en yüksek noktalarından birisi olan tepelik bir alanda ama Mürsel Bali’nin türbesinin bulunduğu yerde kazanlar kuruluyor.
Yirmi civarında büyük kazanın kurulduğu görülen alan bizlerin Abdal Musa gibi anma etkinliklerinde gördüğümüz manzaraları hatırlatıyor.
Hediyelik eşyalar, bunun yanında ev eşyalarının da satıldığı, kadınların, çocukların katıldıkları bir etkinlik yapılıyor.
Her sene 8 kasımda yapılmasına rağmen bu sene ramazan dolayısıyla 21 kasımda yapılan etkinliğe yüzlerce insan katılıyor.
Ama bu sene çok soğuk olduğu için katılım önceki senelere göre daha düşükmüş.
Bu sene Kasım Kurbanı çifte bayram diyeceğimiz bir etkinlikle taçlanıyor.
Belki de çok uzun yıllardan beri ilk kez toplu olarak bir başka ülkeden Bulgaristan’dan, Alevi/Bektaşi canlar Seyyid Ali Sultan Dergahı’nı ziyaret etmek ve Kasım Kurbanı’na katılmak için buraya geliyorlar.
Kırcaali ve Haskova yöresinden gelen canlarla Razgrat Cem Derneği Başkanı Veysel Bayram ve Yönetim Kurulu üyesi Ahmet Bey de geliyorlar.
Bu gerçekten de görülmeye değer bir manzara.
İnsanların kültürlerini, inançlarını hiçbir şeyin engellemeyeceğini, yüzyıllar süren bağlılıkları ne savaşların, ne de ülke sınırlarının ayıramadığını bir kez daha görmüş olduk.
2007’de AB. üye olacak Bulgaristan’a, Yunanistan artık vize uygulamıyor.
Her ülke arasındaki ziyaretler buna bağlı olarak artmış.
Bundan biz Türkler de nasibimizi alacağız sanırım.
Zaten bilinen bir gerçek var: Bugün artık Bulgaristan sınırları içinde bulunan geniş bir coğrafyada Kızıldeli Sultan taliplerinin olduğunu biz çok iyi biliyoruz.
İşte artık yeniden bu bağlar kuruluyor.
Artık nezirlerini, ziyaret haklarını Kızıldeli Sultan’a getiren insanların çocukları, torunları yeniden bu kutsal ziyaretlerini başlatıyorlar.
Eminim ki bu bir başlangıç olacak, artık Bulgaristan, Yunanistan, Türkiye arasındaki ziyaretler sıklaşacak; buradaki Alevi/Bektaşi canlar buluşup, kaynaşacaklar, tarih yeniden tekerrür edecek. Bizler umarım bu günleri de göreceğiz.
Balkan coğrafyası öyle büyük bir zenginliği ifade ediyor ki, bizim konumuz gereği Alevilik, Bektaşilik hakkında araştırma yapsak bir ömür az gelir.
Arnavutluk, Bosna/Hersek, Makedonya, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan, Moldovya, Hırvatistan, Kıbrıs bunların tümünde Aleviliğin/Bektaşiliğin derin izleri vardır. Buralarda çok köklü bir Alevilik, Bektaşilik vardır, çok büyük türbeler, dergahlar vardır.
Dergahı ziyaret eden ve Seyyid Ali Sultan Türbesi önünde toplanan canlarla kucaklaşıp, hasret gideriyoruz.
Bu arada Haskova’dan Otman Baba Dergahı’ndan Hasan Asarlı Baba’yla muhabbet ediyoruz. Gerek burada bulunan, gerekse Bulgaristan’dan gelen canlara çeşitli sorular yöneltiyorum, yanıtlar alıyorum.
Daha sonra hep beraber Dergah’ın misafirhanesine gidiyoruz. Burada toplanan insanlara hitap ediyorum. Yine burada Hasan Çengel, Mehmet Koç Dede ve Abidin Harman da katılanlara hitap ediyor.
Bundan sonra hep birlikte esas şenliğin yapıldığı yaylaya hareket ediyoruz. Burada kurulan yirmiden fazla kazanda onlarca kurban kaynıyor.
Buradaki etkinliğe yörede ileri gelenlerin yanı sıra Batı Trakya’daki Türklerin haklarını savunarak meclise giren eski milletvekili Ahmet Faikoğlu da katılıyor. Ayrıca Azınlık Seçek Eğitim Kültür Derneği Başkanı Hasan Bekirusta ile birlikte dernek yöneticileri, babalar, Azınlıkça Dergisi ve Rodos Gazetesi sahip ve muhabirleri katılıyorlar.  
Milletvekiliyle bir söyleşi yapıyorum.
Daha sonra hep birlikte Ruşenler Köyü’ne iniyoruz. Lokmalarımızı burada yiyoruz. Cemevinde halka hitap eden milletvekili Ahmet Faikoğlu Alevi’siyle, Sünni’siyle Batı Trakya’daki tüm Türkler’inin bir bütün olduklarını, bugüne kadar kimliklerini yaşatan bu insanların bir arada yine kültürlerini yaşatmaları gerektiğini vurguladı.
Bulgaristan’dan ve civar köylerden gelen insanları uğurladıktan sonra bizler yörenin baş dedesi Mehmet Koç ile birlikte Hasan Çengel’in evine gidiyoruz.

Mehmet Koç Dede
Hemen belirtelim ki, daha önce de birçok kez ifade ettiğim gibi, her dede lafını, genel çoğunluğun kabul ettiği veya yorumladığı şekliyle yorumlamak, anlamak bizi yanılgıya düşürebilir. Aynı şekilde her baba lafı da, çoğunluğun anladığı anlamın dışında kullanılabilmektedir.
Buradaki “dede” de tam bu manada Anadolu’daki ocakzadeliğe bağlı dedelikten çok farklı bir anlam ifade ediyor. Daha doğrusu buradaki dede kelimesi, bu bölgedeki Bektaşilik kurumu içindeki “baba”lık  kurumu anlamında kullanılıyor.
1945 doğumlu baba ilkokul mezunu. Geçmişte yaşadıkları sıkıntılardan bahseden Mehmet Koç söyleşimizde yöredeki inanç uygulamalarını anlatıyor. Kendisine bağlı 6 ocak olduğunu söyleyen Mehmet Koç Dede, ömrümün sonuna kadar bu görevi sürdüreceğim, diyor.
Yine buradaki “ocak” Anadolu’daki ocak kavramının dışında bir anlam ifade ediyor. Buna göre zaman zaman dergah, göl de denilen ve bir köy veya yörede, mahallede bulunan aynı ceme dahil olanları ifade için kullanılan ocak kavramının özel bir anlamı var. Buna göre belli bir ocağa bağlı olanlar, o ocağın dedesine görülüyorlar, pençeden geçiyorlar.
Ruşenler Köyü’ne 30 km. uzaklıkta bulunan Mehrikoz Nahiyesi’nin Kayıpak (Kaypak) Mahallesi’nden (Köyü’nden) olan Mehmet Koç Dede’ye göre; Mehrikoz ismi, Mehriye Kuzu, sonra Mehriyekozu’ya, zamanla da Mehrikoz’a dönüşen bir isim olup bu beldeye bağlı ayrıca Hebil (Ebil) Köy, Salıncak Mahalleleri de varmış. Bu Nahiyede Alevi/Sünni karışık bir yaşam varmış.
Dede’nin Salıncak Köyü’nde 2, Taşağıl Köyü’nde 2, Kaypak Köyü’nde 2 ocağı varmış.
Salıncak Köyü’nden Recep Dede’nin yörenin en son yaşayan ünlü dedesi olduğunu ve şimdi 90 yaşında bulunduğunu söyleyen Mehmet Koç Dede, bölgede Mehmet İsmailoğlu, Ali Nalbant, Ahmet Paşa, Ahmet Nalbant, Hüseyin Babutçu Dedelerin varlığından bahsediyor.
Senede bir kez tüm dedelerin bir araya gelip, baş dede pozisyonundaki, (belki de halife dede) önünde pençeden geçtiklerini, pençe olarak insan elinin kullanıldığını ve buna Pençeyi Ali Aba denildiğini söyleyen Mehmet Koç Dede, dedelerin pençeden geçtikten sonra kendi ocaklarında olan canları da pençeden geçirdiklerini söylüyor.
Ekim ayının ilk hafta cuma akşamı Sultan Kurbanı kestikten sonra birlikler başlıyor, yani cemler başlıyor, diyen Yörenin baş, post babası konumundaki Mehmet Koç Dede, birlikleri her ocağın ayrı ayrı yaptığını, cemlerin de canların isteğine bağlı olarak yapıldığını belirtiyor.
Daha sonra Kasım Kurbanı (8 Kasım’da), Aşure Kurbanı ki, aşure orucunu 12 gün tutan canların, 13. Gün aşure çorbası ve kurbanı yaparak dağıttıklarını belirtiyor. Nevruz Bayramını kutlayan canların bunu 21 Martta yaptıklarını anlatıyor.
Nevruz’da Pençeden geçme olayı yaşanıyormuş.
Müsahipliler müsahip olurken bir kurban keserler, yola giren canlar bir kurban keser, yola girenler eşleriyle girerler ve bir kurban keserler, eğer bir can bir postun hizmetini yüklenecekse bir kurban keser, her sene on iki hizmet sahibi dilerse bir kurban keser ama üç senede bir muhakkak bir kurban keser, diyen Mehmet Koç Dede; yöredeki inanç ve kültür dokusu hakkında oldukça detaylı bilgiler veriyor.
Kesilen kurbanların bağırsaklarının gömüldüğünü söyleyen Mehmet Koç Dede, çok nadir olsa da bekar olarak da yola girenler olduğunu, Recep Dede’nin kardeşinin çok temiz, itikatli bir insan olmasından dolayı bekar olarak yola kabul edildiğini, yola girerken onun da bir kurban kestiğini de anlatıyor.
Kişi öldükten sonra yedisinde, kırkında, senesinde birer kurban kesilir diyen Mehmet Koç Dede, kendi mürşidinin, eniştesi olan Pireli Mehmet olduğunu, Taşal Köyü’nden olan mürşidinden çok şey öğrendiğini aktarıyor.
Sünni’lerin kendilerine Aren (Ahren) dediklerini söyleyen Mehmet Koç Dede kendilerinin kökenlerinin Pomak olduğunu söylüyor.
Buradaki baş dede olan Recep Dede’nin çok yaşlanması dolayısıyla kendisinin baş dede (halife dede) olarak kabul edildiğini çevredeki insanlardan da duyduğumuz Mehmet Koç Dede’ye buna dair elinde bir yazılı belgenin olup olmadığını sorduğumuz da, hayır, yanıtını alıyoruz. Bizim hatırlatmamız üzerine Recep Dede’den sözlü olarak alınan bu onayın, yazılı olarak da alınacağını anlıyoruz.
Aynı akşam tekrar cemevine gidiyoruz. Bu sefer cemevi tıplım tıplım dolu. Gençlerin de yoğun ilgisiyle karşılaşıyoruz. Yine sohbetler açılıyor. Sorulara yanıt veriyoruz. Abidin Harman’ın inanç bazındaki açıklamaları ilgiyle dinleniyor. Ben ise Alevi/Bektaşi inanç ve kültürünün biraz da duygusallığı işin içine katarak zenginlikleri ve birlik-beraberlik düşüncelerini öne çeken bir konuşma yapıyorum.
Aynı gece saat biri gece yatıyoruz.

22 Kasım 2004
Bugünkü hedefimiz Dergahı bu sefer daha detaylı incelemek ve detaylı çekimler yapmak; daha sonra bizleri akşam yemeğine davet eden Büyük Derbent Köyü’ndeki dostlarımıza ulaşmak.
Bu araya da Dimetoka’ya bir kısa geziyi sığdırmak.
Ama tabii ki sohbet olunca planlar bozuluyor.

“Ama her şey yanlış bence, her şey altüst
doğa yeniden doğdu bana.”

Erotokritos’dan alıntı, Viçençoş Kornaros

Büyük Yunan şairi Yorgo Seferis’in Varlık Yayınları arasında yayınlanan ve tüm şiirlerinin yer aldığı Bütün Şiirleri isimli kitabından aldığım yukarıdaki sözleri hak eden belki birçok yer var dünyada. Ama ne yalan söyleyeyim ben Seyyid Ali Sultan Dergahı’nı ziyaret edince zaten ziyaretten önce okuduğum kitaptan bu alıntı öyle denk geldi ki buraya anlatamam. Belki de dünyadaki en güzel inanç mekanlarından birisidir, buradaki alan.
Burayı tarif etmek kelimelere sığacak bir şey değil, aslında. Aslında tam da bu sıralarda özellikle Balkanlar’la ilgili olması nedeniyle ilk kez veya ikinci kez okuduğum kimi kitaplar hem duygularımı, hem de düşüncelerimi coşturmuştu.**
Sabah bizleri ziyaret eden Mehmet Koç Dede’den daha detaylı bilgiler alıyoruz. Sohbetimiz hayli uzuyor, öğleni buluyor.
Dergahı ziyaretimizde de Prof. Dr. Cemal Kafadar’ı misafirhane de buluyoruz. Meğerse tarihçi hocamız burada misafir kalıyormuş. Burada kendine geldiğini ruhen dinlendiğini söyleyen Prof. Dr. Cemal Kafadar’la, biraz sohbetten sonra, bu da herhalde iyi bir fırsat deyip, iki saati aşan bir söyleşi gerçekleştiriyorum.
Daha çok Osmanlı Beyliği’nden önceki Anadolu’nun sosyo ekonomik ve kültürel durumuyla, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerine yaptığımız söyleşiden hocanın bu konularda gerçekten de derin bir bilgisinin olduğunu görüyoruz.
Aynı zamanda Alevilik-Bektaşilik konusunda da önemli bir bilgi birikimi olan Cemal Kafadar’ın tanıyıp sevdiğimiz şu anda Harvard’da doktorasını tamamlamak üzere olan Ayfer Karakaya’nın da hocası olduğunu sohbetle öğreniyoruz.
Aslında Ankara Ötüken İl Halk Kütüphanesi’nde bulunan orijinal Seyyid Ali Sultan Velayetnamesi’ni, Tahrir Defterlerindeki belgeleri ve yine Osmanlı Arşivlerindeki birçok belgeyi inceleyen Cemal Kafadar’ın özellikle Seyyid Ali Sultan’la da ilgili önemli çalışmaları olduğunu öğreniyorum.
En meşhur tarihçilerimizden olan Halil İnalcık’ın Otman Baba Velayetnamesi ile ilgili bir makale yazdığını, aynı şekilde Seyyid Ali Sultan’la da ilgili bir çalışması bulunduğunu da öğrenmiş oluyoruz.
Sohbetimiz ve söyleşimiz çok uzuyor.
Mehmet Koç Dede bizi kırmayıp, çok orijinal olduğuna inandığım nefes okuma geleneğinin bir devamcısı olarak, bu kutsal mekanda bir nefes söylüyor bize.
Daha sonra Dergahı Mehmet Koç Dede’yle birlikte geziyoruz.
Çekimlerimi onun eşliğinde yapıyorum.
Alan çok geniş olunca çekimler bir saatten fazla sürüyor. 
Zaman ilerliyor.
Mehmet Koç Baba bir başka yere gideceği için bizlerden ayrılıyor.
Büyük Dergah arazisi içinde Seyyid Ali Sultan’a ait olduğu söylenen türbenin bulunduğu sonradan onarım görmüş bir yapının hemen yanında fırınlar, aşevi var.
Türbeyle bitişik bir bahçede asırlık ağaçlar altında yine önemli bir mezarlık uzanıyor.
Büyük bir avlu içinde yüzlerce yıllık olduğu hemen anlaşılan çok büyük, her bir dalı bir ağaç kadar olan ve desteklerle ayakta durabilen dut ağacı var.
Sondadan yapılan ve misafirhane olarak kullanılan binanın ön kapısının üstünde yıldız sekillerinin olduğu mermer kabartmalar ve elde edilmiş bazı tarihi işaret ve yazıların bulunduğu kalıntılar bahçede muhafaza edilmiş.
Ayrıca iki adet eski at arabası tekerlekleri de korunmuş.
Büyük avluyu çevreleyen binalardan birisi de, konakevi denilen bir tarihi bina ki iki katlı olup dış sıvaları dökülmüş, zamanında ahşap ağırlıklı bir yapıyken tamirden geçirilerek bugün Dergah’ın bekçiliğini yapan aileye verilmiş.
Mehmet Dede’yi alarak Dergah alanının dışından bu binalara ve çevresine toplu olarak bakıyoruz.
Hemen ormanın içinde bulunan dergahın çevresi geniş tarlalarla çevrili. Hayvanların kapatıldığı basit çevirme, hemen yanında yine bekçilerin ektikleri söylenen bir bostan ki, içinde hayli büyümüş domates, patlıcan, biber vd. sebzeler dikkat çekiyor, yer alıyor.
Ben daha yukarılardan çekim yapmak için dededen ayrılıyorum.
Tüm Dergah binalarını görecek bir yerden ufka uzanan geniş araziyi çekiyorum. Zamanla insan eliyle düzlenmiş olsa da, zamanın da çok iyi seçilerek yerleşilen Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın geniş arazisi adeta bir çiftlik olarak, ormanla bütünleşmiş büyük düz tarlalar arasında, ağaçlar arasında, engin bir tepenin döşünde, çevresindeki tepeleri, dağları ve vadileri de görecek şekilde öyle muazzam bir görüntü oluşturuyor ki, sırf buradaki güzellikleri görmek için bile insan buraya gelir, gezer.
Dergah’ta avlunun içinde yine tarihi bir çeşme var.
Çeşmenin çevresi yine Dergah’taki yapılardan kalan tarihi kabartmalı mermerlerle süslenmiş.
Az aşağısında bekçilerin evinin önündeki çeşmenin altında da, yine mermerden bir sunak var.
Bugün yine kazanların muhafaza edildiği ocağın hemen çatısında yine bir kırık mezar taşı parçası görüyorum.
Anlayabildiğim kadarıyla burada Dergah’ın orijinal binalarından ve yapılarından günümüze ulaşmış oldukça çok bol miktarda malzeme var.
Fakat bunlar değerlendirilemediği, korunamadığı gibi çok da bilinçsiz bir şekilde kullanılmakta.
Aynı akşam Cemal Kafadar’ın Türkiye’ye hareket edeceğini öğreniyoruz.
Bizlerin hedefi ise sabah erkenden hareket etmekti. Birlikte düşünüp karar veriyoruz.
En iyisi Hoca’yla birlikte Türkiye’ye gitmek olacak.
Dimetoka (Didimotiho) ziyaretini bir başka zamana bırakıyoruz, zaten zaman hayli geçiyor, akşam oluyor.
Büyük Derbent Köyü’nde Seçek Derneği’nin yöneticilerinden ilkokul öğretmeni Muharrem Bey’in evine misafir oluyoruz. Yemeklerimizi yedikten sonra Türkiye için yola koyuluyoruz.
Yol boyu sohbetimizle Türkiye’ye varıyoruz.
Bambaşka duygularla İstanbul’a varırken, üç gün boyunca devam eden müthiş soğuğun ve İstanbul’a yağan karın, içimde yaktığı aşk ateşini, erenlerin yolundaki yürek yangınlığımı hiçbir şeyin söndüremeyeceğini hissediyorum.
Öyle sevinçliyim ki, ölsem de ne gam. Artık yanı başımda Kızıldeli Sultan’ın ruhundan bir parça hep benimleymiş hissine kapılıyorum.

*CEM Vakfı adına yaptığım geziye, CEM Vakfı Bakırköy Kültür ve Cemevi Birim Sorumlusu ve Baba Vekili Abidin Harman ile Araştırmacı Refik Engin de katıldılar.

**son zamanlarda okuduğum kitaplar:

Yorgo Seferis, Bütün Şiirleri, Tükçesi: Özdemir İnce, Herkül Millas, Varlık Yayınları, 3. Basım Haziran 2004, İstanbul.
Yannis Ritsos, Şiirler, Tükçesi: Özdemir İnce, Herkül Millas, Varlık Yayınları, İkinci Basım, 2000, İstanbul.
Konstantinos Kavafis, Bütün Şiirleri, Tükçesi: Özdemir İnce, Herkül Millas, Varlık Yayınları, İstanbul.
Seyid Ali Sultan Velayetnamesi, Doç. Dr. Bedri Noyan, Ayyıldız Yayınları, 1999, Ankara.
Mustafa Balbay, Balkanlar, Cumhuriyet Kitap, 3. Baskı, 2003, İstanbul.
Ramazan Balkan, Bilinmeyen Gerçekler, Erkanname ve Gönül Yolu, Bay Ajans, Gümüş Matbaası, 1989, İstanbul.
Prof. Dr. Surayia Faroqhi, Anadolu’da Bektaşilik, Çeviri: Nasuh Barın, Simurg Yayınları, 2003, İstanbul.
Ahmet Yaşar Ocak, Mülhitler ve Zındıklar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, İstanbul.
Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Türk Tarih Kurumu, (Genişletilmiş İkinci Baskı), 1999, Ankara.
Ahmet Hezarfen, Rumeli ve Anadolu Ayan ve Eşkiyalar, (Osmanlı Arşiv Belgeleri) 1. Ve 2. Ciltler, Kaynak Yayınları, Kasım 2002, Mayıs 2004, İstanbul.
Haluk Dursun, Tuna Güzellemesi, Kubbealtı Neşriyat, 2004, İstanbul.
Prof. Dr. Nusret Çam, Yunanistan’daki Türk Eserleri, Atatürk Kültür ve Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, XXI. Dızı-Sayı 8, 2000, Ankara.
İsmail Engin/Havva Engin (hazırlayanlar), Alevilik, Kitap Yayınları, 2004, İstanbul.
İbrahim Bahadır (hazırlayan), Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Alevi Tarih ve Kültürü, Bielefeld Alevi Kültür Merkezi Yayınları, 2002.
İbrahim Bahadır (hazırlayan), Bilgi Toplumunda Alevilik, Bielefeld Alevi Kültür Merkezi Yayınları, Genç Ofset, 2003, Ankara.

Seyyid Ali Sultan ve Seyyid Ali Sultan Dergahı

Miz Urum abdalıyız serdarımız Kızıl Deli
Çeşmimizde şu’le-i envarımız Kızıl Deli
Bülbül-ü şeyda biziz gülzarımız Kızıl Deli
Dinimiz, imanımız, ikrarımız Kızıl Deli
Nur-u Ahmet, Haydar-i Kerrarımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Çekti tigin şeceri şakk etti seng-i mermeri
Söyleden oldur Fırat üstünde ibn-i Mermer’i
Var tavaf eyle Sinop’ta ol dikübdür menmeri
Bu söze ikrar edenler oldular gamdan beri
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrar’ımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Ol vilayet ma’deni serdar-ı şah-ı gaziyan
Rahmeti deryasına gark oldu cümle aşiyan
Na’re ursa taba düşerdi zemin-ü asman
Tiğ-i darbından yere geçti, lain-i bed-güman
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrarımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Dağ-ü taşı mesken oldu bil ana ey merd-ü Şah
Zümre-i Al-i Aba’nın herbiri bir padişah
Bir muhabbet eylesek bin bir ider bi-iştibah
Men Fakir’e anların oldu mesali secdegah
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrar’ımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Zahide şekk şüphe yoktur evliyanın rahına
Cennet-i a’laya irer yüz süren dergahına
Bu kelamı vird idüp şam-ü seherde ahına
Gel beru ermek dilersen ol erenler şahına
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrar’ımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Şah Hasan hem Şah-ı şehit ü hem İmam-ü Abidin
Bakır-ü Ca’fer, İamm Kazım, Rıza’dır şah-ı din
Hem Takii-vü Nakii, Asker’dürür şah-ı zemin
Mehdi-i  Sahib-zaman ol evvelin-ü ahirin
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrar’ımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli

Ey Virani damenin elden koma şahın müdam
Ta olasın gün-be-gün şahın yolunda müstedam
Hubb-u evlad’ın hakkıy çün eylegil anı temam
Kim bu medh’i yad ider şam-ü seherde ya İmam
Nur-u Ahmet, Hayder-i Kerrar’ımız Kızıl Deli
Kande baksak dembedem didarımız Kızıl Deli
Virani
Tarihte Seyyid Ali Sultan veya Kızıldeli Sultan diye anılan şahısların aynı şahsiyet olduğu söylenmektedir.
Ayrıca bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Kırcaali’de de bir Seyyid Ali’den bahsedilmektedir. Her ne kadar bu konular tam teferuatlarıyla meydana serilmemişse de, bugüne kadar yapılan araştırmalar ve çalışmalarla belli neticelere varılmıştır.
Bu konuda Alevi/Bektaiş camiasında Bedri Noyan Dedebaba’nın, Turgut Koca Baba’nın ve Şevki Koca’nın çalışmaları dikkati çekmektedir.
Akademik düzeyde de çeşitli araştırmaların yapıldığını duyduğumuz, Seyyid Ali Sultan, diğer bir ismiyle Kızıldeli Sultan hakkında tarihi bilgilerimiz bulunuyor.
Seyyid Ali Sultan Dergahı’yla ilgili burada kimlerin hizmet yaptığı, ne zaman yaşadıkları, neler ürettikleri hakkında Şevki Koca’nın bir makalesi daha önce Cem Dergisi’nde yayınlanmıştı.
Alevilik/Bektaşilik araştırmacılığının dünya çapındaki uzmanı Ahmet Yaşar Ocak’ın bir başvuru kitabı olan Kalenderiler isimli kitabının gözden geçirilmiş ve genişletilmiş ikinci baskısında da konuyla ilgili çok önemli bilgiler mevcuttur. (Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderiler (XIV-XVII. Yüzyıllar), Türk Tarih Kurumu, 1999).
Aynı isimli eserde sayın Ocak, konuyla ilgili özellikle arşiv belgeleri düzeyinde çeşitli yayınların daha önce yapıldığını belirtiyor. Bunun yanı sıra önemli bilgileriyle de bizleri aydınlatıyor.
Ayrıca Tarihçi Ahmet Hezarfen’in Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden yaptığı çevirilerle Dergah hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Bunların bir kısmı da gerek kitaplarda, gerekse de Hacı Bektaş, Kızıldeli gibi dergilerde yayınlanmıştır.
Ahmet Hezarfen’in birçok belgesiyle birlikte dergahla ilgili birçok nokta aydınlatılmış oluyordu. Bir dergahın yüzyıllar içindeki gelişim seyri de burada iyi tahlil edilebiliyordu.
Bizlerin en önemli isteği tarihin sayfaları arasında kalan bilgilerin açığa çıkması ve tüm dünya insanlığının ortak mirası olan bilgilerden daha fazla istifade edebilmemizdir.
Yukarıda şiirleri de aldığımız,  Bedri Noyan tarafından basılan Seyit Ali Sultan Velayetnamesi “Kızıldeli Sultan” (Ayyıldız Yayınları, 1999, Ankara) isimli eserde Seyyid Ali Sultan hakkında bilgiler mevcuttur.
Ayrıca Şevki Koca’nın Cem Dergisi’ndeki makalesi de detaylı bilgiler içermektedir. (Cem Dergisi, Ocak, Şubat, Mart 2003)
Bunların dışında yöreyle ilgili Yunanlı araştırmacıların çalışmaları olduğunu, ünlü Tarihçi Halil İnalcık’ın da konuyla ilgili araştırmalar yaptığını, Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın da Kızıldeli Sultan’la ilgili detaylı incelemeler yaptığını biliyoruz.
Yaşayan Kızıldeli Süreği hakkında Refik Engin de çalışmalar yapmaktadır.
Şahsen ben de, Kızıldeli Ocağı’na dahil dedelerle söyleşilerime devam ediyorum.

İLAVELER:
Konuyla ilgisi bakımından, Ahmet Yaşar Ocak’ın yukarda bahsedilen kitabındaki aynı başlıklı bölümü ve  Şevki Koca’nın makalesinden bir bölümü buraya aktarmayı uygun bulduk.

Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) ve Seyyid Rüstem, sayfa 89, 89.

B) Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) ve Seyyid Rüstem
XVI. yüzyılın ilk ayrısı ile XV. Yüzyıl içinde yaşadığı anlaşılan bir başka önemli Kalenderi şeyhi de, yine bir derviş-gazi olup, menkabelerin Horasan geleneğine bağladığı Seyyid Ali Sultan veya Bektaşiler arasındaki meşhur lakabıyla, Kızıl Deli’dir. XV. Yüzyılda adına düzenlenen Velayetname-i Seyyid Ali Sultan isimli menkabe mecmuasında, kendisi gibi “yarı çıplak bir Torlak” olan savaşçı bir arkadaşının, Seyyid Rüstem Gazi’nin menkabeleri de hayli geniş yer tutar.
(Msl. Bk. Velayetname-i SAS., ss. 37-38, 42 vb. Bu velayetname Bedri Noyan tarafından, tıpkıbakım ve çeviriyazım olarak itinasız bir biçimde yayımlanmıştır: Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli Sultan) Vilayetnamesi, Ankara tarihsiz, muhtemelen 1991).
Bunlardan anlaşıldığına göre her ikisi de maiyyetlerindeki abdallar ile Yıldırım Beyazid zamanında (1389-1402) Rumeli fetihlerine katılmışlar, Dimetoka ve havalisinin zaptedilmesinde bizzat rol oynamışlar ve nihayet burada kendi kılıçlarıyla ele geçirdikleri bir arazide zaviyelerini kurarak yerleşmişlerdir.
(A.g.e., ss. 2-20. Bu sayfalar arasında Seyyid ali Sultan’la Seyyid Rüstem Gazi’nin fetih menkabeleri bütün teferuatıyla anlatılmış olup, bunlar o zamanki fetih psikolojisini anlamakta bizim için birinci sınıf malzeme niteliğini taşırlar. Gelibolu başta olmak üzere, Bolayır, Edirne, Dimetoka, Şumnu, Rusçuk, Silistre vb. Balkan şehir ve kasabaları etrafında geçen bu menkabelerin, aslında bu iki Rum Abdalı’nın yaptığı gerçek fetihlerin menkabevi hikayelerini yansıttığını, sırf hayale dayanan rivayetler olmadığını düşünmek doğru görünüyor. (bk. İrene Beldiceanu, “La vita de Seyyid Ali Sultan et la sonquuete de la Thrace par les Turcs”, Proceedings of the XXVII th İnternatiolanal Congress Of Orientalists, (Ann Arbor 1967), Wiesbaden 1771, ss. 275-76. Bu makalenin daha geliştirilmiş yeni bir versiyonu için bk. “Seyyid Ali Sultan d’apres les registres ottomans: L’installation de L’İslam heterodoxe en Thrace”, The Via Egnatia under ottoman Rule (1380-1699). Ed. Elizabeth Zachariadou, Rethymnon 1996, ss. 45-59.)
İsimlerinin de gösterdiği üzere, geleneklerin Peygamber sülalesini bağladığı bu Kalenderi şeyhlerinin tarihi şahsiyetleri üzerinde duran İrene Beldiceanu-Steinherr, kendilerinin gerçekten bu fetihlere katıldıklarını teyid etmektedir.
(Bk. “La Vita de Seyyid Ali Sultan”, aynı yerde; aynı yazar, “Seyyid Ali Sultan d’apres les registres ottomans”, ss. 58/59.)
Seyyid Ali Sultan ve Seyyid Rüstem Gazi’nin Peygamber soyuna bağlanmaları, menakıbnamede dikkat çekici bir tarzda vurgulanmaktadır. Rivayete göre Hz. Muhammed bizzat Yıldırım Beyazid’in rüyasına girererk onların kendi soyundan olduğunu, yanlarındaki “Kırk Er” ile yardımına geleceklerini, bu yüzden kendilerine çok itibar gösterilmesini istemiştir. Bu rüyadan kısa bir süre sonra iki şeyh, maiyyetindeki “kırk abdal”la sultanın yanına gelip hizmet sunmuşlar, o da büyük bir saygı ile hizmetlerini kabul etmiş ve Rumeli gazalarına yollamıştır.
(Msl. Bk. Velayetname-i SAS., ss3/4: “Horasan canibinden ve benim nesl-i pakimden Seyyid Ali maiyyetinde sana kırk er gelecek. Anın cümlesi kuvvet ve kudret sahibi veliyullahdır. Rumili’nin fethi anların yed-i himmetindedir. Anlardan tegafül itmiyesin…”.)
Seyyid Ali Sultan’ın etkilerinin, Dimetoka’daki zaviyesi aracılığıyla uzun müddet canlılığını koruyarak bu zaviyenin XVI. Yüzyılda Bektaşiliğin ana merkezlerinden biri durumuna yükseldiğini biliyoruz.
(Bu zaviye hakkında önemli bri takım yayınlar yapılmıştır. Bunlar daha ziyade arşiv kayıtlarının neşri halinde olup, Ömer Lütfü Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” ss. 39/40’taki belgeden başka bk. M. Tayyib Gökbilgin, XV-XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livası: Vakıflar-Mülkler-Mukataalar, İstanbul 1952, ss. 183-187; Suraiya Faroqui, “Agricultural activities in a bektashi center: The Tekke of Kızıl Deli, 1750-1830, SF, 35 (19769, ss. 69/96 ve ayrıca I. Beldiceanu’nun makaleleri.)
Şevki Koca’nın bahsedilen yazısından alınan bölüm: (Dimetoka’da Bir Erenler Ocağı Seyyid Ali Sultân-Kızıldeli (Microdorian) Bektâşî Dergâhı Cem Dergisi, Ocak, Şubat, Mart 2003)
Dimetoka Dergâhı dünya üzerinde mücerret hilafet erkânı yapılabilen beş büyük tekyesinden biridir.
Bu nedenle Arnavut muhiblerce “Tegejah Madh” yani Büyük Tekye ismiyle anılır. Dergâh 1’nci Bayazıd dönemi vakfıyyeye sayılmıştır.
Tekyenin Kızıltepe mezrasında türbesi bulunan Seyyid Ali Sultân’ın anısına binaen buraya bir meydanevi inşa edilmiş olup Yukarı Dergâh ismiyle anılmaktadır. Daha çukurda bulunan bir meydan evi de bulunmakta olup aşağı Dergâh denilmektedir. Değerli araştırmacı dostum Ahmet Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergâh’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek envanteri  “Tarih ve Toplum” Dergisi’nin 1999 yılı 189’ncu sayısında deklare edilmiştir. Dimetoka Sancağı’nın, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi veya Mürsel Baba (Balım Sultân’ın Babası) adına kayıtlı bir Tekye daha bulunmaktadır.
Dimetoka Dergâhı 1826 yılında 2. Mahmud tarafından başlatılan Yeniçeri-Bektâşî Kıtal’inden nasibini almış ve tahrip edilerek kapatılmış, son postnişini olan İbrahim Cefâi Baba ise şehit edilmiştir. Diğer yandan 1807 yılında Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) Kentindeki Nepravişta Kasabası’nda kurulu “Abdullah Melcan” Dergâhı’nın ilk postnişini olan Kemâlettin İbrahim Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir meşhuta inşa edilmiş ve yıllar sonra Dimetoka Dergâhı’nın şehit edilen son postnişini İbrahim Baba’nın ismi bu meşhutaya izâfe edilerek “Elbasan İbrahim Cefâi Baba” Tekyesi olarak yad edilmiştir. Cefâi Baba Tekyesinin son postnişini ise önceleri Bağdat Kâzımiye Dergâhı’nın postnişinliğini derûhte eden ve şehitlik dergâhı postnişini Halife Nâfi Baba’dan nasipli, mücerret Halife Selman Cemâli Baba olup bu zât 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağ’lı Belediye Başkanı Hasan Cemâli Baba ile genellikle karıştırılır.

Dimetoka Seyyid Ali Sultân Dergâhının Postnişinlik Profili Aşağıdaki Gibidir:

Seyyid Ali Sultân Dergâhı Postnişinleri       Görev Yılları     Vefâtı
Seyyid Ali Sultân (Kızıldeli)    1385-1387    1402 (1420)
Yağbali Sultân (Yabalı Baba)     1402-1420     1484
Yaren Baba     1420-1445     1445
Balım Sultân     1445-1484 (1487-1499)    1520
Sersem Ali Baba     1499-1520     1569
Ak Abdullah Baba     1520-1559     1596
Kara Halil Baba     1559-1596     1628
Vahdeti Baba     1596-1628     1649
Pakize Sultân (Pak Baba)    1628-1644     1644
Cezbi Abdal     1644-1701     1701
Mehmet Haceti Baba (Hace Baba)     1701-1740     1740
Mehmed Musli Rahmi Baba (Rehmet Abdal)    1740-1765     1765
Mustafa Gurbi Baba    1765-1797     1797
Kara Ali Baba    1797-1813     1813
İbrahim Cefâi Baba    1813-1826    1836

(-) Bu profilik lâhika Djocovıca (Yakova) Dergâhı’nda Postnişinlik yapmış olan, aslen eski Yogoslavya Kosmet iline kayıtlı Kâzım Bakali Sipaho Baba (vefât 1983) tarafından kayıt altına alınmıştır. (Ş. K.)

Seyyid Ali Sultân:
Mısır’da 1879 yıllarında valilik yapan “Ahmed Hamdi Zaza Paşa” CAIRO / 1939’da yayınlanan “Musavver-El E’immet’il İsna-i Aşere” isimli eserinde Seyyid Ali Sultân’ın doğum ve vefât tarihlerini 1307 ile 1402 olarak tesbit etmişse de vefâtını 1420 yılına taşıyan kayıtlarda söz konusudur. Aslen Esterabad’lı Fazlullah Hurûfi (Fazl-ı Yezdân) Hazretleri’nin şakirdlerindendir.
Fazlullah Hurûfi tarafından 1398 yılında intişar ettirilen exotoriquie (enfüsi) aritmetik tevil sistem ve metodolojisine kısaca “Hurûfilik” adı verilmiştir. Bu görüşün savunucuları daima takibat içinde olmuşlardır. Fazlullah Hurûfi Hazretleri Timur-u Gürkan tarafından Azerbaycan’da öldürülmüştür. Yine halifelerinden ünlü Nesimi Hazretleri ise Halep’te derisi yüzülerek katledilmiştir. Seyyid Aliy’yül a’lâ olarak bilinen Seyyid Ali Sultân ve yine ünlü Hurûfilerden Feriştehzede Hazretleri, Fazlullah Hurûfi’nin katli üzerine Kırşehir’e gelerek Hünkâr Hace Bektâş-ı Veli’ye intisab etmişlerdir. Bazı müverrihler bu teze takılmayarak Bektâşîlik içinde Hurûfiliğe yönelik müstakil bir teknik meylin olmadığı iddiası ile Seyyid Aliyyüy A’lâ ile Seyyid Ali Sultân’ın ayrı, ayrı şâhıslar olduklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu görüş nesnel realite ihtiva etmez; zira özellikle 14. Yüzyıldan itibaren Bektâşî Tarîkat metaforuna dahil kesif miktarda eser üreten (nesir ya da manzum) şair ve yazar görülmüştür. Hatta zaman zaman “Işıklar” adıyla nitelenen bu zümre hukuken, siyaseten ve hatta şeriaten takibata maruz kalmışlardır.
Diğer yandan Bursa ilinin Işıklar semtinde bulunan “Ramazan Baba” Dergâhı’nın müntesiplerinin Hurûfilik yaptığına dair Osmanlı kovuşturmalarına haiz fetva ve fermanlar arşivlerde mebzul miktarda mevcuttur. Öte yandan adı geçen Ramazan Baba Dergâhı 1826 yılından sonra Nakşibendi Dergâhına çevrilmişse de 1911 yılında İttihat ve Terakki idaresince el konularak uzun yıllar “Işıklar Askeri Mektebi” olarak hizmet vermiştir. Yine Od’man Baba Velâyetnâmesinde Hurûfi enstrümanlara rastlanıldığı gibi, Faziletnâme adlı eserinde yazarı “Yemini” ve Virâni Abdal’ın Divânında oldukça mufassal ve geniş olarak yer almaktadır. Tescilli bir Bektâşî düşmanı olarak tanınan “Harput’lu İshak Efendi” tarafından 1873 yılında yazılan “Kaşif’ül Esrar ve Da’fiül Eşrar” isimli eserde, Seyyid Ali Sultân’ın, Seyyid Aliy’yül A’la olduğuna dair somut beyyine bulunmaktadır. Yine bir yöntem olarak Hurûfi tandanslı nefesler üreten Bektâşîler gizemil bir takiyye şablonu altına girerek özellikle Mehmed Ali Perişan Dedebaba’nın kadim Bektâşîlik anlayışını benimsemişler ve bunlara “Harâbâtîler” denilmiştir.
Diğer yandan 1907 yılında Hakk’a yürüyen Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın izleyicilerinin çizgisinde ise Hurûfilik müstakilen pek yer bulmamış, ancak edebi ve sanatsal bir telâkkî olarak algılanmıştır. Bunlara da “Müteşerri” denilmiştir. Bu ciddi ve teknik ayrılım günümüzde dahi Bektâşîlik yortusunda daha değişik bir formata bürünerek zımnen devam etmektedir. Seyyid Ali Sultân’ın Babası Horasın’lı Hasan Hüseyin Atabay’dır. Seyyid Ali Sultân ise kendi adına izâfe edilen Dimetoka Tekyesinin ilk postnişinidir. 1385 yılında meşihate geçmiştir. Mahlası “Kızıldeli”dir. Diğer yandan 1483 yıllarından sonra Haskova (Hasköy) Od’man Baba Tekyesi’ne postnişin olan zâtın ismi İbrahim Sâni olup mahlası “Akyazılı”dır. Bektâşîler’in Rakıya “Akyazılı” ve şaraba “Kızıldeli” ismi mutahharını izâfe ettikleri rivâyet edilse de bu kavramlar tev ile muhtaçtır. Bu etimolojik terimler Tasavvuf-u Itlak’da ve kısaca “Vahdet-i Mevcud” konvensiyonuyla ifade edilen Vücud ve İrade’nin tekliği ve Allah’tan gayri her şeyin sanal (halogramic) ve na-vücud olduğunu ön gören düşünsel mantığın ikili karakterini ifade için remzedilmiş epistomolojik konsepttir. Akyazılı’dan murad kısaca “kaf” ve Kızıldeli’den murad kısaca “Nun” harflerileri olup, Tanrı’nın tekvin determinizmini ihata eden (emrin kaynağı olan) Kaf-u Nun (ol) emrinin gerekleridir. Yani tek bir oluşu değil sürekli oluş halini (irtihal) bir başka deyimle an-ı daim’i ifade içindir. Mesleki dille yazar isek, Cevher’in bir araz ve tesadüfe ihtiyaç duymaksızın bir nevi geometrik astralite’den (Batından, yani vacib-ül vücud’dan) yine bir nevi aritmetik astraliteye (zahir’e-zuhura yani mümkün-ül vücud’a) deplasmanının hikmet karşılıklarıdır. Hükema’nın sofistik izanına göre aktif ve pasif güçlerin yani kısaca zıtların birliği olarak tanınan dialektik (eytişimsel) gnostik davranışının zorumlu yaşama geçiş postulatıdır. Tekvinin (yaradış ve yaradılış manzumesi) vahye dayanan şer’i izahatı ancak bu mantıkla yapılabilir ve bu sürekli olan Gayb’dır. (İmam-ı Ali’den ravi bir hadiste şu karşılık bulunmaktadır. “Ervahüküm eşbahüküm, Eşbahüküm ervahüküm; yani vücud aynı rûh ve rûh aynı vücud’dur.) Bektâşîler bu düşünce dışındaki her yorumu mücerreten tenzih ve müstakilen teşbih’e izâfe ederek inkar veya şirk olarak nitelerler. (5)
Ahmed Hamdi Zaza Paşa, metinde daha önce ismi geçen Arapça eserinde ve Cezbi Abdal tarafından 17’nci yüzyılda yazılan Velâyetnâmede, Seyyid Ali Sultân’ın asıl isminin Seyyid Hızır Lala (lale) olduğu beyan edilmiştir. Diğer yandan Cemâleddin Çelebi’nin “Müdafaâ” isimli kitabında Seyyid Ali Sultân Kadıncık Ana’nın oğlu gösterilerek “Timurtaş” ile ilişkilendirilmektedir.
Yine “Veli Baba Menâkıbnâmesi’nde” benzer iddialara başvurulmaktadır.
Ancak her iki çalışma da Bektâşîyye’ye mensubiyet içeren akademisyenlerce ciddi veriler olarak onay görmezler. Fakîr’de manzum “Hac-ı Bektâş Veli Velâyetnâmesinde” Seyyid Ali Sultân’dan “Hızır Lâle” olarak söz edilmekte olup, yine kısa bir dönem Pirevi postnişinliği yapmış olan Habib Emirci Sultân ile buluşmalarından bahisler mevcuttur.
Ayrıca burada Kadıncık Ana’nın Mahmud ve Yurdumoğlu isimli iki çocuğu olduğundan bahisle Mahmud isimli çocuğunun çok genç yaşta Hakk’a yürüdüğünü ve Yurdumoğlu isimli çocuğunu ve dergâha dışarıdan gelerek intisab eden Seyyid Ali Sultân’a teslim ettiğini belirtir manzum bir bölüm bulunmakta olup aşağıda bu bölümü arz ediyorum.

Hü Dost
“Kardeşim Hızır dahi bunda idi
Bu haberi ol dahi öyle dedi
Hace Bektâş Veli nik-ü nâm
Kendü kendüye didi böyle kelâm
Didi kim Hızır Lale’m gelmişdürür
Yurdumoğlu hem didi olmuşdurur
Didi İsmail Fatıma’ya bunu
İşidûb şâd oldu Fatıma anı

Doğdu üçüncü çün gördüler
Emrider adını Mahmud virdiler
Nefesi geçkün er oldı ol aziz
Çok yaşamadı geçti girü tiz
Kaldı Hızır Lâle ile ol Habib
Yurdumoğlu bunlara oldu nasib”

Seyyid Ali Sultân mücerred Babalardan olup 1385-1387 yıllarında Kızıldeli Dergâhı postnişinliğinde bulunmuş ve 1387 yılı sonunda Pirevi Postnişinliğine getirilmiştir. 1389 yılında 1. Murad dönemi Kosova Savaşı’na katılmıştır. 1402 yılına kadar Pirevi postnişinliğine Habib Emirci Sultân vekâlet etmiştir. Seyyid Ali Sultân 1402 yılında Hakk’a yürümüş olup, türbesi Kızıldeli Tekyesi’ndedir. 28 Haziran 1363 tarihinde Vezir Çandarlı Kara Halil Paşa, Rüstem Gazi (Rüstem Paşa) ve Seyyid Ali Sultân’ın imzaladığı bir mutabakatnâme ile Osmanlı Kara Ordusunun profesyonel anlamda örgütlenmesini sağlayan “Pençik” (beşte bir) yasasının metni hükümleri ilk kez ortaya çıkmıştır. Ayrıcı Enfal Suresi’ndeki amir ayet gereğince asr-ı saâdetten beri İslâm ordularınca uygulanmakta olan ve pirevine vakfedilmiş bulunan Hams Hakkını (beşte birlik savaşlardan edinilen ganimet hakkı), Pirevi’nden alarak orduya devretmiştir. Öte yandan yağlı güreş adı ile icrâ edilen ulusal spor dalımızda yenme ve yenilmeye ilişkin kaideler sistemi ihdas etmiştir.
Seyyid Ali Sultân pek nefes yazmamış ise de adına izâfe birçok şiir bulunmaktadır.
Bunlardan Bektâşî çevrelerinde pek meşhur olanlarından birini aşağıda arz ediyorum.
Rûh-u revân-ı Şâd-ü handan olsun.
Safa himmet nazarları daima üzerimizde olsun…

Mehmet Koç Dede

(Kızıldeli Sultan Ocağı Dedesi)

Sevgili Baba, bizlere ayrıntılarıyla kendinizi tanıtır mısınız? Nerelisiniz. Ne zaman doğduğunuz. Nasıl bir eğitim aldınız?

1945 Doğumluyum.
Mehrikoz (Mehriyekozu) Köyü’ndenim. (Aslında burası nahiyeymiş.) Buraya 30 km. uzakta. Burası Sünni köydür ama içinde Aleviler vardır.
Burada Salıncak Mahallesi’nin çoğu Alevi’dir.
Bizler Kayıpak (Kaypak) Mahallesi’ndeniz.  Bizim mahallede Alevi az.
Hebil (Ebil) Köy var.
Dimetoka İlçesi, Evros’a bağlı, Taşağıl Mahallesi var.
İlk tahsilimi köyümde yaptım. Tabii ki o zaman ki şartlar nedeniyle fazla okuyamadık. Babalarımızın fakirliği nedeniyle fazla okuyamadık. İlkokuldan sonra okuyamadım. Kendi çabalarımızla yeni yazıyı 14 yaşındayken, yeni alfabeyi Bulgaristan’dan gelen bir amcamızdan, alfabeyi öğrendik. Ondan yavaş yavaş çekildik. Neden Türkçe’yi geç öğrendiniz, derseniz, bu o zamanki hocaların suçudur. Soldan yazı yazmak şeytana uymaktır, dediler.
Mürşitlerimizin desteğiyle başka şeyler de öğrendik. Onların sayesinde Alevi/Bektaşi yolunun olduğunu öğrendik. Onun üstüne düştük. 32/33 yaşlarına kadar ev bark olduk, askere gittik/geldik. Bu işi içimize aldık. Genç yaşta ikrar verelim dedik. İkrarla, mürşitlerimizin, önderlerimizin öncülüğüyle devam ettik.
1977’de bizi baba postuna getirdiler.
1982’de nasip öyleymiş diyelim, hac farizasını eda ettik. Suudi Arabistan’ı ziyaret ettik. Ama ben pek tatmin olamadım. Onu duygularımla, milli olarak pek kabul edemedim. 1983’de Allah nasip etti, Hacı Bektaş’a gittik. Hacı Bektaş’ta postnişin olan, (bu arada bir misafir geliyor. Baba ona dua veriyor. Allah’a bin kere şükür. Elhamdürüllah. Özün Hakk’a varsın. Hakk-Muhammed-Ali şefaat versin, hoş geldiniz, sefa getirdiniz.) Recep Dede’yle beraber, üç gün durduk. Kış mevsimiydi, kurbanımızı kestik. Bir metre kar vardı. Ayrıca Anavatan Türkiye’ye gidip/geldik. Çok defa Bursa’ya gittik. Buradan otobüs tutup, Hacı Bektaş’a gittik.
Bizim bazı ocakların dedeleri/babaları vefat etti. (buradaki ocak, cem cemati manasındaki ocaktır. Aynı köyde üç/dört ocak olabilir. Bu ocaklar aynı dedeye (babaya) bağlı olabildiği gibi, ayrı ayrı dedelere (babalara) da bağlı olabilirler. Fakat şu anda Kızıldeli Sultan Ocağı’nın baş babası olan Lütfi Aykurt Halifebaba’ya göre ise ocak  tabirinin kullanılması yanlış. Çünkü Kızıldeli Sultan’la ilgili sadece tek bir ocak vardır. O nedenlerle birden farklı anlamlar çağrıştırdığı için bu manada ocak değil de, göl tabirini kullanmak daha yerinde olacaktır. )
Recep Baba gibi bazı dedeler ihtiyarladı.
Bizde iki ocak var. Taşal’da, Salıncak’taki altı ocak benim üzerimde kaldı. Salıncak’taki Recep Dede çok ihtiyarladı.
Tabii kendi işimiz de var. Ben tütün ekiyorum. Kızan babasıyım. Onların geçimini de sağlıyorum.

Kaypak kaç hanedir?

35/40 hane.

Siz dede lafını mı, baba lafını mı kullanıyorsunuz?

Burada karışık kullanılıyor.

Cemi yürüten insana ne deniyor?

Dede olarak adlandırılıyor.

Halk size dede mi diyor?

Evet, dede diyor.

Kaç ocağın dedesisiniz?

Şu anda benim nezaretim altında 6 ocak var.

Bunlar hangi köylerde?

Salıncak’ta 2, Taşağıl’da 2, Kaypak’ta 2.

Mürşitlerden bilgi aldım dediniz. Kızıldeli Ocağı’nın mürşitlerinden mi yetiştiniz?

Recep Dede’den yetiştim. Salıncak’lıdır. O çok sevilen, tanınan bir dededir. O doksan yaşındadır. Seyyid Ali Sultan Vakfı’nın kırk üyesi var. Onların onayıyla, sembolük olarak ben bu Kızıldeli Ocağı temsil ediyorum. Bu yetkiyi ben Recep Dede’den aldım. Bana yetki verdi. Biz onu baş dede olarak görüyorduk.

Recep Dede, diğer dedeleri görüyor muydu, sorguluyor muydu, onlara öğüt veriyor muydu, denetliyor muydu, diğer dedeler onu ziyaret ediyor muydu?

Seyyid Ali Sultan Vakfı, 1402/1850’li yıllara kadar bu dergah işliyor. 1924’lü yıllara kadar ne olmuş, kimler dede olmuş tam bilmiyoruz. 1955’li yıllara kadar kimileri de dedelik yapmış. Recep Dede Hacı Bektaş’a gidip-geliyor. Ona yetki veriyorlar. Şimdi onu da on ikiler meclisi göndermişler. O orada bazı insanlarla birlikte gidip ziyaretler yapıyor.  Oradan çeşitli eserler de getiriyor.
Daha sonra on ikiler denilen şahıslarla hizmet etmeye devam ediyorlar. Bizlerde on ikiler önemlidir. Bazı önemli karaları bu on ikiler denilen kişiler alır.
Zaten şu andaki Seyyid Ali Sultan Heyeti de bu on ikilerin isteğiyle oluştu. Beni de on ikiler görevlendirdiler.
Ben Recep Dede’nin talibi oldum. Ondan yetiştim. Onun Salıncak’ta iki ocağı vardı.

Recep Dede’nin sizin üzerinizde bir hakkı var mıydı, sizi öğüt verir miydi?

Canların onanıyla Recep Dede bana el verdi. Ben de cemleri yürütüyorum.
O nevruzda, aşuralarda buraya gelip bizi pençe-i ali abadan geçirirdi. Bütün dedeleri pençeden geçiriyordu.

Ha, işte ben bunu diyorum işte. İsmi konmasa da bir halife dede oluyor (baba oluyor).
Sizinle birlikte kaç baba var bu bölgede?

Benimle birlikte altı dede var.
Bu konuda sıkıntımız var. İnsanlarla uğraşmak istemiyorlar. Bu konuda insanlar sıkıntıdadır.
Bunlar; Mehmet Koç, Mehmet İsmailoğlu, Ali Nalbant, Ahmet Taşa, Ahmet Nalbant, Hüseyin Babutçu.

Recep Dede’nin görevleri size mi geçti?

Evet.

Recep Dede aşurede, sadece sizleri mi pençeden geçirirdi, taliplerin önünde mi geçirirdi?

Sadece bizi pençeden geçirirdi. Talipler yoktu. Seyyid Ali Sultan Dergah’ındaki meydanevinde bizi sorgudan geçirirdi. Sorardı hak hukuk olmasın (kalmasın) derdi. Bizde Pençe-i Ali Aba vardır.

Recep Dede’nin soyunda dedelik, babalık var mı?

Hayır, yoktu. Kayın ataları dedeydi.

Sizin Recep Dede’nin yerine geçtiğinize dair bir icazet, yazılı bir belge var mı?

Var.

Diğer dedeler kendilerinin Kızıldeli Ocağı’nın dedeleri olduğunun fevkindeler mi, bunun bilincindeler mi?

Tabii. Tabii.

Cemlerde Kızıldeli anılıyor?

Elbette.

Peki, bölgede başka bir ocak var mı?

Bilmiyorum.

Recep Dede size sözlü onay vermiş anlaşılan. Peki o sağken, size yazılı bir onay verse, olmaz mı?

O ona aittir.  Bize bir belge verdi. Ama onu biz Hacı Bektaş’a götürüp, verdik.

Ama bu belge başka sanırım. Sizin onun yerine görevleri yapabileceğinize ilişkin, yazılı bir belge var mı?

Yok.

Olsa iyi olmaz mı?

Çok güzel konuşuyorsun, Ayhan Bey. Bu çok iyi olur. Bu çok yerinde bir şey.

Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan) Ocağı’nın dini, kutsal inançsal günleri ne zaman başlar, ne zaman biter? Kurbanlarınız, merasimleriniz nelerdir?

Sultan Kurbanı var. Perşembe akşamı toplanılıyor, muhabbet ediliyor. Cuma günü kurban kesiliyor.
Birlikler başlıyor sonra. Aynı cemden, aynı ocakta olan canlar birlik yaparlar. Ocaklar ayrı ayrı birliklerini yaparlar. Ekim ayında yapılıyor.
Birlik Bayramı vardır.
Kasım Kurbanı var. 8 Kasım’da oluyor.
Aşure oluyor. 12 gün tutarız. Elliden, seksene kadar kurban kesilir. Mersiyeler okunuyor.
Nevruz Bayramı gelir. Nevruzda, pençe-i ali abadan geçiyoruz. Biz başka zaman pençeden geçmiyoruz. Nevruzu 21 martta yapıyoruz.  Sadece dedelerin dergaha gelmesiyle pençeden geçiliyor. Daha sonra dedeler, kendi ocaklarında bunu kutluyorlar. Bir sevinç günü oluyor. Birlik, beraberlik sağlandıktan; hak-hukuk sorulduktan sonra dedeler de kendi ocaklarındaki canları pençeden geçiriyorlar. 
Daha başka senede bir kurban talibin borcu diye bilinir. Böyle kurbanlar kesilir.
Müsahip olunca kurban kesilir.
Adak kurbanları olur.
(Lütfi Aykur’un bu konudaki notu ise şu şekildedir: Anlaşılan yalnız pençeden geçiliyor. Halbuki Aşurede Tarikten geçilir. Nevruzda pençeden geçilir. Çünkü Kızıldeli süreğinde çifte erkan vardır.)

Zorunlu olarak ne zamanlar kurban kesilir?

Yeni talip olunca mecbur bir kurban kesilir.
Biz de karı-koca yola girer.
Birlik Bayramında kurban kesilir.
Müsahiplikte kurban kesilir. Çevresi genişse iki kurban olabilir. Bu sefer ortak kesilir.
Makam alırsa, post makam alırsa (12 hizmet görevlisi insan) kurban keser. İsterse her sene keser, isterse üç senede bir keser. Bizde böyle kural var.
Kişi dede olunca kurban keser.

İnsan ölünce neler yapılır?

Geçmiş canın (Hakk’a yürümüş) vereceği, alacağı olup-olmadığı üç sefer yakınları yanında insanlara sorulur.  Üç sefer birlik yapılır. Yedisinde, kırkında, seneliğinde yapılır.
Varislerinden alacaklı olanlar, dile gelir, haklarını isterler. Dile gelsin, meydana gelsin, hakkını beyan etsin, denir, yakınları bir yıl sonra da olsa borcunu verirler.

(Lütfi Aykurt’un notu: Dardan indirme kurbanı bir defa olur. Üç defa değil. Eskiden hemen cenazenin ardından kesilirdi. Mezralıktan gelenler o kurbanı yerler idi. Şimdi dardan indirme diyorlar. Halbuki Erkana girenler hizmeti kurbanla aldıları için borçlu kalmasın diye, kesilirdi.)

(Elim erde, özüm darda, erenlerin darı mansurunda, Hakk-Muhammed-Ali Divanı’nda, canım kurban, tenim tercüman, her hangi bir fakirin elinden incinmiş, gücenmiş, can kardaş dile gelsin, meydana gelsin, hakkını talep eylesin, yok ise eyvallah desin.
O zaman biri birinizde hak hukuk olmadığınıza niyazlaşıp,  dair saygı, sevgi gösteriyoruz. İşte böylece kimsenin kimseye borcu kalmaz. Kimsenin kimseden alacağı kalmaz. O meftada ruhu mahşerde borçlu yatmamış olur.)

Cemlerinize bekarlar girebiliyor mu?

Pek giremiyor.

Peki sadece müsahipli canların girdiği cemleriniz var mı?

Şimdi yok. Ama biz ona yetiştik. Bu oluyordu. Ama bu bize ters geldi. Müsahipsizleri dışarı çıkarmayı biz uygun bulmadık. Biz kaldırdık bunu. Biz artık müsahipli, müsahipsiz cemi hep birlikte yapıyoruz. Zikrimizi, fikrimizi beraber yapıyoruz.

Kurbanların dışında ne zamanlar toplanırsınız?

Cuma akşamları toplanırız. Ama bu cemaata bağlıdır. On beş günde bir de olabilir. Gençlerin ilgisi zayıf. Ayda, iki ayda bir bile toplanılıyor.

Gençlerde müsahiplik devam ediyor mu?

Oluyor, tabii.

On iki hizmeti yapanların belli isimleri var mı?

Vardır, tabii.
Kurbanı pişirene Kurbancı Baba, denir.
Okucu (Okuyucu) Baba (Peyik), (Davetçi)
Yummatçı Baba (Himmat/Himat),
Zakir Baba,
Çırakçı Baba,
Saki Baba (Doluyu getirip, götüren. Biz dolu gördük. Ama son zamanlarda biz meşrubat alıyoruz.),
Farraş Baba, (El suyu dökücü ve Farraş iki anabacıdır. Lütfi Aykurt)
Gözlemci Postu Baba, ((Gözcü Baba) iki posttur. Dış Gözcü ve İç Gözcü.
Selmancı Baba (El Yıkayan),
İbrikçi Baba (Su dökücü).
(Son ikisi ayrı değildir. Bir kişi yapar. On iki hizmette postu yoktur. Lütfi Aykurt)

Lütfi Aykurt Halifebaba’nın On İki Hizmet sıralaması:

Mürşid,
Himat,
Tarikçi,
Zakir,
Saki,
Çerağcı,
İç Gözcü,
Kurbancı,
Mihman (Hızır),
Saka,
Karababa,
Dış Gözcü.

Bu on iki hizmetin, babanın ayrı ayrı postu mu var?

Evet.

Dedenin postu da ayrı?

Evet.

On ikiler eskiden beri var mıydı?

Evet. Eskiden beri vardır.

Bu on ikiler post sahibi olan kişiler değil sanırım?

On ikiler seçimle olur. Başka başka olurlar. Şimdi Seyyid Ali Sultan Heyeti’nin kırk üyesi vardır. Onlar ayrı. On ikiler seçimle olurlar. Onlar burasıyla ilgili, Seyyid Ali Sultan Dergahı ile ilgili kararlar alırlar.
Burada on ikiler onaylayınca, diyelim Seyyit Ali Sultan Heyeti’nin başkanı Hasan Bey imzaladı, tabii biz de imzalıyoruz, bazı kararlar alıyoruz.
(Not: Onikiler Hizmet Postu sahibi cemle ilgili kararları alma yetkileri vardır. Ama derneğin veya vakfın yetkili heyetinde görevli değilse karar yetkisi yoktur. Lütfi Aykurt)

Geçmişteki yaşam nasıl bir yaşamdı. Neler önemsenirdi. Eskilerden neler hatırlıyorsunuz?

Annemler, babamlar ibadetlerin gizli yaparlardı. Bizim köyle buranın arası ayakla iki-üç saat tutar. Çok gizlilik vardı. Bizler adak olduğu zaman, buraya getirmek için gece yol alırdık. Hayvan perişan olmuştu. Ben bunu hatırlıyorum.
Mesala bir kurban kesileceği zaman ben hatırlıyorum, mürşit kurbanı serbest bırakırdı, işaret versin diye. (Bu Anadolu’da da yaygın olan bir inançtır. Hayvanın işaret vermesi; işemesi, dışkılaması, ses çıkarması vd. işaretlere göre yorumlar yapılır. Kurban Aleviler’de, Bektaşiler’de kutsal olduğu için ona abdest aldırırlar, kına da yakanlar olur. Ayhan Aydın) Bu benim mantığıma sığmadığı için meydanda buna izin vermedim. Dışarıda bu olabilir.

Buradaki baskıdan biraz bahsedebilir misiniz?

Anavatan’da Cumhuriyet kurulalı beri, nasıl diyeyim, oradaki bazı mikroplar buralara geldiler. Türkiye’den Reşat diye bir hoca buraya geldi. O buradaki Hıristiyan’larla işbirliği yapıp, Türkiye aleyhinde çalışma yaptı. Bu böyle söylendi. Hatta bu adam hacca gitmek istemiş, bu arada Türkiye bundan haberdar oluyor. Onu tutuklamak istiyor. Yunan hükümeti özel bir uçak gönderip onu alıyor, Atina’ya götürüyor.

Bu gerçek mi?

Herhalde gerçek ki söylüyorlar. Türk kelimesi bizim için haramdı. Kullanamıyorduk. Yeni harfleri günah gösterdiler. Eski harfleri öğretiyorlardı. Türkçe konuşmayın sizin dilinizi keseriz, diyorlardı.

Siz nece konuşuyordunuz o zaman?

Pomakça konuşuyorduk.
Cerkes Hafız Reşat her tarafı gezdi. Milleti haşıladı (aşıladı). Babalarımızı, herkesi aşıladı. Kemal’in harfini bırakacaksınız, Peygamber’in yazısını öğreneceksiniz, dedi. Bu böyle devam etti.
Bulgaristan’dan bir iyi niyetli birisi dağ köylerine alfabe getirdi, insanlara öğretti.
Camiide Türkçe konuşanları oradan bile ihraç ediyorlardı. Onlar Müslüman değildir, diyorlardı. Adamların beyinlerini yıkamışlar.
Ama herhalde iyi niyetli insanlar varmış, buna engel olmuşlar, siz kimi camiiden çıkarıyorsunuz, demişler.
Ben önceden hocalık yapıyordum.

Pomakça nasıl bir dil, biraz konuşur musunuz?

(Dede Pomakça konuşuyor.)

Ruşenler Köyü, Merikoz’dan mı gelme?

Evet. Eskiden Pomakça konuşulurdu.

Sizler Pomak kökenli olarak kendinizi ne olarak nitelendiriyorsunuz, çevredeki insanlar kendilerini ne olarak ifade ediyorlar?

Ben kendimi hep Türk olarak hissettim. Buradakiler de kendilerini Türk olarak hissederler. Bizler Orta Asya’dan gelmişiz, Hacı Bektaş’tan gelmiş, Türk’leriz. Ben böyle hissediyorum.

Gördüğüm kadarıyla şimdi de yazı olarak Eski Türkçe’yi kullanıyorsunuz. Her basılı eseri okuyabiliyor musunuz?

Nasıl yani?

Mesela mezar taşlarını okuyabiliyor musunuz?

Hepsini okuyamam. Onlar çok eskiden yazılmış.

Bu bölgede okuduğunuz mezar taşlarında, tarih nereye kadar gidiyor?

350 yıllık kadar var.

Buranın dışında mezar taşları var mı?

Elbette var. Mesela Gümülcine’de Postpoşt Baba’nın Tekkesi var. Aslında bu postu boş, anlamındadır. Orada mezar taşı var.
Eski Baldıran Köyü var. Yeni Baldıran Köyü var. O köyler boşaldı. Ama o köylerde çok mezar taşı vardı. Ama şimdi tek bir parça kalmamıştır. Orada altı dilimli mezar taşları vardı.

Altı dilimli olmasının nedeni nedir sizce?

12 İmamlar’ın soyundan gelenler, Orta Asya’dan gelmişlerse taşları 12 dilimlidir. Arap kökenli, Abbasiler’den Anadolu’ya gelme olanlar 6 dilimli taç kullanmışlardır.

Burası eskiden halkın ziyaretine kapalıymış?

Evet, kapalıydı. Gizli olarak ziyaret edilirmiş.

Ovalılar (Sünniler) size ne isim veriyorlar?

Aren (Ahren). Bu Bulgarca yardımcı anlamına gelir. (Not: Bektaşilere de Dağlılar deniyordu. Lütfi Aykurt)

Yola girmeniz nasıl oldu? Kimden etkilendiniz?

Bizim enişte, halamın kocası, mürşitti. Pireli Mehmet idi adı. Taşal Köyü’ndendi. Bizim dağ köylerinde isimleri değiştiremediler. Biz kızanken (çocukken) oraya giderdik. Ben oraya giderken on, on iki yaşındaydım. Benim akran halam oğlu vardı. Birbirimize gelip/giderdik. Onda Bektaşiliğin İçyüzü kitabı vardı. Ben de Latince’yi öğrenmeye başladığım için, kitabı gider orada okurdum. Ama kitapları çocuklara vermezlerdi. Sır tutardılar. Çok gizlilik vardı. Biz gizli de olsa onları okurduk. Büyükler bize bilgi vermiyordu.
Ruhumuzun gıdası müzikti. O zamanlar radyo yoktu. Biz o sazı duyunca, içimiz kaynardı. Gençlikte, türküler bizi çok etkiliyordu. Saz orada olunca ben etkilenmeye başladım. Zakirler tellere dokununca ben çok etkileniyordum. Sazlar tın Hasan, tın Hüseyin, tın Fatima, tın Ali,  tın Muhammed dedikçe biz çok etkilendik.
Ben çocukken öğrendiğim için eski Türkçe okur-yazarım.
Devlet Türkçe, Latince kitapları her okula vermedi. Ama zaman zaman kitaplar yayıldı.
Ben çok okuyordum. Bazı Sünni hocaların sözleri, kitapları da beni etkiledi. Mesela hacca gitse de, mürşitlerin önemini dile getiren hocalar vardı.
Sonuçta ben anladım ki, bir insan bir mürşid-i kamil’e varmayınca, bin kez hacca gitse kabul değildir. Bunu Sünni hocalar da kabul ediyorlardı. Ben bunu okumuştum. Düşündüm nasıl olurdu da bir Sünni bu lafı söylüyordu.
Ben de 1982’de hacca gittim. (1945 doğumluyum). Sonra da Recep Dede’den de çok şey aldım. Ondan etkilendim.
Recep Dede benim dede olmamı istiyordu. Beni özendiriyordu.
(İçeriye Recep Dede’nin hanımı girer. Ferece giymiştir. Recep Dede, bu giysiden dolayı kendilerinin kınanmamasını ister. Buradaki Sünni yoğunluk nedeniyle böyle davranmak zorunda olduklarını dile getirir.)

Cemlere bekar girilemez mi?

Pek yok. Ama mesela Recep Dede’nin kardeşi bekar olarak ceme girdi. Çok temiz bir insandı, herkes ona hürmet gösteriyordu. Ceme girebildi. Kendisi bir kurban kesti. Sonra evlendi. Evlendikten sonra bir daha kurban kestiler.
(Not;  Recep Dede’nin kardeşi bekar girmişse burada Mürşid Recep Dede ise suç işlemiştir. Kendini dara çekip canlardan özür dileyecekti. Ancak cezasını büyük kurbanla ödeyecekti. Yani cem ağırlayacaktı. Lütfi Aykurt)

Alevilik denince neler söylersiniz?

Şimdi zahiren dini yorumlayanlar, biz Alevileri kötülemektedirler. Ama onlar yanlış yapıyorlar.
Sufiler her zaman doğru iş yapmışlar, kimseye zarar vermemişlerdir. İnsanlar bu dünyada kimseye kötülük yapmamışlarsa, yarin ruzi mahşerde neden korkacaklar. Aleviler’in yarin ruzi mahşerde korkacak bir şeyleri yoktur. Çok yüce, ali bir yol olarak Alevilik, insanları toplamakta, doğruluk üzerine ibadetleri yapmaktadırlar. Kurbanlar kesilmekte, birlik olmaktadır. Bu birliklerde insanlara mürşitler öğütler vermektedir. Aleviler İslamiyet’in dışında bir iş yapmıyorlar. Onlar sufilerin yolunu takip ediyorlar. Zahirler bu yolu yanlış tanıtıyorlar. Yavuz Sultan Selim Arap milliyetçilerinin görüşlerine uydu, batinilere, Aleviler’e hakaret etti. Bu dinimizde yoktur. Hepimiz elhamdürüllah Müslüman’ız. Bizim gittiğim yolda insanları incitmemek, kırmamak vardır. Bizim ibadetimizde aşırılık yoktur. Tüm ibadetimiz Kuran üzerinedir. İslamiyet üzerinedir.
Hakk nerededir?, diye sorulunca Hakk bizdedir, deriz. Yani Hakk’ı içimizde görürüz.
Hz. Peygamber’in yolundan gidiyoruz. Onun yolunu sürüyoruz. O batın, zahir tüm alemi, evreni görüyor, biliyor.
Peygamber bize sevgiyi, hoşgörüyü, adaleti getirmiştir. Allah senle beraberdir. Allah’ı nerede anarsan oradadır. Allah’ın buyrukların insanlara anlatan Hz. Peygamber’dir. Bir insan Kuran içindeki doğrularla yaşarsa zaten Kuran’ı yaşamış olur. Yoksa Kuran okumakla gerçeklere ulaşılmaz. Eğer Kuran’ın hükümlerine göre yaşamıyorsa insan, bunda bir mana yoktur.
Ben Alevi, Sünni ayırmam. Cenab-ı Allah’ın kullarını ayırmam, hepsi birdir. Ama benim anlamadığım, sevgili Peygamberimizin tomurcukları olan sevgili torunlarını neden keserler. Neden onlara zulmederler? Ben bunları anlamıyorum. Hikmet-i İlahi bu ya, bu tomurcukları kesseler de, arkadan yine filiz saldı, büyüdü.
Peygamberimiz vefatından önce Hz. Ali’yi halef olarak sizlere bırakıyorum, demiştir. Ehlibeyt’imizi bize emanet bırakıyorum, dedi.
Benim anlamadığım, nasıl oluyor da, muharrem günlerinde ne Diyanet’te, ne televizyonda Peygamberimizin torunları anılmıyor? Ben bunu anlayamıyorum, kabul edemiyorum.

Burada Seyyid Ali Sultan’la ilgili anlatılar nelerdir? Hangi kerametleri anlatılır, nasıl bir insanmış, insanlar burayı nasıl ziyaret eder? Seyyid Ali Sultan kimdir?

Türkiye’deki bazı inançlar burada yok. Yok ben kızımı evlendireceğim, şifa bulacağım, orayı ziyaret edeyim, diye buraya gelmezler. Burada onlar yoktur.
Ama yine de yörede bazı inançlar da vardır. Biz yetiştik, dedemler karnı ağrıyınca Çalık Taş denilen yerde oradan yuvarlanırmışlar, belki karnımın ağrısı geçer diye.
Burası bizim ruhen bağlandığımız yerdir.
Seyyid Ali Sultan Türk Anadolu’dan gelen bir yiğidimizdir. Ona sonsuz saygımız vardır. Hangi eren olursa olsun, kim olursa olsun Türkleri bir araya getirene ben saygı duyarım.
Bizler bizden öncekilerin anlatılarından feyz alarak, bugüne kadar geldik.
Onunla ilgili atalarımızdan dinlediğimiz söylenceler şu şekildedir:
Seyyid Ali Sultan, şimdiki dergahın altında çadır kuruyor, askerleriyle Rumeli’ni fethetmek için buraya gelmiştir.
Gümülcü’ne de Ebül Misine veya Muhsine diye bir kale varmış, oraya bir komutanını, askerlerini gönderiyor. Ama askerler orada zorlanıyorlar. Bu sefer geceleyin hareket ediyor.
Sabah seherde At Mezar denen bir yere geliyorlar. Herhalde atı zorlamışlar, at çatlamış. Ama atın çok hizmeti olduğu için kendisi yırtıcı hayvanlar yemesinler diye, mezar yapıp onu defnediyor. Çalık Taş denilen yere gitmeden önce bir düzlük alan var, orada dinleniyor.
Ordu başı onun hasmı olacağını anlıyor, harekete geçiyor. Sonra bombalar patlıyor. Bombaları eliyle, ağzıyla tutuyor. Kendini öldürmek isteyen düşmanı tutuyor, yakalıyor. Bilek kuvvetiyle tutuyor. Düşmanı tutup fırlatınca bir bacağı Bolduran (Baldıran)’a,  biri Akbıldır, saçı Sıçanlı (Saçınlı), başı Devevargan (Devebağıran)’a düşüyor.
(Not; Menkibede karşısına cengaver olarak kız çıkıyor. Sarı Kız Yaylası’nda bacaklarını ikiye ayırıyor. (Sıcanlık benim dedemin köyü) Lütfi Aykurt)

Bunlar köy isimleri mi, başka köyler var mı?

Bolduran (Baldıran), Akbıldır (Akbaldır) Sırtı (Kamberler Köyü), burası bu köyde bir sırttır bu isimle anılır, Sıçanlı (Saçınlı) (Bulgarlar iki yüz yıl orada kalmışlar. Onlar da türbe gibi buna kurban kesmişler. Anma töreni yapmışlar. Öyle anlatılır.), Devevargan (Devebağıran)’a düşüyor. (Kışın ses gelince, o zalim bağırıyor, derlerdi, başı oraya düşmüş ya.) Bu adlar beş yüz yıldır Yunan tarihinde de, bizim tarihimizde de anlatılır.
Öldürmesinden sonra saçılan kandan kırmızı bir çiçek açmıştır. Çok güzel görünür ama kokladıktan sonra nefret edersin, öyle bir çiçek, içi kadife gibi mor. Çiçeğin ismi içmor. İşte kandan bu çiçekler büyümüş, buna inanılır.
Seyyid Ali Sultan, efendimiz, komutanımız; Yaran denilen genişlikte, askerlerle karşılaşmış, onları bulmuş. Askerler çadırlarını kurmuşlar. Askerin birinin beygiri biraz fenaymış. Onu al buradan götür, demiş. O da götürmüş. Çok uzağa götürüyor, bir ağaca bağlıyor. Ben orada yaşıyorum. Aç Beygir, halk bu ismi bulmuşlar. Yaran’da da iki türbe kalmış, yerden kalkık.
Sonra askerler mücadeleye devam ediyorlar. Hıristiyanları Müslüman yapmak istiyorlardı. Mücadeleler devam ediyor. Daha sonra askerler hareket ediyorlar. Dönüşlerinde sonradan “Üç Gaziler” denilen yerde üç gazi varmış, onlar orada kalmışlar. Onları bırakıp devam ediyorlar. Tanrı Dağı’na gelince, Müslüman olanlarla, oradakilerle büyük bir şenlik yapıyorlar.
Oradaki şenlikten sonra, bugün sizin de gördüğünüz büyük dut ağacının (Seyyid Ali Sultan Dergahı’nın avlusundaki bu dut ağacını tarife çalışmak zor olur. Çünkü çok geniş bir alanı kapsayan ve artık bir anıt ağaç olan bu dut ağacının birçok dalının her biri birer ağaç büyüklüğünde aynı kökten çıkmışlar gibi, çeşitli desteklerle ayakta zor durur bir vaziyettedir. Ayhan Aydın) olduğu yere çubuk şeklindeki dut fidanını yere bastırıyor, onun yanında hiç kesilmeden akan su akıyor. Şimdi de gördünüz orada bir çeşme var. (Bu çeşmenin üzerinde üstü çeşitli desenlerle işlenmiş büyük bir mermer levha var.) Buradan su çıkıyor.
Seyyid Ali Sultan Efendimiz bize mucizeler bıraktı. Bunu insanlar bilmektedir. Tüm Türk dünyasındaki insanlar buna inanırlar.
(Üç Gaziler’in olduğu yer Gaziler Tepesi, Seçek Yaylası Şenlikleri’nin olduğu yerdir. Menkıbeye göre padişah dile benden ne dilersen, dedikte okumu attığım yer kadar verirsin demiş. Sarıkız Yaylası’ndan okunu atınca Tekke’nin olduğu yere saplanmış ve Karadut meydana gelmiş. Lütfi Aykurt)

Burada veya başka bir bölgede Seyyid Ali Sultan’ın soyundan geldiği söylenen kimseler var mı? Onun soyu yürümüş, yürümemiş ben onu demiyorum ama halk tarafından inanılan veya kendini böyle ifade eden insanlar var mı?

Yok. Katiyen yok. Biz bilmiyorum.

Kızıldeli Sultan dışında, onun devrinde yaşayan, onunla yarenleşen, ona yardımcı olan başka ulu zatların öyküleri anlatıyor mu? Kızıldeli Sultan var ama filanca dede de, filanca baba da vardı, deniyor mu? Meşhur olmuş, erenler var mı?

Benim hatırımda yok. Ama bunlar var. Velayetname’de vardır. (Seyyid Ali Sultan Velayatnamesi’ndedir)

Otman Baba var, Akyazılı Sultan var, Demir Baba var, siz bunları nasıl görürsünüz. Onları ziyaret eder misiniz?

Biz onları çok ulu biliriz. Elbette ziyaret te ederiz.
Hiç biri fark etmez. Hepsi birdir. Biz hepsini severiz. Bu insanlar birlik ve beraberliği sağlamaya çalışmışlar.

Kasım Kurbanı’nın başka ismi var mı?

8 Kasım Kurbanı’na eskiden Mürsel Bali Kurbanı da derlerdi. Ama şimdi onu bilmezler. Kasım Kurbanı derler.

Muharrem ayında ne yaparsınız?

Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman 1 muharremdir. Bu yılbaşıdır. Kendisi Hz. Ali’yle müsahip oldu. Bizim için Ehlibeyt’e seven, sayan herkes iyidir. (Not; Hicret 9 muharremde olmuştur. 9 muharremde varıyor. 10 gün oruç tutuluyor ve aşure kaynatılıyor. Lütfi Ayrut)
Şimdi herhangi bir ülkede devlet başkanı ölse, bayraklar yarıya iner ona saygı duyulur.
Hz. Hüseyin de bizlere hakkı, hukuku göstermiştir. Çok ulu bir insandır. Bizim de onu anmamız çok doğaldır. On iki gün oruç tutarız.
Bizler muharremde bir konuşma yaparız. Kuran okuruz. Aşure dağıtırız.
Burada şu konuşmayı yaparım.

Muharremde Yaptığım Konuşma
Sayın mürşit babalar, misafirler, dedeler…
Seyyid Ali Sultan Koruma Heyet yetkilileri,
Şurada bulunduğumuz Seyyid Ali Sultan Efendimizin
Aşura yani, muharrem ayında, Kerbela şehitleri için, on üçüncü muharrem günü buraya gelmiş bulunuyoruz.
Yüce Peygamberimeze ve onun evladı ayaline selati selam olsun.
Sevgili canlar bilindiği gibi bu ay muharrem ayıdır.
Bu günlerde kendisini bilen, saygı duyan insan bir mateme girer, Allah rızası için oruç tutar. En azından nefsani arzulardan çekinir hürmet eder. Haliyle bu günlere saygı duyar.
Evet canlar!
Bilindiği gibi, aşure İslam’dan öncede kabul edilmiş, kutsanmış bir gündür. Nuh’un gemisinin karaya vurmasıyla, halk yanlarındaki yiyecek içeceklerle onları bir araya toplayıp, pişirmişler ve yemişler ve dağıtmışlardır.
Buna benzer olaylar olmuştur.
İslam’ın gelmesiyle beraber, Hz. Peygamber SAS.’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi, 1 muharrem yani hicri tarihin başlangıcı olmuştur. Ve daha dünyada nice nice olaylar, hadisiler bu aya tesadüf olmuştur.
Maalesef ve maalesef bunların içinde en açıklısı ve en üzücüsü, İslam dünyasında Kerbela faciası, Kerbela mezalimi ortaya çıktı. Ne hazin, ne acıdır ki, Hz. Peygamberin en sevdiği ev halkı, torunları bugünde zulme uğramıştır. Kuran’ı Kerim’de Allah onları övmüştür, sevmiştir.
Böylesine büyük bir zatı anmak bizim için bir görevdir. O sonsuza kadar yaşayacak, ibret alınacak bir insandır.

Kurbanlar kesilmeden duaları verilir.

Adak kurbanı vardır?

Elbette. Bizler de adak vardır. Biz hem duasını veririz. Hem de bir konuşma yaparız.
Adak sahibi, söz verdiği için kurban kesmelidir. Bizde bu çok yaygındır. Allah’ın rızasını gözetip adak adayan kimse, mutlaka adağını yerine getirmelidir. Bu nedenle halk uyarılır.

Kurban nedir, kurban neden kesilir?

Kurban eski tabirle İbrahim A.S. kalma bir hadisedir. Kurban bayramında kesilen kurbanlar vardır. Bizde Alevi/Bektaş için aslında her vakit bayramdır. Çünkü bizler kurban kesip halkı doyuruyoruz. Kurban paylaştırmaktır, insanları doyurmaktır.

 

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*