Post-Alamut Dönemi İmamları-I

İsmail Kaygusuz

1. Alamut’un Son Günleri ve Şemseddin Muhammed (1257-1310)
İmam Rukneddin Hurşah'ın büyük oğlu Shams al-Din (Dinin Güneşi, Şemseddin) lakaplı Muhammed, İmam Alaaddin Muhammed III zamanında, olasılıkla 1230 yılında Maimundiz'de doğmuştur. O, Suriye'de Ağa Şems, Hindistan'da Şah Şems diye tanınırdı. Birkaç İran şiirinde ise Şems'ül Hak olarak geçer. Ozan Nizari Kuhistani (ölm. 1320) ona Şemseddin Şah Nevruz Ali ve Şah Şems diye çağırıyordu.. Ayrıca Ozan Nizari'nin ona, Azerbaycan'da oturduğu Zardoz köyünde, söylentiye göre Şemseddin Muhammed, ailesini desteklemek için ipek ve nakış (zardoz) işi yaptığından bu lakabla çağrılıyordu.
Alamut'un ele geçirilişi, Rudhbar ve Kazvin'de Mogollar tarafından yürütülen İsmaili katliamı, Ata Malik Cuveyni tarafından, İsmaililerin sonunun artık gelmiş, fakat İmamlık soyunun ise kesilmemiş olarak algılandı. Bununla birlikte, Cuneyni'nin yapıtında, Rukneddin Hurşah'ın çocukları ve onun ardılları için karışık ve çelişkili sözler söylemekte. Örneğin, "Tarikh-i Jhangusha"da (İngilizceye çev. J. A. Boyle, Cambridge 1958: 720),
"Rukneddin şimdi neyi beklemek zorunda kaldığını gördü ve direnemiyeceğini anladı. Ertesi gün (16 Kasım 1256) onun oğlunu, sadece birtek oğlunu ve İranşah adını taşıyan bir kardeşini, eşraf, memurlar ve halk önderlerinden (dailer kastediliyor olmalı. İ.K.) oluşturulan bir heyet ile dışarı yolladı."
diye yazmaktadır.
Bu, Alamut işgal edildiği dönemde ilk anlattıklarıdır; fakat, yaklaşık bir yıl sonra, İsmaililerin korkunç katliamını tanımlarken ise Cuveyni şunları yazıyor:
"Karakai Bitikohi, Rukneddin'in oğulları ve kızları, kardeşleri ve kızkardeşleri, onun tohumundan herkesi, yani ailesinin tamamını, yok edilmesi buyruğuyla Kazvin'e gönderdi." (agy. 723).
Nizari Kuhistani, Şemseddin Muhammed'i çok güzel sözlerle övmektedir:
“O inancımızın tacı, evrenin prensidir. O, yüce padişah Muhammed Peygamber'in gözlerinin nuru olan Ali'nin oğludur. O Şemseddin Muhammad; ruhsal alemin babası ve yaratılışın sonsuz bahçesinde en tatlı meyvadır."
Cuveyni ilk cümlede "onun oğlu, onun sadece tek oğlunu (pesr khudra ki hama'n yak pesr)” derken, ikinci cümlesinde tam tersine "oğulları ve kızlarından (banin wa banat)” söz ediyor. Rukneddin Hurşah'ın oğullarının gerçek kişilikleri hakkında bilgisi olmadığı için, Cuveyni'nin kendi kurgusu içinde çelişkiye düştüğü açıkça belli olmaktadır. Ayrıca, Cuveyni 19 Kasım 1256'da Rukneddin'in ailesinin oturduğu yer olan Maimundiz'in düşüşü sırasında orada yoktu ve bu nedenle onun söyledikleri doğru olamaz. Buna karşılık, bazı Farsça elyazmalarından bilinmektedir ki, Şemseddin Muhammed, en büyük olasılıkla 1 Kasım 1256 tarihinde Maimundiz kalesinden gizlice korumalarıyla dışarı çıkarıldı. Mogollar oraya 7 Kasım 1256'da ulaştı, Cuveyni ise 2 Aralık'tan sonra onlara katılmıştı. Cuveyni tarafından coşkuyla anlattığı gibi, Rukneddin Hurşah'ın çocuklarının öldürüldüğü tamamıyla yalandır. Doğrusu ise,
"Hurşah’ın kendi yerine atadığı oğlu Şemseddin Muhammed, post-Alamut Nizari İmamlarının atası oldu. Nizari İmamlığı böylece korundu." (Nizari Kuhistani, s. 435)
"The Assassins" (London 1967: 63) kitabında Bernard Lewis'in yazdığına göre,
"Cuveyni'nin ileri sürdüğü gibi, İsmaililerin İran'da tamamıyla kökü kazınmadı. Mezhebin yandaşlarının inancına göre, Rukneddin'in küçük oğlu onun ölümü üzerine İmam olarak yerine geçti ve bir İmamlar silsilesine atalık yapacak kadar yaşadı."
Marshall Hodgson ise "The Order of Assassins" (Netherland 1955: 270, 275) kitabında,
"Cuveyni, her İsmailinin öldürüldüğüne kendini inandırıyor; gerçekte eğer bütün karargahda oturanlar öldürülse bile, diğer pek çokları da kaçıp kurtulmuş olacaklardır"
diye yazıyor ve ekliyor:
"Fakat İsmaililer yenilmez bir ruha sahiptir; İsmailizmin büyük geleceğinin filizlenmesi onların arasından doğmuştur. Çocuk İmam'ın Azerbaycan'a kaçırıldığı ve orada İmamların bir dönem kalmış olduğu bilinmektedir"
W. Montgomery Watt'a göre (Islam and the Integration of Society, London 1961: 77),
"1256 yılı içinde, Alamut kuşatıldı ve tamamıyla yakılıp yıkıldı. Ertesi yıl İmam idam edildi ve çok büyük bir Nizari katliamı yapıldı. Ancak açıklanması gerekir ki, bu felakete ve ileride yaşanacak bir toprak bile bırakmayan bu korkunç olaya rağmen, topluluğun kökü asla kazınamadı ve İmamlar silsilesi kırılmadan kaldı."
Cuveyni'nin ve daha sonraki bazı tarihçilerin bildirimlerinin tersine, devletlerinin yıkılması ve kalelerinin Mogolların ellerine geçmesinden sonra da İranlı Nizari İsmaililer yaşamayı sürdürdü. 1256-1257 yılları arasında, Moğolların büyük katliamlarına rağmen, İranlı Nizari topluluğu tamamıyla yok edilemedi. Dikkate değer sayıda İsmaili halk, Mogolların hem Rhudbar hem de Kuhistan'da yaptığı yıkımlardan kurtuldu. İmam Rukneddin Hurşah Mogolların arasında birkaç ayını geçirdiği sırada, belliki Nizari yönetimi, oğlu ve ardılı Şemseddin Muhammed'i gizlice kaçırıp saklama işini planladı.
Maimundiz kalesinde yalnız bir kişi olduğu hakkında, Nasiruddin Tusi'nin Alamut'un kuşatılması esnasında içerdeki bilgilerin ondan beklenmiş olduğu düşünülerek, tahminler yapılabilir. Ama görülüyor ki, o (Tusi) takıye içindeki disiplini anımsatarak, olay hakkında herhangi bir açıklamada bulunmamıştır. Bununla birlikte, Hulagu (Arapça halaku 'dan, yani 'helak eme, yıkma) kendisini, bir kısım tarihçi ve bilginleri, İsmaililikten artık onun vazgeçtiği sonucunu çıkarmaya sevkedecek olan bazı operasyonlarında kullandı.
Nasiruddin Tusi'ye, İsmaililerin artık kaybetmiş olduğuna inandıran (garanti veren) Mogollar, ondan Şemseddin Muhammed'in izini öğrenmek istemiş olmalılar, fakat bu kanıtlanamamıştır. Sonuçta, aşağı yukarı anlaşılıyor ki, Hulagu'nun birincil hedefi İsmaili güçlerini tamamıyla çökertmek idi. Maimundiz'den, Rukneddin Hurşah ile aile üyelerinin çıktığı görülmüştü; onları tam bir aile olarak anlamak için bu yeterliydi.
Buna rağmen, Rukneddin Hurşah'ın kardeşleri Şahanşah, İranşah ve Şiranşah'ın üçünün de, anlaşmalar esnasında Hulagu'yla kişisel olarak ilişki içine girdiklerinin kaydedilmesi dikkate değerdir. Daha sonra bütün aile bireyleri, Şemseddin Muhammed ile kaçtığı için anlamlı bir biçimde Şahanşah'ın ortadan kaybolduğu Kazvin'de duyuldu. Mogolların asıl olarak, Rukneddin Hurşah'ın çocuklarını dikkate almaksızın, İsmaili güçlerini çökertmeyi hedef almalarından yararlanmış olan Şahanşah için soruşturma yapılmamıştır. Kısaca özetlersek, Mogollar paranın öbür yüzü ile tam ilgisiz durumdaydı.
Birkaç anonim elyazmalarının zayıf zincir halkaları ve geleneklerin dağınık kayıtları incelendiği zaman, kaleden ayrıldıktan sonra Şemseddin Muhammed'in doğu Gilan'daki amcası Şahanşah ile Daylam'a güven içinde varmış oldukları, açıkçası kesin gözüküyor. Tanınmış İsmaili dai'si Pir Şems Multani (ölm. 1356), gençliğinde onu Daylam'da görmüş. O bunu Çandraban'ında anlatmıştır.
Celaleddin Hasan III, İran'daki korkunç Mogol fırtınalarından da Alamut'u korumasını bilmiş idi. Daha önce anlattığımız gibi, o hemen 1219 yılında Karakurum'da bulunan Cengiz Han'a elçilerini gönderdi. Celaleddin Hasan'ın elçilik heyeti Cengiz Han'la ancak 1221 baharında Belh'te karşılaşabildi. Cengiz Han'a İslam önderleri arasında ilk iyi dilek mesajı gönderip anlaşma yapan kimse o oldu. Yine onun önceden aldığı bir başka önlemin, Azerbaycan'da uzun müddet kalışıyla gerçekleştiği görülüyor; orayı olasılıkla acil bir tehlike durumunda kendisi, oğlu ve torunu ya da herhangibir yakını için sığınılacak uygun bir bölge olarak seçmişti. Sanki o, gerçekten bu amaç için, Alamut'tan Azerbaycan'a gözlerden kaçmış gizli bir yol haritası çizmiş bulunuyordu.
İmam Celaleddin Hasan II (ölm. 1221) -önceki bölümde açıkladığımız üzere-, önce ordusunu gönderip, arkasında kendisi 1214'de Arran ve Azerbaycan'a gitmişti. Amacı, Nasiruddin Mengal'iye karşı savaşmakta ola İldeniz soyundan Muzaffaruddin'e yardım etmekti. Bilinçli yaptığı kesin olmamakla birlikte, sanki Celaleddin Hasan'ın orada kalışını 3 yıl 4 ay kadar uzatmasıyla, kendisi ya da Mogol katliamları sırasında soyundan gelen herhangi bir İmam için en uygun bir sığınma yeri seçmiş görülüyor. Olasılıkla o Alamut'tan Azerbaycan'a güvenli bir yol planlamıştı. Sonuç olarak, torunu Şemseddin Muhammed'e, çok büyük olasılıkla 1215'te çizilen haritada belirlenmiş iz üzerinden, Azerbaycan'da durumunu onarmak nasiboldu.
Şemseddin Muhammed Alamut'un düşmesinden önce Daylam'da ulaşmış olacaktır ve onun, Safid-Rud'un batısına düşen bir Gilan bölgesi olan Kutum'da, Kaykavus bin Şahanşah'ın evinde kalmış olduğu bildirilmektedir. 1260 yılına kadar yaşayan Kutum'un kalıtımsal (irsi) yöneticisi Kaykavus, İmam Celaleddin'in karısının kardeşiydi. Görülüyor ki, Şemseddin Muhammed, Erdebil'in 150 km. kadar batısında bulunan Ahar'a gitmeden önce, burada çok iyi muamele görüyordu. Onun olasılıkla 1257 yılının ilk aylarında ayrılmak zorunda kaldığı Tebriz'de de yaşadığı söyleniyor; çünkü Hulagu 26 Temmuz 1257 yılında Tebriz’i kuşatmıştı.
Şemseddin Muhammed'in, Isfahan ile Hamadan'ı bağlayan yol üzerinde bulunan Angoda'da dikkate değer bir zaman geçirdiği de anlatılmakta. Özet olarak, ulaşılabilir belgeler İmamın çok büyük olasılıkla, Azerbaycan illerinde bir yerden başka bir yere geçerek, değişik kılıklar altında yaşadığını ileri sürmektedir. Bununla birlikte onun sürekli oturduğu kesin bölge kanıtlanamamıştır.
Azerbaycan, 104 000 kilometrekarelik alanı olan ve güneydoğuda Cibal, güneybatıda Cezira, batıda Armeniya, kuzeyde Arren'le çevrilmiş; doğuda Hazar denizi kıyıları ve Gilan'la sınırlanmış büyük bir eyaletti. O zamanlar Azerbaycan'daki en tanınmış kentler Tebriz, Ardabil, Ahar, Angoda, Urmiya, Marand, Khwai, Dilman, Miyana, Taruj, Laylan, Julfah, Nakhcivan vb. idi. Eyaletin kuzeydoğu kısmında yoğun Türkmen nüfus yaşıyor ve güneybatısında ise Kürtler oturuyordu. Azerbaycan, Sufi çevrelerin yetişmesi için çok uygun bir memleketti ve Şemseddin Muhammed ailesiyle kuzey bölgeye yerleşmişti. O burada ipekçilik ve nakkaşlıkla uğraşıyordu. Tüm bu nedenlerden bölge o zaman da dikkat çekiciydi. Abul Fida (ölm. 1331) "Taqwin al-Buldan" bu bölgeyi şöyle tanıtıyor:
“Azerbaycan'ın kuzey bölgesi ipek üreticiliği ve ipekli nakış işleriyle çok zengindi. Meşe ağacı yapraklarıyla (doğrusu dut ağacı yaprakları İ.K.) besleniyordu. Kadınlar onları toplamaya çıkıyor ve daha sonra pirinç tavalar üzerinde bir fırın içine koyup kurutuyorlardı.”
Şemseddin Muhammed'in Maimundiz'den Azerbaycan'a yolculuğunu özetlersek, bütün yolculuk esnasında etkilediği kavşaklardan en fazla dört ya da beş ana konaklama yeri bulunduğu kesin görülmektedir. O, her duraktan ayrılmadan önce, bir duraktan diğerine haberleşme gereksinimi sağlanması maksadıyla, arkasında en az iki dai bırakmıştır. Gerçek olan şu ki, ozan Nizari Kuhistani (ölm. 1320), yukarıda sözü edilen duraklarda bırakılmış dai'lerden aldığı çok özel bilgiler yardımıyla, Şemseddin Muhammed'in Azerbaycan'daki, büyük olasılıkla Tebriz'de kaldığı eve ulaştı. Kuşkusuzdur ki, ipuçlarına sahip olmadan, büyük bir eyalet içinde saklı İmamın izini bulmak onun için fazlasıyla güçtü.
İnceleme altındaki dönem boyunca, İsmaili davasının bir karışıklık içinde bırakıldığı bilinmekte ve birçok bölgelerde, yaşlı yetkin kişilerin önerileri gereğince çok gizli ve edilgen biçimde yürütüldüğü görülmektedir. Şöyleki, 1257 ile 1265 yılları arasındaki dönem, dava için olabildiğince yavandı; çünkü İsmaililer için barış bölgeleri araştırılması koşulu vardı. Bu nedenle onlar kesinlikle İmamlarıyla temaslarını kesmişlerdi.
Ancak Suriye İsmaililerinin, İmam'ın çevresinden bazı ipuçları elde ettikleri ve onlardan bazılarının sufi ve tüccar kılığında, Musul ve Cezire yollarıyla Azerbaycan'a doğru yolculuğa çıktıkları görülüyor.
İmam'dan (gelen) düzenli eğitim ve rehberlikten yoksun kalış, hayatta kalan İsmailileri, geçmişteki tarihsel olaylardan alınan dersler ve esinlenmeyle bir akımı yaratılarak keskin bir takiyeye bürünmeye zorlamıştı.
Alamut operasyonundan sonra Hulagu, Bağdad üzerine yürüdü ve 18 Ocak 1258 yılında oraya ulaştı. 30 Ocak'da Mogollar Bağdad'ı ağır bir mancılık bombardımanına tuttu. 13 Şubat 1258, Çarşamba sabahı Mogollar Bağdad'a girdiler. Bağdad halkı acımasızca katledildi ve şehir talan edildikten sonra ateşe verildi. Böylece Abbasilerin mağrur başkenti, pagan (putperest) Mogolların ökçeleri altında çiğnenerek yerle bir edildi. Diyarbekri, "Tarikh-i Khamis" adlı kitabında katliamı şöyle anlatıyor:
"Bağdad'da katliam 34 gün boyunca sürdü ve tam 1 800 000 kişinin kılıçla boynu kesildi. İlk dört gün dere gibi caddelerden sel gibi kan yürüdü ve Dicle ırmağının suları km.lerce kıpkızıl aktı."
Korkunç katliamın niteliği hakkında, Steven Runciman'ın "A History of the Crusades" (London 1954: 303) kitabından bir alıntı örneği çok daha iyi karar verilebilir:
"Bir Moğol bir caddenin kenarında kırk tane yeni doğmuş bebek bulmuştu. Onları emzirecek hiç kimsenin hayatta kalmadığını bildiğinden, bir acıma davranışı olarak (!) hepsini katletti."
37. Abbasi halifesi el-Mutasim (1242-1258) son halife olma kaderini yaşadı ve Hulagu'nun emriyle dövülerek öldürüldü. Başka bir versiyona göre, atların ayakları altında ezdirildi…
İmam Şemseddin Muhammed'in, Tebriz'deki yerli sufiler tarafından Şems Tebrizi olarak tanındığı görülmektedir. Şihabuddin Şah (ölm. 1884) "Khitabat-i Alliya" (Tehran 1963: 42) kitabında şu açıklamayı yapıyor:
"Tebriz'de yaşayan Şemseddin Muhammad yerli halk tarafından, yakışıklı görünüşünden ötürü, güneşle karşılaştırılıp, güneşe benzetildi; böylece ona 'Tebriz'in Güneşi' denildi. Bu adlandırma Mevlana Celaleddin'in (batıni) öğretmeni Şemsi Tebriz ile onun arasında karışıklığa neden oldu, fakat gerçekte onlar daima farklı kişilikler idi"
İmam Şemseddin Muhammad (1257-1310) birkaç kere Tebriz'de bulununca Şemsi Tebriz olarak tanınmış oldu. Aynı dönem içerisinde Celaleddin Rumi'nin (ölm. 1273) batıni öğretmeni olan Şemsi Tebriz, 1247 yılından sonra Konya'da iz bırakmadan kaybolmuştur, deniliyor. İşte bu yüzden olasıdır ki, Şemseddin Muhammed, Tebriz'de bir süre için sufi çevresinde Celaleddin Rumi'nin üstadının adını kullanarak, onun hüviyetini gösteren kılığa bürünmeyi seçmiştir. Rida Quli Khan (ölm. 1872) "Majmau'l Fusaha" kitabında, "Şeyh Abu Hamid Evhadeddin Kirmani, Şems-i Tebriz'i görmüş ve onunla buluşmuştur" diye yazıyor.
Bu doğru değildir; Şeyh Abu Hamit Evhadeddin Kirmani'nin gerçekte Şems-i Tebriz'in mantosu içindeki Şemseddin Muhammed'i gördüğünü ve ona benzettiğini eklemek zorundayız.Ne yazık ki, gizem bulutu, bir diğer çağdaş Şems Tebrizi'nin yaşamını çepeçevre sarmıştır. Ahmet Aflaki, Şems'in ölümünün 1247 yılında Konya'da vukubulduğunu yazmaktadır. Görülüyorki, bir grup sufi Şemseddin Tebrizi'nin Konya'dan ayrılarak Tebriz'e gittiği dedikodusunu üretmiş ve orada Şemsi Tebriz olarak tanınan Şemseddin Muhammed'i birkaç yıl sonra Şemsi Tebriz ile aynılaştırıp birbirine karıştırmışlar. (www.ismaili.net)
2 İmam Kasım Şah (1310-1370)
Kasım Şah olarak bilinen Seyyid Kasım Muhammed Şah en büyük olasılıkla Daylam'da doğdu. Onun Armenia ve Anadolu'da, Kürtler ve Türkmenler arasında gelişen bir sufi düzeni mensupları olan Bektaşilerin çevresinde kısa bir süre yaşamış olduğu söylenmektedir. (www.ismaili.net/history)
2.1 Kasım Şah Anadolu’da ve Önemli Bir Varsayım
Bu bilgi, hangi belgelere dayandığı açıklanmamakla birlikte çok önemli bir vurgulamadır. Bu dönem içinde Anadolu’da merkezi bir devlet yoktur. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Karasioğulları, Osmanoğulları, Çandaroğulları, Germiyan, Hamid-Teke, Eretna ve Alaiye, Akkoyunlu gibi çok sayıda Türkmen ve Mogol asıllı beylikler hüküm sürmekte birbirleriyle üstünlük yarışında; biri diğerini ortadan kaldırma çabası içindeydi. Anadolu’da Müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türk-Türkmen, Kürt ve Arap gibi heterodoks gruplar, yani batıniler (Alevi-Bektaşiler) bu beyliklere ait topraklarda, konar-göçer ya da yerleşik durumda yaşıyorlar. Alamut baş dai’lerinden Şemseddin Tebrizi’nin (ölm. 1247-8) yetiştirmesi Hacı Bektaş Veli’nin (ölm. 1271-3), dergâhında el verip yetiştirdikten sonra görevlendirdiği 360 halifesinden birine bağlı bulunuyorlardı. Güneydoğu’da yaşayan ve doğrudan Suriye’deki İsmaili dailere bağlı bazı Kürt ve Arap gruplar dışında hepsi de, Sulucakarahüyük’teki Hacı Bektaş Veli dergâhında onu temsil eden, yani onun postunda oturanlara bağlı ve onları büyük mürşid ya da ulu pir biliyorlardı. Bu dönemde ulu pir Abdal Musa Sultan idi. Ve Abdal Musa Teke yarımadasında yaşıyordu; Pir dergâhını Elmalı’da kurmuştu. Olasıyla 1330 yılından önce, peşindeki Alevi Türkmen gücüyle desteklediği Orhan Bey’le (1324-1362) anlaşmazlığa düştükten sonra buraya gelip yerleşmiş ve otuz yıldan fazla kurduğu dergâhı yönetmişti. (Bkz. İ.Kaygusuz, Alevilik İnanç,Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları I, Alev Yayınları: İstanbul 1995: 176-217) Büyük Alevi düşünür ve halk ozanı Kaygusuz Abdal’ın yetiştiği dergâhtı burası.
Çok büyük olasılıkla İmam Kasım Şah önce Güneydoğu’da bir süre kaldıktan sonra onu Alevi Türkmenlerin arasına götürmüşler. Kasım Şah’ın
“Anadolu'da, Kürtler ve Türkmenler arasında gelişen bir sufi düzeni mensupları olan Bektaşilerin çevresinde kısa bir süre yaşamış olduğu söylenen”
en güvenli yer Abdal Musa’nın Alevi-Bektaşi dergâhıdır. Kasım Şah, 1340 ile 1360 arasında, kıyı bölgesinin esenlikli bir zaman dilimi içinde burada yaşamış olmalıdır. Azerbaycan’da büyüyüp yetişmiş olması, onun ayrıca Türkçe konuştuğunu da gösteriyor. Ayrıca aşağıda vereceğimiz Kasımi tapşırmalı mani tarzındaki şiirin ona ait olabileceğini düşünüyoruz. Bu şiirin içerik, anlam ve biçim olarak; Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre 16. yüzyıl, Sadeddin Nüzhet Ergun’a göre 17. yüzyıl ozanı ve Otman Baba müridlerinden olan Derviş Kasımi’nin muhammes ve murabba’larıyla bir ilgisi yoktur. (Abdülbaki Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi Nefesleri, Remzi Kitabevi: İstanbul 1963: 14,120-121,270; Sadeddin Nüzhet Ergun, Bektaşi Şairleri ve Nefesleri cilt 1-2, İstanbul 1955: 63-66)
Kasımi'yem yareli
Bağrımı yar yar eli
Derdime em oldu yar
Dergâhına vareli
•    Kasımi yar yar ile
•    Gerektir yar yar ile
•    Yigirmi sekiz iken
•    Otuz iki yar ile
•  Kasımi yar ile yar
Olagör yar ile yar
Zerreye gönül vermez
Korkar ki darıla yar
•    Kasımi al'e bende
•    Değildir male bende
•    Gulam-ı Al-i Aba
•    Hırkaye şale bende
•  Kasımi al elidir
Ceddinin al elidir
Al elini tutmuşum
Ced eli al elidir
(Abdülbaki Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi Nefesleri, İstanbul 1963: 270)
Mani tarzındaki bu şiir, ozanının düşünce ve isteklerini, Kaygusuz’un bazı surrealistic (gerçeküstücü, yani gerçekliği simgelerle anlatan) şiirleri kadar olmasa bile, dolaylı söylemlerle bize iletmektedir. Aşağıdaki kısa açıklama ve yorumlar; şiirin ozanı Kasımi’nin, derviş kılığında gizlenerek dolaşmakta olan İmam Kasım Şah olabileceğini rahatlıkla düşündürebilir, kanısındayız.
Dostu bağrında yara açalıdan beri yaralı dolaşan Kasımi vardığı dergâhta yarasını sağaltacak yeni bir dostun ilacını bulmuş: Olasılıkla dost bildiklerinden zarar görmüş olduğunu söylerken (Kasım Şah), Abdal Musa Sultanı yeni dost edinmiş ve onun dergâhında sıkıntı ve dertlerine derman sağlamıştır.
İkinci ve üçüncü dörtlüklerde Kasımi’ye (Kasım Şah’a) göre: Dost dosta gereklidir ve ancak dost dost ile tamamlanıp birliğe ulaşır, tıpkı 28 harfin 32’de bütünleştiği gibi.1 Kendisi candan sevdiği dostuna öylesine değer verir ki, o darılmasın diye en küçük parçaya -hiçbir şeye- sevgi göstermez.
A. Gölpınarlı, son iki dörtlükte tam altı kez kullanılmış “al” sözcüğünü; “al-i Resul, al-i Nebi, al-i Aba, al-i Taha ve al-i Yasin” örneklemelerinden hareketle Muhammed soyu, yani “Muhammed Peygamberin kızı Fatima’yla, kardeşliği, amcasının oğlu ve damadı Ali’den gelen soyu” anlamına geldiğini açıklıyor. (Abdulbaki Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi Nefesleri, s. 318) Bu açıklamanın ışığı altında üçüncü ve dördüncü dörtlüklerde Kasımi’yi (belki Kasım Şah olabilirliğini) daha iyi kavrayıp anlayabiliriz:
Kasımi’nin mal-mülk olarak sahibolduğu sadece hırka ile şalıdır; yani kendisi derviş kılığında bulunmaktadır. Ama o, “ben Muhammed-Ali soyundan bir kişiyim (gulam-ı al-i Aba)” diyerek, asıl sahip olduğu kutsal soyu ile övünüyor ki, bunu Yemini’nin müridi Kasımi değil, ancak bu kutsal soydan gelen kişi (İmam Kasım Şah) yapar. Zaten son dörtlükte açıklaması var: O kutsal soyun temsilcisi bir eldir; bu el atasının mensup olduğu Muhammed-Ali soyundan kendisine emanettir, yani kendisi bir imamdır…
Hiç kuşkusuz bu şiirin Kasım Şah tarafından yazılmış olduğunu kanıtlamak olanaksızdır. Ancak İmam Kasım Şah’ın yaşamında kısa bir süreyi Anadolu Alevi-Bektaşileri arasında geçirmiş olduğu geleneksel söylemin doğruluğu kesindir. O dönemde, derviş kılığında bile olsa onun gizli yaşayabileceği en güvenilir yerin, Elmalı’daki Abdal Musa Sultan dergâhı olduğuna da kesin gözüyle bakılabilir. Ayrıca bir tek şiiri günümüze gelmiş ve hakkında doğru bilgiler bulunmayan Kasımi’nin yukarıdaki varsayıma konu olması gerçeğe giden yolda küçük bir adım olarak düşünülmelidir.
2.2 Kasım Şah’ın Azerbaycan ve İran’daki Yaşamı ve Oğul-Torun Tartışması
İsmaili söylencelerindeki betimlemelere dönersek, Kasım Şah'ın Azerbaycan'ın dağlık bölgelerinde açıkça bir derviş yaşamı geçirdiği gözüküyor. O ormanlarda avlanma meraklasıydı ve farklı kasaba ve köylerde, bazan uzun süreli gezilere çıkardı.
Azerbaycan içlerinde Kassimabad adındaki küçük bir köyde Kasım Şah'ın büyüyüp yetiştiğini belirten, olasılıkla daha sonraki dönemlerin söylenceleri hemen hemen kuşkulu gözükmektedir. Bununla birlikte, içinde Kasım Şah'ın oturduğu veya müritlerini görmek için kullandığı yerleşme biriminin, geleneksel olarak İranlı İsmaililer tarafından Kassimabad denilmesi olasıdır.
Şemseddin Muhammed, 1310 yılında Azerbaycan’da Muhammed İmamlık kurumunu Kasım Şah’a devrettikten sonra öldü. İmamlar tarihini tanımlayan İsmaili kaynakları, ve soyağaçları İmamlığın babadan oğula geçme düzeni içinde dünyadan göçen İmama ardıl olarak oğulun seçildiğini göstermektedir.
Bize, Kasım Şah’ın Şemseddin Muhammed’in ardılı (halefi) ve oğlu olduğu işte bu koşul dahilinde anlatıldı. Ancak kaynaklar ve gelenekleri anlatan elyazması parçalar dikkatli tetkik edildiğinde, Kasım Şah’ın Şemseddin Muhammed’in halefi, fakat oğlu değil torunu olduğunu ileri süren açıkça farklı bir hikaye ortaya çıkmaktadır. Diğer bir söylemle Kasım Şah, Şemseddin Muhammed’in oğlu Mumin Şah’ın oğluydu. Muhibb Ali Kunduzi’nin "Irshadu't Talibin" (yazılış tarihi: 1523) ve Ghulam Ali bin Muhammed’in "Lamat al-Tahirin" (yazım tarihi: 1698) tarafından böyle iddia ediliyor ve Şemseddin Muhammed’in torunlarının isimlerinde farklılıklar içeriyor. Kasım Feriştah’ın "Tarikh-i Firishta" (yazım tarihi: 1606) ve diğer bazı kaynaklar da Şemseddin Muhammed’in oğullarına ilişkin değişik bir açıklama getirmektedir. Bu kaynaklar Şemseddin Muhammed’in yerine Mumin Şah’ın oğlu, yani torunu Kasım Şah’ın geçtiğini gösteren bazı izleri açığa vurur. Daha sonraları, Şemseddin Muhammed’in halefi olarak Kasım Şah’ı tanıdıktan sonra İsmaililerin, Mumin Şah’ın ayrılıkçı mezhebinden kendilerini farklı tutmak için İmamlar sırasından onu çıkardıkları görülmektedir. W. İvanow (ölm. 1970) ve Farhad Daftary gibi çağdaş yazarlar da Kasım Şah’ın Şemseddin Muhammed’in oğlu değil torunu olduğu kanısını taşımaktadırlar.2 Özet olarak, torunun oğula dönüştürülmesinin tarihsel geçerliliği sonucuna varıldı ve bu olayın sonucunu Hindistan’da Sayed Nur Muhammed Şah’ın (ölm. 1534) yazdığı "Satveni'ji Vel" adlı yapıtta bulabiliriz.
Büyük Hind pirlerinden Pir Şems Sebzevari’nin ginan’larından birinde de adı geçen Kasım Şah’ın 3 büyük olasılıkla 1370 yılı içinde ölümü üzerine, İmamlık oğlu İslam Şah'a geçti.
2.3 Bölgede Egemen Yönetimler ve İsmaililere Büyük Baskılar
Gazan Han’ın (1295-1304) ölümünden sonra, annesi gibi Hıristiyan olan kardeşi Olcaytu (1304-1316) geçmişti İlhanlıların başına. O kısa bir zamanda Gilan, Mazandaran ve Horasan'ı istila etti ve çok sayıda İsmailileri kılıçtan geçirdi. Daha sonra Şii İslamı kabul eden Olcaytu'nun ölümüyle yerine 11 yaşlarındaki oğlu Abu Said (1316-1334) geçti. Mogol hanları öylesine zayıflamışlardı ki, kendi yetkeleri (otoriteleri) komutanlarının aralarında bölündü.
Sonuç olarak, Amir Hüseyin 1336'da Tebriz'de Celayirliler hanedanlığını kurdu. Isfahan ve Şiraz'da Şerafuddin Muzaffar haenedanlığı 1393'te sona erdi. Buralara Timur'la birlikte, yani İran'ı 1381'de fethetmesiyle, güçlü bir yönetim geldi.
Kahire'deki Memluk Sultanlığı gibi, 13.yüzyıl süresince köle askerler geleneğinden çıkarak oluşan Delhi Sultanlığı 1230 ile 1236 yılları arasında Delhi'de pekçok İsmailiyi kırımdan geçirdi. Alaaddin Khalji (1216-1230) Hindistan'da, devlet islerine ulema sınıfının fazla karışmasına hoşgörü göstermedi, fakat onlara kendi yönetimindeki suçsuz İsmailileri kırıma uğratmada izin verdi ve iplerini serbest bıraktı. Mevlana İsami "Futuhu's-Salatin" (Madras 1948: 201) adlı yapıtında, "Sultan Alaaddin Alamut göçmenlerinin başlarının testereyle kesilmesini emretti" diye yazmaktadır. Bundan, Khalji (Halci) yönetiminin İsmaililere karşı çok acımasız davranışı ortaya çıkıyor ve insan yine bundan anlıyor ki, İranlı İsmaililerden bazıları, bağnaz yöneticilerin kendilerine yaşama fırsatı bile vermediği yer olan Hindistan gibi uzak ülkelere göçetmişlerdi. 1320 yılında Halci'yi izleyen (Tughlaq) Tuğlak yönetimi ve Firuz Tuğlak Han (1320-1388) pek çok suçsuz İsmailileri öldürülmekten çekinmdiler. Tuğlak'lardan Muhammed Şah III'ün (ölm. 1393) Zafer Han kumandasındaki ordularını 1391 yılında Gucerat'ı fethetmek için göndermiş olduğu bilinmektedir. Bu kişi Gucerat'ta bağımsız bir Sultanlık kurdu 1407'de ve topraklarında Şiiliğe baskı yapan ilk Gucerat yöneticisi oldu. Ahmet I'in (ölm. 1442) yönetiminde ise İsmaililere çok şiddetli baskı yapımaya başlanmıştı ve bu yüzden onlar takiye yapmaya zorlandılar.
Darmadağın olan İsmaililer yavaş yavaş İran'daki köy ve kasabalara yerleşmeye başladılar. Onlardan bazıları kuzey bölgede, Gilan'ın en büyük bölgelerinden biri olan Daylam'da güçlerini toplamışlardı. Daylam, 1360 yılında Kiya Sayfuddin Kusayji tarafından işgal edilip, Marjikuli'den yönetildi. O ataları gibi, İmam Alaaddin Muhammed'den beri İsmaili inancına derin köklerle bağlıydı. Bununla birlikte o, bir Zeydi olan komşu yönetici Sayed Ali Kiya tarafından İsmaililiği bırakmaya zorlandı. Kiya Sayfuddin bu zorba öneriyi geri çevirdi. Bunun için, 1368'den beri Doğu Gilan'daki Biyapiş şefi olan Sayed Ali Kiya bin Kiya Malati 1378 yılında, ona karşı bir Gilan ordusu gönderdi. Sayed Ali Kiya Daylam'ı işgal etti ve Amir Kiya Sayedleri'nin Zeydi hanedanlığını kurdu. Böylece nüfuzunu Aşkavar, Kuhdum, Kazvin ve Tarum'a kadar genişletti.
Sayed Amir Kiya'nın askeri komutanı Amir Ali Daylam'daki İsmaililere çok büyük baskı yaptı. Yerel din adamları da ona uydu ve geleneksel propagandalarına başladılar. 1379 yılı içinde Sayed Ali Kiya Kazvin'deki İsmailileri korkunç bir izlemeye aldı ve bu bölgenin kontrolunu 1386'ya, yani İran ve Transoksiyan'da Timur (1370-1405) egemenliği kuruluncaya kadar, yedi yıl boyunca elinde tuttu.
Ubayd-i-Zakani'nin (1300-1372) "Risala-i Dilgusha"sının günümüze kalan parçalarından, Kazvin Müslümanlarının Daylam ve Gilandaki İsmaililere karşı düşmanca davranışları hep sürdüğü anlaşılıyor ve bunlar bölgede anlatılan hikâyelerde dahi yansımaktadır.
3. İslam Şah (1370-1423)
Seyid Ahmed İslam Şah, Hint Pirlerinin ginanlarında Şiri İslam Şah, Salam Şah ve İslam Şah olarak tanınırdı. İslam Şah 1370 yılında, Celayir hanedanından Sultan Üveys tarafından yönetilen Azerbaycan'da İmamlığı üstlendi. Azerbaycan'da geçen ilk 25 yılı boyunca, onun kılık değiştirerek birkaç kere Daylam'ı ziyaret ettiği ve orada farklı bölgeler için geçici bir dava merkezi kurduğu görülmektedir. Sözü edilen ginanlarda İslam Şah'ın fiziksel görünümü, karakteri ve zevkleri (avlanma gibi) hakkında bilgiler vardır.
Timur ve İsmaililer
Mogol gücü son İlhanlı yönetici Abu Said'in 10 Kasım 1335'de ölümüyle sona erdi ve birkaç ay sonra Timur Semerkant'ta doğmuş bulunuyordu (8 Nisan 1336).
1363 yılında Sistan'daki bir savaş sırasında okla vurulup sakat kalmış olan Aksak Timur, 30 yaşlarında Semerkant'ta bir emir iken güçlerini sağlamlaştırmış ve İran, Irak, Suriye, Türkiye, Afganistan ve Hindistan'ın birçok bölgelerini fethetti. Onun karakterinde bir zalimlik damarı vardı ve askerleri de öyleydi. Gittikleri heryerde onların bıraktıkları iz kızıl bir çizgi oldu. Büyük kültürel merkezleri harabelere çevirerek, silip süpürdü ve yok ettiler.
Timur 1381 yılında atlarını İran'a doğru atlarını mahmuzladı ve Hulagu gibi bir yakıp yıkma makinasına benzer biçimde birkaç korkunç sefer yaptı. O, İmam İslam Şah olasılıkla Daylam'da iken 1385 yılında Azerbaycan'ı istila etti. Timur İsfahanlı Muzaffarid'i yendi ve bu kentin yaklaşık 70 000 sakininin hayatına maloldu; onların kafalarından piramitler oluşturuldu.
Timur 1392'de Mazandaran, Sistan ve Fars'a saldırdı; bölge İsmaililerini kanlı kıyımlara uğrattı. John Malcolm "History of Persia" (London 1815, 1. vol.: 18) kitabında "Timur, bir İsmaili birliğini imha ederek Kuzeybatı İran'ı istila etmeyi başardı" diye yazıyor
Timur 1393 yılında, Hazar denizinin güney kıyıları boyunca uzanan Tabaristan'ın ana kenti Amul'daki ve de Mazandaran'ın kuzey sınırına bitişik Jurjan (Curcan) eyaletinin kenti Astrabad'daki kalabalık İsmaili nüfusunu silip süpürdü. 1393 Mayısındaki İran seferi sırasında, Hamdan'dan İsfahan'a giderken, yoksul İsmaililerin yaşadığı Anjudan'da birkaç gün geçirdi. Askerleri birçok İsmailiyi vahşice boğazladılar ve mallarını mülklerini talan ettiler. Şarafuddin Ali Yazdi'nin (ölm. 1454) Zafar-nama'de (1.vol.: 577) yazdığına göre,
"Anjudanlı İsmaililer, yeraltındaki tünellerde saklanıp korunmayı denemişlerdi. Fakat, onların büyük bir kısmı, Timur'un askerleri tarafından tunellere su salınınca, canlarını yitirdiler."
3.1 İslam Şah Kahek’te Karargâhını Kuruyor
İran'daki kanlı uzun sefer dizilerinden sonra Timur 18 temmuz 1396'da Semerkand'a dönmüştü. İran bir kere daha barış soluğu aldı. Bu sıralarda İslam Şah Azerbaycan'dan İran'daki Kahek'e doğru öküz arabası içinde seyahata çıkmıştı. Pir Hasan Kabiruddin bir ginan'ında "İmam İslam Şah'ın 2 temmuz 1396'da Kahek'e ulaştığına" yazmaktadır. Kahek köyü, İsfahan'ın kuzey kesimini Hamdan'a bağlayan yol üzerinde kurulmuştu. İslam Şah'ın gelişi, Timur'un Semerkand'da bulunduğu zamana rastladı. Böylece İmamın karargâhı Azerbaycan'dan Kahek'e taşınmış oluyordu.
Ginan fragmanlarından anlaşılıyor ki, Pir Sadraddin (ölm. 1416) ve onun oğlu Pir Hasan Kabiruddin (ölm. 1449) İslam Şah'ı görmek için Azerbaycan'a gelmişlerdi. Orada, onun Kahek'e doğru yola çıktığı işaretini aldı ve İmam'ın gelişini beklediler.
Zaten Kahek ve çevre köylerde yaşamakta olan pek çok İsmaililer İmamın büyük bir özlem içinde beklemekteydiler. Sonunda sabırsızca bekleyişin sıkıcı saatleri, saygıdeğer efendileri Kahek'in ufkunda görününce bitmiş oldu.
Pir Hasan Kabiruddin bir ginan'ında İmam'ın Kahek'e gelişini parlak sözcüklerle şöyle tasvir etmiştir:
"Efendimiz Irak-i Acem'e, başında çok çekici bir şapka ile geldi. Giyim kuşamı her yana canlılık saçıyordu. Çifte uçlu bir kılıc asılı, yeleği üzerinde eğri hançer takılmış bir kemer vardı. Sırımlar bacakları üzerine sarılarak, güzel bir görünüm kazandırılmıştı. Ayaklarına giymiş olduğu çok çekici ayakkabıları kişiliğini daha da yüceltiyordu. Omuzları üzerinden sarkan dört yardalık (3.60m) şal (atkı) doğrusu gözalıcıydı. Bu şekilde görünen yolgösterici İmam, Kahek içinde yürüyüşünü atla yaptı."
İslam Şah'ın, en uygun bölgeyi saptamak için İran içinde uzun geziler yapmış ve sonuçta yerleşmesi için, düşman atlarının zor aşabileceği kayalıklı tepelerle çevrilmiş verimli arazileri olan Kahek ve Şehr-i Babak'i seçmiş olduğu anlatılmaktadır. Köylerin yüksek tepelerinde, araziler arasından geçen yolcuları yakın gözlem altında tutan genç Kuhistanlı fedailer tarafından korunmuş olduğu gözüküyor. Burası İran'da, İmam'ın ayağını sağlamca basacağı ideal bir yer idi. Seyid İmam Şah (ölm. 1520), 1450 yılında Kahek'i ziyarette bulunmuş ve bir ginan'nda şu şekilde tanımlıyor:
"Kahek, oldukça güzel görünüyordu; fakat kule gibi yükselen dağ sıraları korkunç bir görünüm sağlıyor ve dondurucu kar soğuğu keskin bir biçimde esiyordu."
Bununla birlikte İmam'ın oturduğu yer ginan'larda farklı adlarla tanımlanmış. Irak-i Acem, Hindliler için alışılmış bir deyim olan Irak Hand çağrılıyordu. Batıdaki Mezopotamya ovalarından, doğuda büyük İran çölüne kadar uzanan Yunanlıların Media diye adlandırdıkları bu geniş dağlık bölgeye Arap coğrafyacıları al-Jabal adını takmıştı. 12. yüzyılda Selçuklular döneminde ise Irak-i Acem ya da Bilad al-Jabal (Dağ eyaleti) denililiyor.
Ginan’larda "Karlı köy" amlamına gelen Himpuri deyimi Kahek köyü için kullanılır. Vircha deyimi ise "dağlık bölge, yüksek ülke" anlamına gelmekte ve büyük olasılıkla Kahek yakınındaki Şehr-i Babak hakkında söylenmektedir. İlk Sasani hükümdarı Ardaşir'in babası Babak ya da Papak'ın kenti demektir Şehr-i Babak. Mustawfi'ye göre Şehr-i Babak'ta mısır, pamuk ve hurma bol yetişiyordu. İslam Şah'ın, Babek'ten 35 km. uzakta bulunan Anjudan'ı da ziyaret ettiği ve orada 1393 yılında Timur tarafından öldürülmüş İsmaili ailelerin geriye kalan bireylerine başsağlığı dilemiş olduğu da söylenmektedir. Oradaki İsmaili halkı peşinden Anjudan'dan Kahek'e getirdiği olası görülüyor.
Pir Sadraddin’den (ölm. 1416) İmam İslam Şah’ı tanımlayan iki ginan örneği:
3.2 İslam Şah’ı Tanıma Onurunu Kazandım
•    ejee seeree islaamshaah amane malyaa
•    ane deedhaa te deen naa raaj
•    alakh rupe ollakhaaveeyaa
•    saareeyaa amaaraa kaaj……………..1
•  Ey inananlar!
Ruhsal etkisiyle beni kutsamış olan İmam İslamşah'ı tanıma onurunu kazandım. O bana, sözcüklerle yazılamıyacak bir biçimde kendini tanıttı ve doğrusu (bu tanışmayla) bütün arzularım tatmin oldu ve işlerim tamamlandı (Zihnimde onun yüce doğasına saygı gösterme konusunda artık kuşku yoktur)
•    ejee naaree thai ne ame veenavyaa
•    ane ollakhyaa saaheb eh
•    dasva(n)dee sheerba(n)dhee jaannjo
•    jo laage shaah su(n) neh……………..2
•  Ey müminler: Ona (kendini adamış) bir kadın gibi hizmet ettim ve ancak bu şekilde bir armağan olarak Efendimi tanıdım. Bir kadın veya erkek Şah’ın aşkıyla yaralanmışsa, kişiyi bir 'dasondi' (verici), 'sheerba(n)dhee' (yaşam verici) gibi tanımalı..
•    ejee preet jaannee ne geenaan joddeeyaa
•    ane dilmaa(n)he raakhee dheer
•    sat gur geenaan to meele
•    jo neermal thai rahee-e neer………..3
•  Ey müminler!
Sevginin gerçek özünü anlayarak ben bu ginan'ları düzdüm ve sabırı kalbimin içinde sakladım. Eğer bir insan su gibi dupduru kalmışsa; ya doğrudan Gerçek Rehberin, yani İmamın (kendisine ve) onun gerçek bilgisine ulaşılabilir ya da sadece İmam hakkındaki ginanları gerçekten algılayarak ulaşabilir.
•    ee neermal man to rahe,jo purav hove sneh
•    dayaa pragatt upaje, satgur thee amar deh…….4
•  Ey müminler!
Kalb sadece, eğer içinde (Tanrı için) gerçek sevgi varsa apak kalır. Bir insan bu şekilde Bağışlayıcıya ulaşırsa, onun vücudu, gerçek Yolgöstericinin (İmamın) yardımıyla ölümsüzleşir.
•    ejee peer sadardeen boliyaa
•    tame saaheb jaann jo huzur
•    amar padavee to meele
•    jo a(n)tar bhettee-e nur……….5
•  Pir Sadraddin derki: Ey inananlar!
Zamanın İmamının heryerde hazır(ve nazır) olduğunu artık anlayınız. Eğer kalbinizde onun nurunu saklıyorsanız, sadece siz sonsuz yaşama ulaşacaksınız demektir.
3.3 Sen Tek Yolgösterici Öğretmen, Sen Yüce Efendimiz
•    ejee tu(n)hi gur tu(n)hi nar tu(n)hi ebi aasha
•    srevaa tamaaree ham kije ho saamee ji……..1
•  İnananlara
Sen tek yolgösterici öğretmen(gur), sen yüce Efendimiz (nar)
Ve sen bizim umudumuzsun aynı zamanda
Tanrımız olarak tapınmamız da sanadır
•    ejee tuj veenaa hamku(n) neend na aave
•    na bhaave an na paannee ho saamee ji……..2
•  Biz, sensiz ne uyuyabilir ne de yiyecek
Ve içeceğin tadından zevk alabiliriz
ejee ek andhaaree ne ek deedaaree
ek ne maarag na suje ho saamee ji……..3
Ey gerçek inananlar!
Bu dünyada iki çeşit insan vardır:
Ruhsal yaşama gözleri kapalı olanlar
Ve yaşama ruhsal bakıştan-sürekli- zevk alanlar
Ruhsal yaşamın cahili olanlar
Tanrıya giden yolu asla bulamazlar
•    ejee ek feekar munivar tamaaree chhe amne
•    maanas roope saaheb jaanno ho bhaai ji……4
•  Ey İnananlar!
Biz sizleri ilgilendiren bir kimseye sahibiz:
Ancak görünürde olan şey,
Zamanın İmamını fiziksel biçimi içerisinde
sıradan bir insan ile karıştırıyor olmanızdır
•    ejee asht karodd bhirmaa aage te(n) oopaayaa
•    tene taaro ant na jaannee yo ho saamee ji…….5
•  Ey inananlar!
Yaratıcı başlangıçta 80 milyon ruh yarattı
Ey Tanrım, hiçbiri sizin sınırlarınızı anlamadı
•    ejee aad unaad taaree ut-put rachnaa
•    so kene taaro maram na jaanniyo ho saam……6
•  Başlangıçtan ve daha doğrusu sonsuzluk öncesinden beri
Sen pekçok gizemler ortaya koydun
Hiçkimse senin özünü ve amacnı anlamaya muktedir olamamıştır
•    ejee kalap dhandhukaare rachani rachaai
•    tis din tu(n) ek illahi ho saamee ji………7
•  Hiçbirşey mevcut değilken
Ve yalnız karanlık varken
Ya da sadece boşluk -ki bundan yaratılış gerçekleşti- hüküm sürerken
Tek mevcud olan sendin
•    ejee poorakh paachhme(n) thi saamee raajo aavashe
•    vaaj she tambal nagaaraa ho saamee ji……..8
•  Ey inananlar!
Efendimiz noksansız ve kamil varlığıyla
Zatı ve sıfatıyla Batı’dan gelecek
Onun gelişi artık sır olmayacak
Çünkü o bütün övgü ve onurları alacak
Ve karşılama O’na yaraşır olacak
•    ejee peer sadardeen ku(n) zikar illaahi
•    shaah ni sharanaagat bhale paai ho saamee ji….…9
•  Ey inananlar! Pir Sadraddin derki:
Yüreğimdeki Efendimizin anısından başka hiçbirşey için niyazda bulunmam. Ve ben zamanın İmamı Efendimizin koruması ve dikkati altında olmamdan dolayı en mutlu ve şanslı insanım
(Aslı Urduca olan Ginanları İngilizcesinden çeviren: İsmail Kaygusuz)
4. Muhammed Bin İslam Şah (1423-1463)
Muhammed ya da Mahmud Şah genel olarak Muhammed bin İslam Şah olarak tanınır. Onun Daylam'da doğduğuna inanılır. Babası 1396'da Kahek'e geldiği zaman on yaşında bulunuyordu. Eğer bu ciddi bir geleneksel anlatımsa, kendisinin olasılıkla 1386'da doğmuş olduğunu ve İmamlığı da 17 yaşlarında üstlendiğini gösterir. O uzun zaman Kirman'daki Şehr-i Babak'de yaşamıştır.
Onun zamanında İranlı İsmaililer farklı bölgelerdeki eski yerleşmelerine geri dönmeye başladı. Onların çoğu Kuhistan, Kain, Birjand, Nişabur, Horasan, Sirjan, Cebel-i Bariz, Mahallat ve Yazd'de tarımla uğraşıyorlardı. Muhammed bin İslam Şah'ın, kendi karargâhından farklı İsmaili topluluklarıyla haberleşmeye başlamış olduğu ve de hacıların armağanlarını kabul ettiği görülüyor. Hindistanlı İsmaili Hacılara, “daras” (derviş) sıfatı verildiği söylenir.
Timur, 1405 yılında 22 yaşında bulunan torunu Pir Muhammed'i mirasçısı olarak atamıştı, fakat kuzeni Halil Sultan Semerkand'ı işgal etti ve kendini sultan ilan etti, fakat 1409'da devrildi. Bu sırada Timur'un 4. oğlu ve Herat'ın son valisi Şahruh (1409-1447), İran ve Orta Asya'nın gelecekte Timur hanedanı yöneticisi olarak tahta çıktı. O 1447 yılında öldü ve oğlu Ulug Beg (1447-1449) yerine geçti. Onu Abu Said (1451-1469) izledi.
Hindistan'daki Pir veya Huccet makamı Pir Şems'den (ölm. 1356) Pir Hasan Kabiruddin'e (ölm. 1449) kadar hemen hemen kalıtsal, yani soydan geçmeydi. Böylece bu makamın, İmamlar soyu gibi saygı duyulduğu görüldü. İşte bunun için, bu tam köksalmış bir inanca dönüşmeden Pirler çizgisini İmam adına güçlendirecek bir olay gerekiyordu. Pir Hasan Kabiruddin'in ölümünden (1449) sonra onun herhangi bir oğlu yerine, Muhammed bin İslam Şah kendi kardeşi Pir Tajuddin'i, Hind ve Sind'e Pir ya da Huccet olarak atadı. Böyle bir atamadan çıkan mantıksal sonuç ve oluşan kaynakları insan zor yadsıyabilir.
4.1 Pir Tajuddin ve Hindistan Davası
Pir Tajuddin büyük olasılıkla 1394 yılında Uç Şerif'de doğdu ve büyük kardeşlerinden ilk eğitimini aldı. O, Hindistan'a Pir olarak atandığı zaman 33 yaşındaydı. Geleneksel söylenceler, onun giysisi üzerinde, kendisini Şah Turrel (Tomurcuk Şah) sıfatını yakıştıran çiçek tomurcuğu taşıdığını anlatır. O Lahor'u kendisine merkez yaptı, çünkü Uç Şerif'te, muhalifleri tarafından bir çekişme-çatışma zemini oluşturulmuştu. Ayrıca Lahor'da dava işlerinde Pir Şems'in torunlarıyla doğrudan ilişki kurma fırsatı buldu. Ayrıca onun, Afganistan ve Orta Asya'ya, ayrıntıları bilinmeyen birkaç dai göndermiş olduğu anlaşılıyor.
Pir Tajuddin Sind'de de vaizler veriyordu ve bir keresinde Uç Şerif'te 20 erkek, 18 kadın-kız ve 40 oğlan çocuğu olan bir Lahona ailesini İsmaili inancına dönderdi. Bu ailenin başı Seith Lakhimal idi. Pir Tajuddin, Sind'li Hindular arasında Prahlad olarak tanınıyordu, çünkü o, Umarkot'lu Sodha kabilesinden bir hanımla evlenmişti. Böylece onun çocukları da Prahlad ya da Perraj olarak tanındılar. Bunun, sadece bir tanesi günümüze kalmış olan ginan'lar yazdığı görülüyor.
Hindistan geleneği Pir Tajuddin'in ölümünün, onun 1466 yılında İran'ı ziyaret karar verdiği döneme rastladığını anlatıyor: O, onunla çok sıcak onur bağlantısı bulunan bir İsmaili cemaatının yaşadığı Sind'den yola çıktı. Kendisine, İmam'a sunulmak üzere, çok değerli Sindhi desenli-bezemeli bir kumaş vermişlerdi. Kahek'e vardı ve kumaşla birlikte diğer armağanları İmam'a sundu. Pir Tajuddin ülkesine dönmek için seyahata hazırlanırken, Mustansir Billah aynı elbiselik kumaşı armağan olarak kendisine verdi. Çünkü, İran'da hiç kimse Sindhi desenleri taşıyan kumaştan elbise giymiyordu. Söylentiye göre Pir Tajuddin Sind'e varınca, o kumaştan bir elbise hazırlatıp onu giydi. Sonra kendisine bunu İmam için veren cemaatı ziyarete gitti. Geleneksel söylentiler, bazı topluluk üyeleri kuşkulandı ve Pir Tajuddin'i, İmam'ın armaganlarını zimmetine geçirmekle suçladılar. Onlar, Pir Tajuddin'i aralarına alıp sert tartışmalarla soru yağmuruna tuttular ve ona hakaret etti, aşağıladılar. Pir Tajuddin, büyük bir şok geçirdi ve olasılıkla ölümle sonuçlanan bir kalb atağıydı; 1467 yılında ölen Pir Tajuddin Tando Bagho'ya yakın bir yere gömüldü. 1484'de gömüldüğü yere muazzam bir türbe yapıldı.
Mustansir Billah'ın, büyük öfkeye neden olan bu acı haberi bir yıl sonra aldığı ve Hindistan'a vekil olarak bir başka Pir göndermeyi askıya aldığı bilinmektedir.
5. Mustansir Billah II (1463-1475)
Celaleddin olarak da bilinen Ali Şah'ın unvanı Mustansir Billah'tır. İran sufileri arasında kendisine Şah Kalender deniliyor. O da Kahek'te ve bazan Şehr-i Babak'ta ikamet etti. “Pandiyat-i Javanmardi” risalesinde İmam için aşağıdaki farklı isimleri buluyoruz: İmam-i Zaman (Zamanın İmamı), İmam-i Hazar (hazır bulunan, görünen İmam), Sahibu'z Zaman (Zamanın dünyasının sahibi), Ali Zaman (Zamanın Ali'si), Sahibu'l Amr (Buyruk Sahibi), Hazar Jama (hazır, görünürdeki Nur Taşıyıcı), en sadesi Hazrat-i Mevlana Mustansir Billah.
Mustansir Billah'ın İran, Suriye, Bedehşan ve Orta Asya'nın diğer bölgelerindeki İsmaililerin bozulan ekonomileri hakkında ciddi uyarıda bulunmuş olduğu adı geçen kitabın paragraflarında görülmektedir. O, ısrarla yandaşlarından, birbirlerine yardımcı olmalarını istiyor ve şöyle söylüyordu:
"Gerçek mümin yardımcı olan, din kardeşine yardım eden; onunla yiyeceğini, sevincini ve üzüntüsünü paylaşan, sözde ve işte onunla bilikte olan ve ona karşı asla kalbinde herhangi bir kin ve düşmanlık taşımayan insandır. Eğer biri karnını doyuruyorsa, diğeri de doyurmuş olmalı. Biri aç kalıyorsa, öbürünün de aç kalması gerekir. Eğer bir kimse bazışeyler yiyorsa, diğeri de arkadaşının yediği şeyleri paylaşmalıdır" (Pandiyat-i Jawanmardi, s. 56)
Badiuddin Khwaja (Hace) Kassim Anjudan'da, Mustansir Billah döneminden Garip Mirza'ya kadar İsmaili baş daisi olarak hizmet vermiş çok yetkin bir Huccet idi.
Mustansir Billah iyi bir at binicisi ve avcıydı; yazları, az sayıda müritlerinin yaşadığı Anjudan'daki villasında kalırdı. O, 1475 yılında Kahek'te öldü, fakat büyük olasılıkla vasiyeti üzerine Anjudan'da toprağa verildi. İmam Mustansir Billah II'nin türbesi, Anjudan'da günümüze kadar yaşayan en eski Nizari İsmaili anıtıdır. Bu türbe dışarıdan koni biçiminde görünen, kubbeli ve muhteşem bir oktagonal (sekiz kenarlı) binadır. Mezar odasının ortasında zarif oymalarla süslü ağaçtan bir lahit vardır ve lahdin tepesi üzerinde "Mustansir Billah'ın pak, kutsal ve nurlu mezarı. Abdu Salam'ın koruması ve buyruğu ile (yapıldı)." yazılıdır. Bu yazının dört tarafını kaplayacak biçimde yerleştirilmiş geniş panel üzerinde güzel bir şekilde Kuran'dan Yasin Suresi kazınmıştır. Dip kenarında, "bunu fakir kul Abdul Celil 1480'de yazdı" kaydı bulunmaktadır. Ağaçtan lahdin, Mustansir Billah'ın ölümünden beş yıl sonra oğlu ve halefi Abdus Selam'ın buyruğu üzerine yapıldığı sonucuna varıyoruz.
6. İmamAbdusselam Şah (1475-1493) ve İsmaililikte Yeni Gelişmeler
Abdusselam, Salam Şah ve Şah Salamullah adlarıyla da bilinen Selam Şah'ın İmamlık dönemi 1475-1493 yılları arasına rastlar. Yaşamının ilk yıllarının geçtiği Şehr-i Babak'ta 1456 yılında doğduğu sanılıyor.
Babası Mevlana Şah Mustansir Billah’ın ağzından "Pandiyat-i Jawanmardi" (s. 56) kitabında şunları okuyoruz:
“Ey gerçek inananlar! Cahillerin ve Peygamberliğe ve İmamlığa kin ve düşmanlık duyan inançsız kimselerin bulunduğu yerde benim ve İmamınız Abdusselam Şah'ın adını zikretmeyiniz! Ama ona, gönlünüzden ve kendi dilinizle çağırmalısınız. Benim çevremin sırrını (sırr-i marra) zamanın inançsız halkından saklayınız. Ancak böylece bu mükemmel armağana ve dürüst, erdemli bir yaşama ulaşabilirsiniz; o zaman kalpleriniz parlayıp aydınlanacak ve neşe dolacaktır."
W. İvanow "Pandiyat-i Jawanmardi" üzerinde şu yorumda bulunmaktadır:
“Kitabın tamamı ya da onun büyük bir kısmı, İmam Mustansir Billah'ın ardılı ve gerçekten, yazımıyla ilgilendiği sırada zamanın İmamı olan Şah Abdusselam döneminde (1475-1493) derlenip yayınlanmıştır. 56. sayfadaki bu şaşırtıcı (bilmece gibi) paragraf, eğer biz Mustansir Billah'ın yandaşlarına kendi kimliğini ya da genel olarak zamanın herhangibir İmamınkini dışarıdakilere ifşa etmemelerini anlattığını varsayıyorsak, kolayca açıklanmış olabilir. Ve derleyicinin kitabı yazdığı dönemde zamanın İmamı Şah Abdusselam olduğuna göre, kuşkusuz kendi ismini zikretmiş olması doğaldır."
İsmaililer Kahek'e hac ziyareti yapar, orada geçici bir süre kalırlardı. Bu tür kolaylıklar Şehr-i Babak'ta da sağlanmıştı. Hindistanlı İsmaililerin Varras ve Rai isimleriyle güvenceye alındıkları söylenir. Şehr-i Babak'ta zikir çekilen sufi tekkeleri (hankâh) de inşa edilmişti. Hindistanlı ve Suriyeli hacılar, ayrılışları sırasında da kendilerine eşlik eden İsmaili fedailer tarafından korunan farklı hanlarda kalıyorlardı. Bazı koruyucular da yol güvenliği sağlamak için hacılara katılırlardı.
6.1 Hindistan’a Gönderilen Pir-i Samit: "Pandiyat-i Jawanmardi"
Hindistanlı İsmaili topluluğu için Pir geleneği İmam Mustansir Billah zamanında, 1476'dan hemen sonra Pir Tajuddin'in ölümünden sonra kaldırıldı. Hind geleneğinin anlattığına göre, Kamadia Kapur ya da Kapura Lohana (ki onun mezarı Tando Muhammed Khan'dan 11 km uzaklıktaki Bhambari köyünün yakınındadır) olarak bilinen Nizamuddin Kamadia Kapur, bir Hindli temsilci heyetle İran'ı ziyaret etmiş ve Hindistan'a bir Pir ya da Huccet göndermesi mütavazi bir biçimde Abdusselam'ı sıkıştırmış. Birinin Sind cemaatını yanlış yönlendirmesinden dolayı tüm Hindli toplulukların cezalandırılmaması gerektiğinde ısrar etmişti. Bunun üzerine Abdus Selam'ın, "ben babamın kararını kaldıramam" demiş olduğu bildirilmektedir. Kamadia Kapura ve takımı Şehr-i Babak'da birkaç ay oturdu ve İmamın kalbini kazanmak için sadakatle yalvardılar. Bir gün İmam onu konağına çağırdı ve şöyle dedi:
“Babam Hindistan için Pir gönderme geleneğin askıya aldı. Bu benim zamanımda geri alınmayacak. Ancak ben Pir yerine bir Samit (konuşmayan, sessiz) ataması yapıyorum”.
Böylece İmam ona bir kitap, yani bir natık (konuşan) gibi, öğütlerine itaat edilmesini öğretecek olan "Pandiyat-i Jawanmardi" kitabını verdi. Bir başka gelenek ise, İmam, Kamadia Kapur'dan Sind'de Pir Tajudiddin'e kötü davranmış olan cemaatın adını, diğer İsmaili cemaatlarına açıklanmaması sözünü almış ve böylece Hindistan (İsmaili) toplulukları birliğini korunması sağlanmış olduğunu anlatır.
"Pandiyat-i Jawanmardi" kitabının büyük bir kısmı İmam Mustansir Billah'ın bir öğütler kolleksiyonudur. Ancak, Abdusselam zamanında Kamadia Kapur Şehr-i Babak'e geldiği sırada derlenmiştir. Pandiyat sözcüğü, pand (Osmanlıcada pend) sözcüğünün çoğulu ve "Öğütler" anlamına gelmektedir. jawanmardi (Osmanlıcada civanmerdi) ise "yiğitlik, cömertlik" anlamında. Kitap, gerçek inananlara ve cömertliğin / yiğitliğin örnek erdemlerine ulaşmayı araştıranlara öğütler içeriyor ve üç bölüm halinde (Büyük Pandiyat, Küçük Pandiyat ve 12 Civanmerdi) hazırlanmıştır. Ayrıca içinde Abdusselam'ın birkaç fermanı bulunmaktadır. Bu kitap müminlere ahlak, insanlık, davranış vb.üzerinde öğütlerle bilgi veriyor, eğitiyor. İmamın kendisi Pir, Mürşid ve Kutb olarak sıfatlandırılırken,4 İsmaililer, ehl-i Hakk ve ehl-i Hakikat gibi sufilere ait terimlerle adlandırılıyor. Bu kitap Hindistan'da yetkili bir Pir ya da Huccet’miş gibi saygı görmekte ve Yarkand, Gilgit, Hunza, Çitral, Bedehşan ve İran'da okunmaktadır.
Abdusselam "Panj Sukhan-i Hazarat-i Shah Abdus Salam" adında müminler için 30 sayfalık eğitici öğütler daha yazmıştır. Bu, "Pandiyat-i Jawanmardi" derlemesinin yanında olasıyla en fazla izlenen ve tutulan diğer bir öğütler topluluğudur. Yani, en olası biçimde kendi öğütlerini onun içinde birleştirilmiş oluyordu. Günümüze gelen bir kasidesinde İmam şöyle söylüyor:
“Kanun Abdusalam man vali az hamgnan gamgin, azin / majalas bakhvaham raft wa digar baar baaz a'ayam” (Ben şimdi, şu anda Abdusselam'ım, fakat topluluk insanıyla (zamanın halkıyla) mutlu değilim. Bu meclisten, bu topluluktan ayrılacak ve gelecek zamanda bir başka donda görüneceğim.)
Bedehşan'da bir Mumin Şahi'lerden bir grubun, İmam olarak Şah Tahir Hüseyin'in (ölm. 1549) babası Raziuddin'e bağlı oldukları bilinir. Şah Abdusselam, bu ayrılıkçı grubu yasal çizgiye döndürmek için yol gösterici üç ferman gönderdi. 1490 tarihli İmamın imzasını taşıyan bu fermanlar, Kirman'da bir 'Mecmua' içinde bulunmuştur.
Sayed Suhrab Veli Bedehşani bu dönem içinde başarı kazandı.. Herat'tan ayrıldı ve yaşamını yerel bir dai olarak Kabul ve Bedehşan'da geçirdi. Bir yazısında o, İmam Muhammed bin İslam Şah (ölm. 1463), İmam Mustansir Billah (ölm.1475) ve İmam Abdusselam (ölm. 1493) zamanlarında yaşadığını söyler. Nurname'sinden onun, en büyük olasılıkla Bedehşan'daki Pir Şemseddin'in dai'lerinin öğretilerinden etkilendiği bir dereceye kadar görülmektedir. Bununla birlikte o Nasr Husrev'in (ölm. 1080) öğretilerini anlatmayı sürdürdü. Kendisi Sayed Umar Yamgani tarafından izlendi. Yamgani'nin soyundan gelenler ve yandaşları İsmaili davasını Bedehşan çevresinde sürdürdü; Hunza, Gilgit ve Citra gibi uzak bölgelere kadar davayı yaydılar.
Azerbayan, Armenia and Mesopotamya'ya gelince, buralarda Türkmenler, 1500 yılı içinde Safevilerin yükselişine kadar en güçlü kabileydiler. Bu Türkmenler Karakoyunlu (1378-1469) ve Akkoyunlu'lar(1378-1502) olarak tanına kendi hanedanlıklarını kurmuşlardı. Azerbaycan ve doğu-güneydoğu Anadolu'da Akkoyunlu hanedanının kurucusu Uzun Hasan'ın ölümü (ölm.1478), başıboş dolaşan Türkmenleri sevindirdi ve onlar Azerbaycan, İran ve Fars'ta kendi soysal krallıklarını kurmayı hayal ettiler. Abu Said Sultanın oğlu Abu Bekir Beg Begtaş, yeni bir krallık kurmak umuduyla Türkmenler ve Çağatayların başına geçti. Böylece onlar Sistan ve Bam yoluyla 1478 yılında Kirman üzerine yürüdüler. Fazlullah bin Ruzbihan Khunji'nin (ölm.1520) 1490 yılı içinde yazdığı "Tarikh-i Alam-Ara'yi Amini"de (V. Minorsky tarafından özet çevirisi yapıldı:"Persia in A.D. 1478-1490", London 1957: 43) şu kısa bilgi verilmektedir:
“Cihangir oğlu Emirzade Ali Cihan, Kirman ve Sirjan'ın saygıdeğer bir yöneticisiydi, fakat Türkmenler ve Çağatayların çokluğundan korkmuştu; savaşmadan ve tam bir terör içinde Şehr-i Babak'a geri çekildi. Böylece Kirman ve Sirjan'ın tümü Çağatay ve Türkmenlerin ellerine geçti. Atların kırılmış nallarını değiştirmek düzenlenmiş hafif bir birlik olan Nalbaha (nalbantlar) ve bendeler durumuna düştüler; zenginlikleri yağmalandı ve fakirleştiler." (s. 93-95)
Bunları duyan Uzun Hasan'ın oğlu Abu Muzaffer Yakub Han (1478-1490), Sufi Halil Beg'in kumandası altın kalabalık bir ordu gönderdi saldırganlara karşı. Onlar Baysungur Beg tarafından takviye edildiler. Çağataylar ve Türkmenler, güçlü bir savaşa koyulmaya karar vererek Kirman'da kendi duruşlarını alırken, ailelerini ve ağırlıklarını Sirjan kalesine gönderdiler. Sufi Halil Beg önce Sirjan kalesine gitti ve ilk baskında onu elegeçirdi ve düşmanları Jurjan (Curcan) ve Tabaristan'a kaçtılar. Sirjan ve Kirman kalelerini yerle bir ettikten sonra Akkoyunlu kumandanı Azerbaycan'a döndü. O günün çağdaş kaynaklarında, İsmaililer ve İmam hakkında herhangi bir ayrıntıya sahip değiliz, fakat dağınık kaynaklardan, İmam Abdus Salam'ın büyük olasılıkla Çağataylar ve Türkmenlerin büyük gürültü yapan seferlerinden önce 1478'in ilk aylarında İsmaililerle birlikte Şehr-i Babak'tan çekildiler. Saldırganların bastırılmasında sonra yeniden Şehr-i Babak'a döndü. O günün bir çağdaş şiirinde Abdusselam aşağıdaki gibi yüceltilmektedir:
“Gah piru gah tiflu gah burna mishawad.
Gah dar miraj rafta gah andar chah shud.
Gar ba-sad surat bar ayad mardi manira chi gham.
Gah Mustansir shudu gahi Salamullah shud.”
(O bazan yaşlı bir adam gibi görünür, yahut bir çocuk, bir genç gibi..O bazan miraca çıkar, bazan tamunun dibine iner. O yüz biçimde ortaya çıksa bile, tanıyan-bilen insan neden endişe etmeli? Bazan Mustansir ve bazan Salamullah olarak gelir).
İmam Abdusselam 1493 yılında Şehr-i Babak'da öldü ve ölümüyle birlikte İmamlık oğlu Garip Mirza'ya devredildi.
7. İmam Garip Mirza (1493-1506?) ve Post-Alamut Dönemin Yeni İsmaili Örgütlenmesi
Garip Mirza 1493 yılı içerisinde İmamlığı üstlendikten birkaç ay sonra Şehr-i Babak'ten ayrıldı. Onun, Huccet'i Badiuddin Khwaca Kassim'ın ardından ayrılarak Şehr-i Babek'in dışında yaklaşık bir yıl geçirdiği görünüyor ve sonunda büyük olasılıkla 1494'te Anjudan'a gidip yerleşti. Pir Şihabuddin Şah (ölm. 1884) "Khitabat-i Aliyya" (s. 42-43)adlı kitabında, "otuzdördüncü İmam Abbas Şah (Garip Mirza) bir süre atasının yurdu (vatan-i maluf) Şehr-i Babak'tan bir süre uzakta yaşamak zorundaydı" diye bir açıklama getiriyor.
Onun ayrılmasının nedeni, başı boş dolaşan Çağatay ve Türkmen birliklerinin Jurjan'dan ve Akkoyunlu askeri kumandanlarından Sufi Halil Beg tarafından Tabaristan'a yapılan baskıyla, bir kere daha taşkınlığa girişmeleriydi. Onlar Kirman ve Sirjan çevresindeki yerleşim birimlerinin tamamını talan etmiş bulunuyorlardı.
Anjudan (Injodan yahut Anjidan), Arak'ın (eski Sultanabad) yaklaşık 37 km doğusunda ve İran'ın merkezindeki Mahallat'ın aynı uzaklıkta batısında uzanan nisbeten alçak bir kayalığın eteğinde kurulmuştur. Onu Kahek’ten 35-40 kmlik çok sayıda alçak düzlükler ayırır; Kum ve Kaşan'a da yakındır. İsmaililer Anjudan'da, büyük olasılıkla Mustansir Billah II zamanında yavaş yavaş yerleşmeye başlamışlar ve orada tarım yapmaktaydılar. Burası, post-Alamut dönem içinde İsmaili davasının beşiği ve korunağı oldu. Suriyeli İsmaililer Anjudan'a "Dar al-mominin" (İnananların evi, sığınağı) diyorlardı. Güvenli olmayan zamanlarda halkı korunması için duvarla çevrilmişti.
Sonunda Garip Mirza Anjudan'a yerleşerek yer değiştirmiş oldu. Böylece kendisini tamamıyla politik girdabın dışında tuttu ve Garip Mirza, "bilinmeyen bir yabancı" adıyla tanınmış olduğu yerde bir derviş yaşamına geçti. Daha önce genel olarak Abbas Şah adıyla tanınıyordu. Anjudan'da yazdığı yazılarda ise Garip Mirza ismini kullandı. Güçlü konuşması (belagatı) etkileyici ve hoştu, İsmaili yörüngesinde olmayan yerlerde de yüksek saygı görüyordu. Daha sonra onu bölgede tanınmış bir kişilik yapan geniş insan sevgisi ve sürekli nazik bir insan oluşuydu. 1782 yıllarına tarihlenebilen yazarı belli olmayan bir elyazması, İmamın Şehr-i Babak'ta bir parça arazi hediye ettiği bir köylünün anekdotunu ve onun için "Sayed Garip Şah, tıpkı atası İmam Cafer Sadık gibi çok cömertti" dediğini anlatır. Bu sadece Garip Şah'ın, hemşehrileri üzerinde barışçıl bir etki yaratan cömertlik erdemi ve halkla olan insancıl ilişkisine bir örnekti.
Alamut'un düşüşünden sonra İsmaili dava sisteminin düzenli bir biçimde Anjudan döneminde örgütlendiği görülmektedir. Bu yeni sisteme göre, İmamın ardından Huccet-i Azam olarak bilinen bir tek Huccet gelir ve o genel olarak karargahta, yani İmamlık merkezinde oturuyordu.
Huccet-i azam davanın iskeletini yönetir ve İmamın bir yardımcısı gibi hizmet ederdi. İkinci olarak, eğitimli sınıflar arasından seçilmiş olan genelde bir Dai kategorisi(sınıfı) vardı. Dailer, merkezle çok yakın ilişki içinde bulunuyorlardı. Bir sonraki sıra, özel bir bölgede dava etkinliklerinin başı olan Muallimlerinkiydi Muallim'e (öğretmen) yardımcı, tartışma ve kararlarında konuşma yapma yetkisi verilen Madhum-i Akbar (Büyük öğrenci, yardımcı çırak) olurdu. Muallim'in diğer asistanına, ondan resmi izin alarak sadece ayak işleriyle görevli olabilen ve en aşağı sırayı tutan Madhum-i Asghar (küçük öğrenci, çırak) deniyordu. Sıradan müridler-talipler Mustacib (yanıt veren) olarak kabul edilirdi. Yeterli eğitimi alması üzerine bir Mustacib, Muallim tarafından Madhum-i Asgar katına çıkartılabilirdi. Önceki dava sisteminin İran'da, Bedahşan ve Orta Asya'da uygulandığı anımsanmalıdır. Hind ve Sind'de, Muallim resmi görevini karşılayan Vakilhad geleneği tutuldu.
Orta Asya'da madhum-i akbar giderek Pir, madhum-i asghar ise Halife olarak tanındılar. Onlar, yeni inanç değiştirenler arasında Nasır Husrev'in batıni şiirleri ve kaside okumaya, yani Zikr-i jalli uygulamasına çok önem verirlerdi.
Ayrıca İsmaililer inanırlar ki, İmamın gerçek özü, topluluk içinde biraz ilerlemiş yandaşlara hiçolmazsa tanıtılabilirdi. Huccet ya da Pirin de İmam gibi hemen hemen aynı özü taşıdığını kabul ediyorlardı. Bundan dolayı Huccet veya Pir, kendi mucizevi bilgisi aracılığıyla İmamın gerçek özünü tanımış ve ruhsal gerçeğin açıklayıcısı olurdu. Bundan başka İsmaililer dünya halkını üç kategori içinde tanırlardı: Birincisi, İmamın karşıtları olan halk (ahl-i taddad). İkincisi, İmamın sıradan yandaşları olan-inanan halk (ahl-i tarattub); Ahl-i Hak olarak da tanınan bunlar, dai, muallim ve madhum'ları kapsayan kuvvetliler (kawiyan) ve topluluğun sıradan üyeleri olmakla sınırlı zayıflara (daifan) bölünmüştür. Üçüncüsü, yüksek tabaka (akhass-i khass) olarak adlandırılan (ahl-i Wahdad) birlik halkıdır.
 
1 Yani 28 harf kullanılan Arapça ile 32 harf kullanılan Farsçayı çok iyi bilip, onlarla kazanılan bilgiler zihinlerde birleştirildiği zaman kişilik olgunlaşıp tamamlanır. Ayrıca, Kasım Şah’ın İmamlık yıllarının son çeyreği Azerbaycan’da Fazlullah Hurufi’nin (ölm. 1397) Hurufiliği (harf gizemciliği inancı) yaymaya başladığı yıllardır; bu öğretiden dolaylı bir söylem de geçilmiş olabilir.
2 Kaldıki, bugün Nizari İsmaililerin İmamı olan Kerim Ağa Han da, 1970’li yıllarda 20 yaşlarında bir Üniversite öğrencisiyken, dedesi İsmaili İmamı Büyük Ağa Han tarafından –oğlu atlanarak- yerine vasi tayin edilmişti.
3 Daha sonraki bölümde tamamını vereceğimiz Pir Şems Sebzevari’nin bu uzun Ginan’ı şöyle başlıyor: “ nar kaasam shaah naa farmaanthee gur shamsh peer ramavaa neesareeyaare maa…” (Efendimiz İmam Kasım Şah’ın buyruğu (fermanı) üzerine yolgösterici Pir Şems, dans ederek-oynayarak meydanlara çıktı…)
4 Bu ‘Pir, Mürşid ve Kutb’ gibi dönemin İsmaili terminolojisinin Anadolu’ya aynı biçimde geçtiğini görüyoruz. Ayrıca bizim kanımızca dai sözcüğü Anadolu Alevi-Bektaşileri arasında dede’ye dönüşmüştür. Ancak çok ilginçtir -söylenişinin (telaffuzun) benzerliği dolayısıyla uygulanmış olacak-, kırsal kesimlerde ve özellikle zahirlerin (Sünnilerin) arasında bugün dahi talipler Dede’lerine ‘dayi ya da dayı’ diye çağırmaktadırlar. Büyük olasılıkla, ‘annenin kardeşi’ için kullanılan ‘dayı’ sözcüğünü ‘da(y)i’ için takıye yapmışlardı

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*