KALENDER KAYA
(DEDE DERVİŞÇİMLİ (AĞUİÇEN) OCAĞI)
Ayhan Aydın
Söyleşi yapmaktaki temel amacımız; söyleşi yaptığımız kişinin bilgi, duygu ve düşünce birikimini, geleceğe aktarmak, insanların bunlardan faydalanmalarıını sağlamaktır. Özellikle Aleviliğin inançsal yönünü yaşatan temel kişiler olan dedelerle yapılacak söyleşiler çok önemli; çünkü bu bin yıllık kültürü, geleneği, inancı, Alevîliği günümüze getiren dedelerin sayısı da çok fazla değil. O yüzden, bunların her birinin fikirlerinin, görüşlerinin alınması gerekir. Bir nevi sözlü gelenekle gelen zenginliklerin artık yazılı metinler haline getirilmesi, derlenmesi, sistemleştirilmesi, kitaplara dönüştürülmesi ölümsüzlestirilmesi gerekmektedir.
Kalender Kaya Dedemiz sağ olun, söyleşi isteğimiz için bizi kırmadınız. Dervişçimli Ocağındansınız ve aynı isimli köydensiniz. 1938 Kahramanmaraş doğumlusunuz. Önce doğduğunuz yerden söz etmenizi isteyeceğim. Elbistan’da mı doğdunuz?
– Evet, aynı köyde, aynı ocakta.
– Bize çocukluğunuzun geçtiği köyden bahsedin, o günlere gidelim. Köyünüz nasıl bir yerdi? Nasıl bir ortam vardı? Köydeki insanlar arasındaki münasebetler nasıldı? Onlardan bahsedin.
– Çocukluğumuzun geçtiği, doğduğumuz yer, Elbistan ilçesine bağlı olan Dervişçimli köyü, Dervişçimli ocağı. Kırsal bir bölge, biraz arazi varsa da, kıraçtır. Ektiğimizi biçemiyor, alamıyorduk. Yani emeğimizin karşilığını alamıyorduk. Epey ıstırap, fakirlik gördük. Çocuklarimiz yetişti, İstanbul’a geldiler. Seyyar satıcılıkla, şunla bunla uğraştılar. İşyerleri açtılar, şimdi Çaglayan’da bir atölyemiz var, kumaş yapıyor, Laleli’deki mağazalara, turistlere satıyorlar, geçiniyoruz. Geçimimiz fena değil. İnsanın ihtiyacı, insana olur. Dedelik sıfatını taşiyorsak da, gidip kimseye el avuç açmıyoruz. Halka hizmet götürmeye çok hevesliyim, çok düşündüm. Halkın cemini, demini, yolunu yürütmeye çok hevesliyim. Dostlarla, pîrlerle, mürşitlerle görüşmeyi isterim, severim.
– Köydeki cemleri hatırlıyor musunuz? Cemlere giriyor muydunuz? Görev yürütüyor muydunuz?
– Biz yürütmüyorduk, bizden öncekiler yürütüyordu. Biz ancak 25-30 yıl sonra başladık.
– Çocukluğunuzdaki cemler nasıl oluyordu?
– Çok hoş, çok iyiydi. Meselâ biri bir fenalık yaptıysa, onu ceme almazlardı. Günah-ı kebir, günah-ı sagir vardı. Günah-ı kebir, çok kötü bir iş işlemiş demekti ve katiyen ceme bırakmazlardı. Günah-ı sagir ise ufak tefek cezalarla affedilebilirdi. Ama katil olan, karısını boşayan, nikâhlı karı götürenler kesinlikle Alevî cemine alınmazlardı. Bu gibi insanlar için mürşitler gelirdi. Mürşitlerimiz Ağuiçen’den Yalıncak, Sivas’ta Mithat Dedegil’di. Ben onları görmedim, babam söylerdi, bu müşkülâtları halleden onlardı. Dedelerimiz Ağuiçenli’ydi. Pîrimiz Ağuiçenli Güzel Dede, Seyit Dede, İbrahim Dede… neyse, dedeler çok.
– Ağuiçen Ocağının dedeleri mi mürşidinizdi?
– Evet. Bunların akrabaları Muhtat Dede, Ali Haydar Dede… bunlar da bizim talibin mürşitleridir. Bizim hem pîrlerimiz, hem mürşitlerimiz, hem de talibin mürşitleri Ağuiçen’dendi. Zaten Türkiye’deki bütün taliplerin mürşidi, pîridir onlar. Bana kalırsa, bütün ocaklar oraya bağlıdır. Ağuiçen, mürşid-i âlemdir. Meselâ, Hüseyin Doğan Dedemiz mürşid-i âlemdir. Baliyan aşireti, onun talibidir. Ağuiçen dört kola ayrılır. Tunceli’deki Hasan Hanlı aşiretleri, Hüseyin dedemize bağlıdır. Pîrleri, mürşitliğiyle Güzel Dedegil’e bağlıdır. Muhtat Dedegil, Sivas Yalıncak’ın Hafik ilçesinde oturuyorlar. Bunlar da bizim pîrlerin pîridir, buna mürşid-i âlem, Türkçesi Sarıçağlan denir. Sarıçağlan; kırk kişinin başi anlamındadır. Bunların en büyüğü Muhtat Dedegil ve Ali Haydar dededir. Düşkünleri kaldıran onlardır, düşkün taliplerin müşküliyetini onlar hallederler.
– Diyorsunuz ki, Dervişçimli Ocağının ve köyünün müşkül hallerini, meselâ dâra çekilmesi gereken insanlar olduğu zaman, mürşitliği Sivas’ın Hafik ilçesindeki Yalıncak köyünün Ağuiçen dedeleri yapar, öyle mi?
– Evet. Güzel Dede, bizim pîrimiz, talibimizin de mürşididir aynı zamanda.
– Güzel dedenin soy ismi nedir?
– Güzel Ocakoğlu. Kendisi vefat etti.
– Kendisini tanıma şansınız oldu mu?
– Tabii, köyümüze geldi birkaç sefer. Nur yüzlü, sakallı bir adamdı. Kendisi Adıyaman’daydı, ama ocağı Ağuiçen’in bir koluydu.
– Hangi koldandı?
– Ağuiçen’in Seyit Mençek kolundan. Ya Seyit Köse, ya da Seyit Mençek.
– Başka kim var, Ağuiçen dedelerinden?
– Hüseyin Doğan’giller de Mir Seyit ocağındandırlar. Bunlar hep Ağuiçen’lidir. Onlar, İmam Zeynel Abidin’e bağlı, Zeyid’in oğlu İbrahim Mükremin’den gelirler. Zeyid, İmam Zeynel’in oğludur. Bizim bir tane ihtiyar Seyit dedemiz vardı, geçen yıl Adana’da vefat etti. Evvelki yıl gittim, kendisine bunları sordum. Dedi ki; “İbrahim Mükrem, Zeyid’in, Zeyid de İmam Zeynel’in oğludur. Ağuiçen’in soyu, İbrahim Mükremin’den gelir.”
– Ağuiçen adı nereden gelmiş? Onun hikâyesini anlatır mısınız?
– Hacı Bektaşi Veli Rum ülkesine geldiği zaman, 57.000 erin içinde Karadonlu Can Baba vardı. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin huzuruna çikip, kendisinden himmet diledi. Hünkâr buyurdu ki; “Siz, Erzincan Dörtyol’a gideceksiniz. Ben size himmet veririm, Can babam. Hristiyan âleminden Hanoğlu Kağız Han geliyor. İnsanları kırıp, kesip geliyor. Bu insan, Allah’ın varlığına inanmıyor, pîr, mürşit tanımıyor. Git onun yoluna otur. O geldiği zaman de ki, ‘Buradan ileriye size yol yoktur. Seyid-i Saadet, Hz. Pîr gelmiştir, onun emridir.’ Sen bu kadarını söyle, biz sana himmet vereceğiz.” Karadonlu Can babamız gidip, Erzincan’ın Dörtyol’una oturuyor. Hristiyan kervanı görünüyor. Hanoğlu Kağız Han arkada, kervan önde geliyor. Karadonlu Can baba, “Buradan öte size yol yoktur” diyor. “Niye?” “Seyid-i Saadet, mürşid-i âlem gelmiş, Şah-ı Merdan’ın, Muhammet-Ali’nin soyudur. Diyor ki; ‘İslâmiyet’i kabul edip, Hak dinine girsinler.” “Mürşid-i âlem de kimmiş? Pîr, mürşit kimdir? Seyid-i Saadet nedir?” Kervanını ardından gelen Hanoğlu Kağız Han’a haber veriyorlar “Bir derviş bizi burada eyledi, bırakmıyor.” Padişah, “Tamam durun.” diyor. Kervanı oraya yıkıp, çadirlari açıp, keşişi çagiriyorlar. Keşiş, onların din adamı. “Sen bu dervişe ne diyorsun?” Keşiş diyor ki, “Bir kazana su doldurup, ocağa koyun. Kendisini içine koyup, kapağı kapatın. Eğer ölmezse, onun dinine gireriz.” Padişah Can Baba’ya, “Ya derviş! Bunu kabul eder misin?” diyor. “Hay hay, kabul ederim.” Kazanı hazırlayıp, dervişi içine koyarlar, kapağı kapatırlar, ateşi yakarlar. Bir müddet sonra kapağı açarlar ki, içinde bağdaş kurmuş oturuyor, biraz terlemiş. Keşişe dönüp, “Ne diyorsun?” diye soruyorlar: Diyor ki, “Olmadı, bu büyücülük yapıyor. Erzincan Ovasında bir ateş yakın, dervişi ateşe atalım, ölsün ki kurtulalım. Eğer ölmezse, dinine girer, kabul ederiz. Hz. Pîr kimse, onun yanına da gideriz.” Padişah gene, “Ya derviş! Ne diyorsun, kabul ediyor musun?” diye soruyor, “Evet” diyor. “Ama bir şartım var. Eğer keşiş de benimle beraber ateşe atılırsa, giderim.” O zaman keşişin benzi solar, beli kırılır, korkar. Padişah, keşişe döner, “Ya keşiş! Sen ne diyorsun?” “Giderim” diyor, ama kalpten söylemiyor. Keşiş, Can Baba’ya elini veriyor, birlikte gidiyorlar. Keşiş, “Üç oğlum var, üçü de sana teslim, Can Baba. Ben ölecegim.” Gidip, ateşe girerler. Bir müddet sonra Can Baba döner, keşişin eli elinde. Eli getirip, padişahın önüne atar. Padişah, “Nedir bu?” diye sorar. “Keşiş elini bize verdi, elini getirdim. Özünü verseydi, kendisi de gelirdi.” der. Bunlar düşünürken, padişahın zevcesinden bir haber geldi: “Bir bardak ağu hazırladım. Dervişi harem tarafına gönderin, ona içireyim de, ölsün.” “Derviş içer misin?” “Hay hay, içerim. Ceddim içmiş, ben de içerim.” Dervişi harem tarafına götürürler. Hanım, bir bardak ağu getirir. Can Baba alır, “Ya Allah! Ya Bismillah, ecdadımın himmetiyle” der, içer. Beş bardağın beşinden de ağu sızar. O zaman o insanlar, Alevîliği, Bektaşiliği kabul ettiler. Rum ülkesinde ne kadar Ermeni, Hristiyan varsa, hepsi Bektaşiliği kabul ettiler. Osmanlı döneminde Hacı Bektaş’a hiçbir şey yapamadılar. Çünkü büyük mucizeleri vardı. İşte bizim Ağuiçen’in soyu, sülâlesi budur ve onlardan çok iyi insanlar çikar, Ayhan’ım.
– Ağuiçen söylencesi değişik illere yayılmış, ama ilk başta hangi il akla gelir?
– Erzincan’da başlıyor. Can Baba, Rum ülkesinde 57.000 erin içindeydi. Karacaahmet, Hacı Bektaş aynı zamanda, beraber yaşadılar. Hepsinin içinden, Can Baba’yı seçip, oraya gönderdiler. Kara kazana konulup, kaynatıldığı için, Karadonlu Can Baba, dediler. Esas ismi Can Baba’dır. Ağuyu içti, Ağu içen denildi. Ağuiçen ismi oradan kaldı. Onun talipleri de Anadolu’ya yayıldı.
– Sizin Dervişçimli Ocağı da mı oraya bağlı? Sizin ocağınızı nasıl anlatırlar?
– Dervişçimli, İmam Bakır soyundan gelir. İmam Bakır, İmam Zeynel’in oğludur. Pîr Hüseyin de Talip Ali oldu. Yani bunlar birbirine bağlıdır. Bizim ocak da onlara bağlanmış, pîr, mürşit demiş. Biz ocaklar, hepimiz birbirimize bağlıyız. Hepimiz On iki İmamdan geliyorsak, hepimiz hısım akraba sayılırız. Kimi pîr, kimi mürşit oldu, bu yolu bugüne kadar getirdiler.
-Yani bu ocaklar, özde birbirlerinin aynısı mı?
-Tabii, aynısı.
– Peki, bir silsile yok mu?
– Silsile var. Bizim silsilenâmemiz, beratlarımız var. 11 parçadır, büyük padişahların mühürleri vardır. İki tane de büyük beratımız var. Onlar, altın yazıyla yazılmıştır. Hüseyin Doğan dedem bir sefer okumuş (Ben kendisini görmedim), Güzel Dede yanındaymış. Hüseyin Doğan dedem diyor ki; “Güzel Dede, amcam, hepimiz biriz. Bunlar bizim, biz bunların. Hiç farkımız yok.” Güzel Dede’nin hoşuna gitmiyor, “Sen öyle diyorsun.” diyor. “Bunlar yabancı değil. İmam Bakır’dan geliyorlar, biz de İmam Zeynel’den geliyoruz, bu budur işte.” Ama adamlar bize “Beledest” demişler. Biz İmam Zeynel’den geldiğimiz için, küçüğü büyüğünden irşâd olunur, bu budur.
– Yani On iki İmama bağlı olması yönünden biraz farklılık var, özde aynı diyorsunuz. Bazıları İmam Zeynel Abidin’e bağlı olanla, Bakır’a bağlı olanları birbirinden ayrı tutuyor, ama özünde aynı.
– Ayrı olamaz. Herkese bir görev verilmiş, bir kişi beceremez. Bir ocak, bütün bu Alevîleri yönetemez. Ocakların hepsi birbirine bağlı, hepsi On iki İmamdan geliyor. On bir İmam aslında, İmam-ı Mehdi sır olmuştur.
– Bütün ocaklar On bir İmama bağlı, diyorsunuz. Bir çok ocak var, hepsi de bunu ispat etmeli.
– Meselâ Dikmeler var. Onlara bir şey demiyoruz, ama On iki İmamın soyundan gelen, Evlâd-ı Resul, Seyid-i Saadettir.
– Dikme dedelerle diğer dedeleri nasıl ayıracağız?
– Dikme dedelik şöyle; dedeler, herhangi bir köyde, iyi bir insanı rehber tâyin ediyorlar, buna dikme, rehber diyorlar. O, cemde gereken hizmetleri görür, musahip karındaşlarını meydana getirir, kurban zamanında görevlerini yapar. Dede, yanlış yönleri olduğunda onu değiştirir, onun soyundan başkasını getirebilir. Hak hakikatini sorarsan, rehber Cebrail’dir, bütün vahiyleri getiren odur. Herkes rehber olamaz. Meselâ, senin oğlun bu işi yapmış, ama senin oğlundan gelen yapamıyormuş. Dedeye yaranmadı, köyde onun hakkında şikâyetler olduğu zaman, dede onu reddeder, başkasını seçerdi. Ama dedelerden gelen rehberler de var. Meselâ Ağuiçen’de, bizim ocakta rehberler var, onlar pîr, mürşit sayılır, onlara bir şey diyemem.
-Kaç tane ocak var sizce?
– Benim bildiğim kadarıyla, on iki ocaktır. Fakat bu ocaklarda dağılmalar olmuş. Ağuiçen’den de bir kısmı gitmiş, Sivas’a yerleşmiş. Bir kısmı da Tunceli’ye yerleşmiş, ama hepsi aynı ocağı bağlıdır.
– Bize çok isim geldi. Siz on iki tane diyorsunuz, ama neredeyse yüz tane ocak var.
– Yüz tane ocağı, Evlâd-ı Resulün soyundan gelmeyen ocak sayılıyorsa, ben de kabul ederim. Bana göre sayılmaz.
– Onlar da kendilerini öyle saymaya çalışıyorlar. Bunun ölçüsü nedir?
– Ölçüsü belgedir. Pîr, mürşit olmak için ölçü berattır, silsilenâmedir. Ama o ocaktan gelmiş, beratı yoksa, ona da bir şey diyemem. Ona şahit, ispat lâzım o zaman. Belgesi budur. Şimdi şöyle bir durum var: Hz. Peygamber’e “Ebder” dediler. İki çocugu vardı, vefat ettiler. Kur’an’ın 1, 2 ve 3. ayetleri Kevser suresinde yazar ki, “Biz sana Kevser-i Fatıma’yı, Kevser-i Ali El Murtaza’yı gönderiyoruz. Senin neslin bunlardan yürüyecek.” Hz. İmam-ı Cafer-i Sadık da buyurur ki; “Bu nesilden gelmeyenin, mürşitliği, imametliği erkân değildir.” Hz. Peygamber’e o zaman Cenab-ı Rab vahiy gönderdi “İmametlik, mürşitlik senin soyundan uzanacak.” Fatıma Zehra ile Ali El Murtaza Şah-ı Merdan’dan.
– Siz, Dervişçimli ocağı olarak, On iki ocaktan biri misiniz?
-Evet, aynı ocağın ismini taşiyor.
– Derviş Cemaller var, onlar ayrı. Ağuiçenliler var, başka neler sayabiliriz?
– Kızıldeli Ocağı, Balım Sultan, Hüseyin Gazi, Abdal Musa, Karacaahmet, Şahkulu … Sayarsan, ocak çok. Ama çok olsa bile, On iki İmamdan ayrıldıysa ocaktır, ayrılmadıysa ocak değildir. Ayrıldıysa, belgesini çikarsin, meydana koysun. Biz, Ağuiçen’den ayrıldık.
– Yağmur Ocağı diye bir ocak var meselâ.
– Yağmur Ocağını duydum, ama bilmiyorum. Hangi ocak hangi soydan geldiyse, On iki İmam’a bağlı olsun. Beratını, belgesini meydana koysun. Sonunda bunu araştıracağız, herkes getirsin. Meselâ Ağuiçen’de belge var, Hüseyin Doğan Dede’de beratları vardır. Güzel Dede’de, Muhtat Dede’de Ağuiçen’in beratı, bu ocakların birindedir. O ocakların hepsi Ağuiçen’e bağlıdır. Kardeşler ayrılmışlar, buna bir şey diyemem, ama başkası gelip de Ağuiçenliyim dediği zaman, ispat etsin. Delil olmayınca, bu işler biraz ham olur, yani çürüktür.
– Belge gösteremeyen adamlar da olabilir, onlar ne yapacaklar?
– O ocağa bağlıysa, bir şey denilmez. Ocağa bağlılığını ispat etmeli. Çevrede bilen insanlar var. Onlardan söz almalı.
– Peki, Dervişçimli hakkında neler anlatır, neler söylerler?
– Bizim ecdadımız, mucizeler göstermiş. Alaattin Keykubat Diyarbakır’a gelip, bütün dedelere çagrida bulunuyor, bir araya topluyor, beratı alıp götürüyor. Diyor ki, “Kudrette kimin kazanı kaynarsa, onun belgesini imzalar, berat veririm.” Bizim ecdadımız, suyun içine elini koyuyor, “Bu su kaynasın” diyor. On iki İmam’a güvenerek, “Ya Allah” Ya Bismillah!” diyor, elini daldırıyor, orada kazan kaynıyor. Yanında kardeşleri var, onların kazanları kaynamıyor. Bizim köyde 500 nüfus var. Bizden önce dedelik yapan insanların kimi yaşlanmış, kimi akli dengesini zayi etmiş, işi beceremez artık, bir ben bu işin üzerinde duruyorum. Bir mucizemiz, bir kerametimiz yoksa da, ecdadımız bizi bugüne kadar getirmiş diye bunu kabulleniyorum. İkincisi, bir ordu kumandanı Malatya’nın Akçadağ Ören köyüne geliyor, diyor ki, “Bir dede isterim.” Ne kadar dede getirdilerse, Paşa kabul etmiyor. Diyor ki, “İstediğim dedeyi ben tanırım.” Bizim taliplerimiz, dedeyi getirmek istemiyorlar. Paşa da, “Benim istediğim dede neredeyse, getireceksiniz” diye tutturuyor. İki atlı gönderiyorlar köyüne, “Dede, paşa sizi istiyor” diyorlar. “Evlâdım siz gidin, ben geliyorum.” “At getirdik, ata bin.” “Yok, siz gidin” Atlılar gidiyorlar ki, dede Paşanın çadirinda oturuyor. Paşa, “Bizi yalnız bırakın” deyince, köylüler “Acaba ne olacak?” diye düşünüyorlar. Paşa, dedeyle sabaha kadar konuşuyor. Dedenin başinda, keçeden yapılmış eski fileler var. Dede onları tutup, bir seferde kaldırıyor. Paşa bakıyor ki, dedenin alnında Mim Duası var. “Aradığım dedeyi buldum.” Diyor. Döşeğin altına biraz para koyuyor. Dede, sabaha karşi kalkıp, Paşadan izin istiyor, gidiyor. Paşa bakıyor ki altınlar döşeğin altında “Ben dedeyi gördüm, işte dede budur, Evlâd-ı Resul budur.” diyor. Ondan sonra gelenler de bir şeyler yapmış, bazı mucizeler göstermişler. O beratları tekrar tekrar padişahlara götürmüşler. Osmanlı döneminde mühürlemiş, imzalamışlar. Hacı Bektaş Veli gelince, ona da götürmüşler. O da bir yazı yazmış, “Bu ocak, Evlad-ı Resulden geliyor” diye, beratın üstüne bir de imza koymuş. İşte bizim ocak budur. Şimdi de ne talipler bize sahip çikiyor, ne biz taliplere sahip çikiyoruz.
– Neden acaba?
– Araya bir soğukluk girdi. Bazı gençlerimiz yetişti. Herkes kendi bilgisiyle, kendi yeteneğiyle bir şey söylüyor. Bana kalırsa bunlar doğru değildir, hak hakikat neyse, odur. Dedelik, mürşitlik, soydan gelen bir şeydir. Eğer Evlâd-ı Resul’ün soyundan gelmiyorsa, o postnîşine oturamaz. Postnîşin demek, talibin döşeği demektir, Buyruk böyle yazıyor. Diyor ki, “Bir dede önce kendini her kötülükten arındırmalı, sütten saf olmalı, çevresinde sayılmalı.” Postnîşine oturduğu zaman, bilgisiyle, sazıyla, sohbetiyle cemaat onu dinlemelidir. Bunları bilmiyorsa, “Ben filân postnîşin evlâdıyım” demekle olmuyor. Bir konuya daha değinmek istiyorum: Büyük ozanımız Noksani Baba, Pasinler’de doğmuştur. Bu, çok büyük bir bilgiye sahip oldu, kendini yetiştirdi, hakikatli bir insandı, biraz da kendiyle gururlanıyor. Bunun Abbas Dede isminde, babasının dedesi vardı, Ağuiçenli. Kalkıyor, Pasinler’e, bunların evine gidip, misafir oluyor. Noksani’nin esas ismi, İbrahim’dir. “İbrahim nerede?” diyor talibine. “İbrahim dışarıda, şimdi gelecek.” İbrahim geliyor, dede bakıyor ki, biraz gururlu. İbrahim eğilip, dedenin elini öpüyor. Dede, omuzlarının arasına bir şaplak indiriyor. Şaplağı vurunca, ağzından siyah duman çikiyor. Dede diyor ki, “Bundan sonra ismin, Noksani Tapşırma’dır.” Noksani Baba büyüdü, kemale erişti, evlendi, Erzurum’a geldi. Erzurum Taş mağazalarında bir bakkaliye açtı. Bir gün bir dostu geldi, konuşuyorlar, muhabbet ediyorlar. Dışarıdan bir çocuk geldi, dedi ki; “Noksani Baba, anam şeker istiyor.” Bir kelle şekeri sardı, çocuga verdi. Çocuk aldı, gitti. Bir saat, iki saat geçti. Çocugun anası, aynı parayla geldi, “Noksani Baba, bize şeker ver” dedi. Noksani Baba’nın dostu gitmiş, muhabbet bitmiş. Şekerin kellesini kırdı, teraziye koydu, tarttı, verdi. Hanım döndü, dedi ki, “Biraz önce de bu kadar parayı gönderdim, siz bir kelle şeker göndermiştiniz.” O da diyor ki, “Kızım, getir o muhabbeti, götür o şekeri.” Muhabbet tatlı bir şeydir, Ayhancığım. Muhabbet, konuşmak, ibadet demektir. Gönüller kaynaşiyor.
– Tabii, sohbet çok önemli. Yârenlik var, dostla sohbet ediliyor. Alevî-Kızılbaş cemlerinde daha derin bir manâsı var, sohbetin. Biraz da onlardan bahsedelim. Cemin manâsı nedir? Alevî cemlerinde neler yapılır?Cemlerin İnsana kazandırdıkları nelerdir?
Hz. Peygamber Efendimiz mi’raca vardığı zaman, melaykeler vasıtasıyla götürüldü, karşisında bir aslan gördü, korktu. O zaman. Cebaril, Allah’tan nida getirdi; “Hatemi aslanın ağzına tut, geç.” Hatem, yüzüktür. Hatemi aslanın ağzına tutunca, aslan sakinleşti. “Sıtret’ül Münteaya revân oldu, dost dosta kavuştu” diyor, Cebrail orada. “Ben buradan öteye gidemem. Hz. Peygamber orada, yeşil bir pençe gördü. Kırklar ceminde de Ali’nin elini gördü, yukarda gördüğü elle aynı. Karşisına çikan aslan da Ali’dir. Aslan donunda baş gösterdi.” O zaman Hz. Peygamber, safah-i safah denilen kırklar cemi kapısına geldi, kapıyı çaldi. “Kimsin?” “Ben ahir zaman peygamberiyim” “Peygambersen, git peygamberliğini ümmetine yap.” dediler. Oradan geri döndü, bunu üç sefer tekrarladı. Üçüncü sefer nida geldi: “Git, o kapıyı çal, de ki, ‘Ben içinizdeki kadim-i fukarayım’.” Gitti, kapıyı çaldi; “Ben, içinizdeki kadim-i fukarayım.” dedi. O zaman, “Hoş geldin, sefalar getirdin, buyur.” deyip, içeri aldılar. Şöyle bir göz gezdirdi; “Siz kimsiniz?” “Biz kırklarız.” Saydı, baktı ki 39 kişi. “Biriniz nerede?” “O, Salman-ı Farisi’dir. Fas’a gitti.” İçlerinde 17 bacı, 22 erkek var. Bacıların cemde hizmet görmesi, oradan kalmadır. Hz. Ali de oradaydı, fakat Hz. Peygamber farkına varamadı. Daha sonra Hz. Ali’nin elini gördü, tanıdı. Dedi ki, “Öyleyse ben sizden nişan isterim.” Nişan nedir? Ali’nin kolunu kaldılar, bir neşter vurdular, kolu kan revan oldu. O zaman hepsinin kolundan birer damla kan düştü. Bir damla kan da dışarıdan, pencereden geldi, meclisin ortasına düştü. Bu da Salman Farisi’nin kanıdır. Ali’nin kolunu bağladılar, kanı kesildi. Bütün kırkların kolundan akan kan durdu. Salman-ı Farisi dışardan bir üzüm tanesini getirdi, Hz. Peygamberin önüne koydu. Dedi ki; “Ya ahir zaman peygamberi! Bunu şerbet eyle, kırklara pay eyle.” Hz. Peygamber düşündü, “Bu üzüm tanesini nasıl kırk kişiye pay ederim?” dedi. O zaman Cenab-ı Rabbil Âlemin Cebrail’e emir verdi; “Habibim fikirde kaldı. Git cennetten bir tabak al, götür, habibimin önüne koy. O tabağın içine su koysun, üzümü şerbet eylesin, kırklara pay etsin.” Kırklar baktılar ki, Peygamberin önünde bir tabak parlıyor. Su istedi, tabağa koydu, üzümü ezdi, şerbet eyledi. Kırklara pay etti. İçtiler, mest oldular, daldılar, semaha kalktılar, Hz. Peygamber de kırklarla beraber semaha kalktı. İşte semah budur. Hz. Peygamber’in başindan şemlası (Sarık) düştü. Kırklar alıp, bunu kırk pare eylediler. Her biri bir paresini başina sardı. Tenura daldılar, yani aşk-ı hidayet geldi. Gönüller birleşti. Herkes dağıldı. Sahabeler dediler ki; “Ya Hz. Peygamber! Hak, hakikat dediğin nedir?” Dedi ki; “Hakikat, haklayanındır. Ali’nin yanına gidin, ondan sorun. Hakikat Ali’den sorulur.” Sonra herkes dağıldı, Hz. Peygamber de evine vardı. Ertesi gün, Hz. Ali, Hz. Peygamber’in evine gitti, hatemi Hz. Peygamber’in önüne bıraktı. Hz. Peygamber Ali’ye baktı “Ya Ali, senin sırrına sır yetmez. Yukarıda gördüğüm el, senin elindir.” İmam Cafer-i Sadık’a kadar böyle kaldı, hakikatini ararsan, Adem’den başlar. Mervan, Diyarbakır’da valiydi. İmam Cafer-i Sadık da o zaman imam. Mervan bir emir verdi; “Mescitlerin kapısına yazın ki, Ali evlâdına ve Ali’ye lânet etmeyen içeri girdiği zaman, katli vaciptir.” Ali’yi seven insan, nasıl lânet okuyabilir? Ali’yi sevenler, oradan geri dönüp, Hz. İmam Cafer-i Sadık’ın yanına gittiler. Durumu arz ettiler, Hz. İmam buyurdu ki; “Bizim ecdadımızda bir kırklar semahı, halka namazı, musahip karındaşlığı var. Muhammet ile Ali musahip karındaşi oldular. Biz, bundan sonra cem ayinine devam edelim, orası da dört duvar arası, burası da, yalnız secde Adem’edir. Secde eyle Adem’e, iblis gibi ar eyleme. Kendini bil, Hakk’ın mekânını inkâr eyleme. Hakk’ın mekânı, insanın kalbidir. Zaten Cenab-ı Allah buyuyor ki; ben insanları yarattım, kendimi insanların kalbine yerleştirdim.”
Hz. Süleyman, üç katlı bir bina inşa etti. Mücevherden, altından direkleri, camları, her şeyi güzelce yaptı. Dedi ki, “Rabbil âlemin, sana bir bina inşa ettim. Gel, otur.” Cenab-ı Rabbil âlemin Hz. Süleyman’a buyurdu ki; “Benim öyle bir binam var ki, kıyamete kadar yaşayacak. Ben yerimi o binanın içinde yapmışım.” “Nedir o bina?” “O bina sensin, insandır. Ben insanların kalbinde yer almışım. Onlar beni nerede zikrederse, ben orada, insanlarla beraberim. Ben, senin yaptığın binaya giremem. Benim binam, canlı bir binadır. O, insandır.” dedi. Yani Hak hakikat gelip, insana bağlanıyor. İnsanlar birbirinden irşât olur, hisse alır. Bu güç, akıl, zekâyı kim vermiş? Seni yaratan vermiştir. Bu varlığı inkâr etmek kolaydır, “Yok” dersin. “Var” dersin vardır. Senin yok demenle yok olmaz ki, varsa vardır.
– Siz erkân, cem yürüttünüz mü?
– Bazen yürüttüm. Ama kurban, musahip karındaşlığı yapmadım. Belki bundan sonra yapabilirim.
– Küçüklüğünüzde de cemleri izlediniz. Sizin yörenizdeki dedeler erkân yürütürken, tümüyle oranın geleneklerini, örflerini mi uyguluyorlardı? Daha doğrusu o yöreye has cemler mi uyguluyorlardı veya cemleri yürütürken hangi kaynağa dayanıyordunuz?
– Biz, kırkların cemine dayanarak, o dedelerden duyduk.
– Kırklar cemi, Peygamber’den kalma. Hz. Ali de kırkların içindeydi. Fakat dedelerin dilinde nasıldı? Onun cemlere uygulaması nasıldı?
-Aynıydı.
– On iki hizmet, kırklar cemi nasıl yürüyordu? On iki hizmet nedir? Dede, cemi nasıl yürütür?
– Önce dede oturur. Halk orada, dedeyi, dededen bir şeyler bekler. Dede, bu konuştuklarımızdan bahseder. Sonra delil gelir, yani mum yakılır. Mum, Allah’ın nuru demektir, Nur suresinde yazar. “Allah’ın nuru” diyor. Biz bu mumu, cemlerimizde insanların kalbine, Allah’ın nuruna benzeterek yakıyoruz ve söndürmüyoruz. Mum bir aydınlatıcıdır. Ayet 35, Nur suresi, Kur’an-ı Azim-i Şan’da; “Allah Tealâ göklerin ve yerin nurudur. Müminlerin kalbinde onun nuru, içinde çerağ bulunan bir fener gibidir. O çerag, billur bir kandil içindedir. Bu kandil, zehra yıldızı gibi parıl parıl parıldayan bir yıldızdır. Yağı bir ateş, dokunmasa bile hemen hemen ışık verecek gibidir, nur verecek kadar saf, o kadar parlaktır ki nur üzerine nurdur. Nuru ile dilediği kimseye hidayet eden Allah Tealâ, insanlara misaller getirir. Allah Tealâ her şeye âlimdir.” 36. ayet Nur suresi; “O çerağ, o evlerde, mescitlerde yakılır ki, Allah Tealâ onların yüksek tutulmasını ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin vermiştir. Oralar da sabah-akşam onu tembih ve tenzih ederler.” Cemlerde yaktığımız mumu, işte bu Nur suresinin 35 ve 36. ayetlerine dayanarak yakıyoruz. Biz mumu söndürmez, yakarız.
– Cemlerde Kur’an-ı Kerim’den örnekler var. Türkçe duvaz-ı imamlar okunuyor, dede ögütler veriyor, hizmetler yürüyor. Tam anlamıyla on iki hizmetin on ikisi de nedir?
– Buyrukta diyor ki, “Hüküm pîrindir.” Pîr bu hizmetleri, hizmetlileri tâyin edecek. Meselâ; çerağcı, gözcü, delilci, ayakçı, iznikçi, süpürgeci, zakir, saka on iki hizmettir. Cemde musahip karındaşlığı olur. Musahip, sevgi demektir ve Muhammet-Ali’den kalmadır. Musahiplik, Adem ile Cebrail Aleyh-is-selâmdan kalan bir iştir. İnsanlar birbirlerine musahip karındaşi olduğu zaman, bir sevgi doğuyor. Musahipler, birbirlerine fenalık düşünmezler. Düşündüğü zaman, musahiplik de aradan kalkıyor. Musahip, bir elmanın iki yarısı gibidir. Yolun, erkânın emri budur. Ama şimdiki insanlarda böyle bir şey yok. Bunu düzeltmek için, ne lâzım? Dede soyundan gelen çocuklarimiz kültürlü olmalı, okumalı, Hak, hakikat, tarikat, şeriat ve marifeti ögrenmeli. Her kitabı okumaları lâzım ki, hakikati bulsunlar. Bir insan okumazsa, kültür sahibi olmazsa, ilim-irfan ögrenmezse, hakikati nereden bilecek? Ama ermiş insanlara bir şey diyemem. O, kendi yeteneğiyle ermiş, yapmış, ama okumadıktan sonra, ilim-irfana sahip olamaz, yol-erkân yürütemez, musahip karındaşlığı yürütemez, cemde, toplumda konuşamaz, cemin gelenek ve göreneklerini anlatamazsın. Bilmeyen varsın, dede olsun. Dede olmakla ne olabilir ki? Kesinlikle soydan gelecek, bilecek.
– Elbistan’da, Kahramanmaraş’ta yatırlar var mı ?
– Pazarcık’ta Selman Pak ziyareti var. Afşin’de Ashab-ı Keyf var. Pazarcık Kirini köyünde, Ahmet Baba Türbesi var. Doğanlar köyünde Ali Dede Türbeleri (2 türbe) var. Bunlar Hürayan Hızır Ocağıdır. Antep yöresinde. Gülük dağında, Hz. Ökkes var. Malatya’nın Doğanşehir ilçesine yakın İbrahim Dede Türbesi var, çocugu olmayanlar oraya giderdi.
– Sizin yörelerde başka Alevî köyleri hatırlıyor musunuz?
– Çok köy var.
– Sayabilir misiniz?
– Köse Yahya, Merik Uşağı, Soğucak, Malap (Yeni ismi Bağış), Ağacaşar, Hançıplaklar, Zerdekeş, Buttolar, Devrent, Şiraşanlı, Değirmenkaya (Eski ismi Mirali, orada da Halil Baba Türbesi var.) Nergele, Çiftlik, Demircilik, Nurhak ilçesi Alevî-Bektaşiler, Küçük Yapalak, Sultan Korusu, Köşk, Yapılı, Beyyurdu, Horhor, Çevirme köyleri, İbrahim Sinemillioğlu’nun Kantarma köyü, Gücük….Bu saydıklarım, Sinemil aşiretidir. Gelelim, Alhas Aşireti köylerine; Halil Öztoprak’ın köyü Aktil (Yeni ismi Yalıntaş), Beştepe, Ökköseler, Yalak, Yeni Söğüt, Toprakhisar, Sevdili, Kastal, Günaltı (Eski ismi Kislik), Hasan Ali, Atmalı, Kaşanlı, Devrişimçil köyü. Benim bildiklerim bu kadar. Pazarcık’ın da epey köylerini biliyorum; Dedeler Köyü (Köyün ismi Gönük), Kulyan, Yukarı Milyanlı, Aşağı Milyanlı, Musa Ağanın köyü Salman-ı Pâk, Deliz, Yarbaşi, Söğütlü, Armutlu, Cibo, Memiş Ağanın köyü İncirli, Doğanlar (İki köydür), Çigil Köyü, Ördek Dede köyü (Kılıçlılar bunlar), Osman Dede, Sakarata, Hamzikuşağı, Cennet Pınarı, Çakmak, Kelanlı, Narlı (Belediyeliktir çogunluk Alevîdir.)
– Bir Alevî dedesi olarak, Alevî kelimesi nereden gelmiş, bunun tarihi nedir?
Hz. Peygamber ve Hz. Ali dünyaya geldikleri zaman, bir düzen getirdiler. Daha önceki peygamberler bir şeyler yapmışlarsa da, becerememişler. Hz. Peygamber, Şia mezhebi üzerine İslâmiyet’i kurdu, Allah’ın vahiyleri, emirleriyle. Hz. Peygamber doğduğu gece diyor ki, “Ahat Put Medine’de, Lahut İran’da, Uzay Mekke’de yüzüstü düştüler, kırıldılar. Kasra Sarayı İran’da yandı. Hz. Peygamber’in doğduğu gece, bir nur doğdu, yeşil kandil nurdan indi. O zamanki İran şahı Bürüs, ateşe tapardı, putperestti. Gece uykusundan kaldırıp, haber verdiler: “Kasra sarayı yandı, putlarımız yüz üstü düştü, kırıldı.” “Neyin nesidir? Nasıl oluyor da Kasra sarayı yanıyor?” Bir zat çıkıp dedi ki, “Bizim yaşlı bir adamımız var, ölüm döşeğindedir. Ondan duydum ki, İncil’de, Tevrat’ta, Muhammet’in, ahir zaman peygamberinin ve İlya’nın geleceğini yazıyor.” (İlya, Ali El Murtaza’dır. İlya Aliyül Veli, Hacı Bektaş-ı Velidir, aynı soydan gelmedir. Daha sonra Bektaşilik adıyla Alevîliği meydana getirdi.) Nihayet o zaman Hz. Peygamber, vahiy yoluyla bu insanları Hak dinine davet etti. Hz. Peygamber’den sonra Ali dünyaya geldi. O dünyaya gelince, işler değişti. Şah Bürüs bin asker yolladı, dedi ki, “Muhammet’i getirin, kellesini kesip, sarayımın duvarına asın.” Ordu gitti, Hz. Peygamber’i Medine’den istedi. Hz. Peygamber kalktı, dışarı çikti. Dediler ki, “Bürüs Şah böyle böyle istiyor.” Daha önce Cebrail vahiy getirip Muhammet’e, “Bürüs Şahın oğlu, şahın kellesini kesip, onun yerine geçti” dedi. Hz. Peygamber de askerlere dedi ki, “Gidin, Bürüs Şah öldü. Oğlu başinı kesti, yerine oturdu.” Asker, bir elçi gönderdi. Elçi gitti, geldi ki, hakikat böyledir. O zaman herkes Hz. Peygamber’e teslim oldu, İslâmiyet’i kabul ettiler. Sonra Hz. Ali dünyaya geldi, Muhammet’in hanesinde büyüdü. Bir gün ikisi Kâbe’ye gittiler, Hz. Peygamber, Ali’yi omzuna almak istedi “Bu putları kır” dedi. “Yok, senin mübarek omzuna çıkamam, omuzların ağrır.” “Yok, sen çık.” dedi. Hz. Ali çıktı, putları kırdı. Yani Hz. Peygamber ve Hz. Ali, dünyaya iyi bir düzen getirdiler. Bir hakikat, şeriat, tarikat, marifet getirdiler ki, insanlar bundan ibret alsınlar. O zaman Hz. Ali’yi sevenlere Ali Evi dendi, Alevîlik buradan geliyor. Bizler Ali’yi sevdiğimiz için, bize Alevî denilmiş. Ali 5 yaşindayken, Antaput adında bir kâfir geldi, “Sen kimsin, kimin nesisin?” dedi. “Ben Ali’yim. Ebu Talib’in oğluyum.” “Git, amcan Hamza Pehlivanla Muhammet’i çağır, onların kemiklerini kıracağım, başlarını keseceğim, götürüp kendi sarayımın kapısına asacağım.” “Öyle mi?” dedi, Hz. Ali. Hemen bir taş kaldırdı, onun göğsüne vurmasıyla, atının üzerinden tepe üstü düştü. “Ben senin gibi nice kâfirin başını kesmiş adamım. Nasıl olur da Hamza Pehlivanın, Hz. Peygamber’in kemiklerini kırarsın?” O orada canı cehenneme gitti. Bir seferinde de beşikteyken, Ebu Sufyan gitti, Aris isminde bir kâfir büyücü vardı, her dona girerdi. “Git, Ali’yi bir çaresine bak, öldür. İleride başimız belâda” dedi. Kâfir geldi ki, Hz. Ali beşiktedir. Kapı kâfirin üstüne düştü. Hz. Ali çenesinden yakaladı, ortadan ikiye böldü. Canı cehenneme gitti. Hayber kalesine gidip de kapısını şahadet parmağıyla koparıp atan medet, bu Ali’dir. Benim pîrim, Şah-ı Merdan Ali’dir, sefiller carını yırtandan medet, kırk kişilik bir mürettebat geliyor, bu kapıyı kaldırmak için, bakıyorlar ki kapı kalkmaz. Hz. Ali’nin bir ilâhi gücü olduğuna karar kılıyorlar. Hz. Mevlâna buyuyor ki; “O dört nesneden yaratılan, meleklerin secde ettiği Adem, Ali’dir, Şit gene Ali’dir, Nuh Peygamber gene Ali’dir, İbrahim Peygamber gene Ali’dir, Davut Peygamber, Süleyman Peygamber, İsa, Musa bunlar hep Ali’dir. Dünya var olmadan Ali vardı, dünya var oldukça Ali var olacaktır. Kıyamete kadar Ali vardır.” Ali’nin varlığına, kerametine kimsenin aklı ermez. Biz niçin Alevî olarak Ali’yi sevmişiz? Alevîler, kim olursa olsun Ali’yi sevenler, Ali’nin bu gücüne, heybetine, kerametine dayanarak sevmişiz. Yoksa herkes insandır. Sünnî kardeşlerimiz diyorlar ki: “Alevîler Ali’yi seviyorlar, ama Muhammet’i sevmiyorlar.” Muhammet’i nasıl sevmeyiz? Cemlerimizde hep “Muhammet”diye bağırıyoruz. Kur’an’daki sözleri, ayetleri saza, söze döküyoruz. İzzettin Dede Siyaset Meydanında diyor ki; “Biz Kur’an ayetlerini saza, söze döküyoruz. Bu, bir halka namazı, bir ibadettir bizim için, Ali’yi, Hacı Bektaş’ı sevenler için. İşte bu böyledir.” Eğer Alevîliğin hidayetini sorarsanız, Alevî olmamızın sebepleri budur. Yani Ali’nin mucizelerine dayanarak Ali’yi sevmişiz, bize de Alevî denmiştir.
Ali ismi Aleviler için çok ama çok önemli?
Elbette. Hatay’daki Fellahlar, Alevî’dir. Onlar Ali’ye, “Allah” derler. “Ali’den başka Allah yoktur” derler. Bu, neden doğuyor? Hz. Ali Hatay Ovasını gezerken, Nasri Tusi Ali’yi gördü, orada beraber gezdiler. Nasri Tusi dedi ki, “Biz susadık” Hz. Ali buyurdu ki, “Falan dağın mağarasına git, orada bir çesme var, bize su getir.” Nasri Tusi gitti ki, Ali oradadır. Bir cevher, bir nur, köşkün üzerinde oturmuş. Suyu alıp getiriyor ki, bu sefer oradadır. Bunu defalarca tekrar etti; “Allahsın, illahsın, billahsın” dedi. Üç sefer başına vurdu, kimi yedi sefer diyor, ama elimizdeki Faziletnâme’de 3 sefer yazılı. Cebrail Hz. Ali’ye vahiy getirdi ki, “Cenab-ı Allah buyurdu ki, onun da inancı öyle olsun” Tokhan dirilsin, dirildi, bir de Seman. Saman Dağı o adamın ismidir. O da Ali’yle gezerken, Ali’ye “Allah” dedi. Ali “Yok” diyip, onu da ikiye böldü, diyor Faziletnâme’de. Gene vahiy geldi ki; “Ya Ali, onun da inancı öyle olsun.” İkinci olarak, Çin Şahının bir meselesi var, Halil Öztoprak’ın kitabında geçer. Çin Şahının oğlu, rüyasında Anteke Şahının kızını görüp, vuruluyor. Diyor ki; “Gidip bu kızı bana alacaksınız.” Hastalanıyor, zayıflıyor, babası “Çocuğa ne oldu acaba?” diye gençleri gönderiyor yanına, diyor ki; “Ben Hatay Şahının kızını düşümde gördüm, aşik oldum.” Beş gemiyi mücevher ve askerle doldururlar, Hatay yöresine gönderirler. Hatay o zaman bir ülkeydi. Gemiler yolda fırtınaya yakalanır, batar. Çin Şahı 6 ay bekler, bir haber yok. Tatar atlılarını gönderip baktırır. Hiçbir iz yok. Adam tahtını tacını bırakır, şehrin köşesinde uzak bir yere kulübe yaptırır, orada ağlaya ağlaya gözleri kör olur. Veziri bir gün der ki, “Şahım! Mekke-Medine’de bir Peygamber, bir de amcasının oğlu Ali varmış. Kerametlere sahipmişler. Biz oraya gidelim, halimizi onlara arz edelim.” Çin padişahı “Peki” deyip, develerle, atlarla Medine’ye gittiler, Hz. Peygamber’in hanesine uğradılar. Hz. Peygamber Kâbe’deydi, yanına uğradılar. Hz. Peygamber Ali’yi çagirdi. “Ya Ali! Bu işi sen yaparsın, bunca keramete, mucizeye sahipsin.” dedi. Hz. Ali dedi ki, “İslâmiyet’i kabul etsin, yaparım.” Çin Şahı o zaman halkıyla beraber İslâmiyet’i kabul ediyor. Halil Öztoprak Faziletnâme’den almış, orada var. O zaman Kamber’e dedi ki, “Yum gözünü, bin terkini.” Kamber yumdu gözünü, kendisini Hatay Saman Dağında gördü, oraya geldiler. Deniz sahili oradadır, Antakya’nın oraya geldiler. Kamber’e buyurdu ki; “Ya Kamber! Git, balıklar şahını çagir.” Dedi ki, “Çocuğumu ve beş gemimi nereye götürdüysen, onları al, getir.” Kamber gitti çağırdı, balıklar geldi “Öyle bir şey yok” dedi. Hz. Ali bir nara attı: “Ey aciz hayvanlar! Ey balıklar! Ey balıklar şahı!” dedi. Hepsi huzuruna geldiler, cem oldular. “Buyur, ey Şah-ı Velâyet! Ne istersen, ne dilersen dile.” Dedi ki; “Çin Şahının oğlunun başparmak kemiği filan memlekette, bir uzak yerde, bir mağaranın içinde, bir kımızı taşin altındadır. Onu alın, bana getirin.” Balıklar gittiler, buldular, kemiği getirdiler. Bir balık Ali’ye sundu. Hz. Ali İsmi Azem duasını okudu, çocuk cana geldi, bir insan oldu. Çocuk yalvardı, eline ayağına düştü, “Ya Ali! Ya Şah-ı Merdan! Yarın Çin’e gidersem, bu kadar insanın babasına, anasına, hısım akrabasına ne diyeceğim? Beni nasıl kurtardıysan, onları da öyle kurtar.” Bir yeşil pençe vurdu denize, “Ey ahir zaman Peygamberi!” dedi, “Sen, Çin Şahı ve Medine halkı, Medine’nin en yüksek dağlarına çikin, Hz. Ali’nin derya mucizesini seyir eyleyin.” Onların her şeyleri birbirlerine ayan oluyordu. Hz. Peygamber’in göz perdesi kalktı, baktı ki Hz. Ali pençeyi vurmuş denizin, deryanın ortasına, beş gemiyi, beş parmağıyla çekti, getirdi. İnsanlar olduğu gibi içinde. Bu kadar mücevher, bu kadar insanın hepsini Çin memleketine uçurdu.
– Böyle mucizeleri oldu diyorsunuz, anlatılıyor.
– Tarihin yazdığı budur, biz uydurmuyoruz. Söylenecek çok şey var, fakat Ayhancığım, hepsini söylemek sayfalara sığmaz.
– Hz. Ali’nin mucizeleri, diğer evliyalar, On İki İmamlar var, onlar da kutsi, büyük kişiler, Hacı Bektaş da aynı soydan, hepsi birbirine bağlantılı dediniz.
– Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, duyduğumuz kadarıyla, evlâdı yok, yani mücerrettir. Kadıncık Ana, her sabah Hacı Bektaşi Veli ellerini yıkamak için elini tutar, o suyunu dökerdi. Hacı Bektaş’ın yüzünü elini yıkadığı o kirli suyu götürür, içerdi. Bir gün Hacı Bektaşi Veli Hazretlerinin boynundan, leğenin içine bir damla kan düştü. Kadıncık Ana’nın adetiydi, suyu gene içti. O gün, Eri olan İdris Hoca’yla buluştular, hamile kaldı, Timurlenk adında bir çocugu oldu. Hacı Bektaşi Veli o zaman dedi ki, “Biz size nefes evlâdı verdik.” Çelebiler oradan geliyor, bel evlâdı değil, nefes evlâdı.
– Bazı dervişlerde mücerretlik var. Öyle bir gelenekleri var.
– Hacı Bektaşi Veli’nin nefes evlâdı böyle, ispatlıdır. Bektaşi kitabında Bektaşiliğin iç yüzü var, “Kadıncık Anayla evlendi.” diyor. Bunun doğrusu neyse, onu yazsınlar. Hayır, Kadıncık Ana’yla evlenmedi, Kadıncık Ana, İdris Hoca’nın zevcesidir, Hacı Bektaş’a hizmet veren bir hanımdır. Bir gün, İdris Hoca Nevşehir’e gidecek. O zaman ufak bir köydü, sığırları nöbetle herkes bir gün götürür, güderdi dağda. İdris Hoca, “Yarın sıra bizde. Ben de Nevşehir’e gideceğim. Kadıncık Ana, hayvanları dağa sen götürürsün” demiş. Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, “Hayır, ben götürürüm” diyor. “Olmaz Pîrim, sen nasıl götüreceksin?” “Yok, ben götürürüm.” Denir ki, “Hz. Pîr sığır güttü.” Sığır gütmesi, budur. O beş taşların oraya, dereye götürüyor. İdris Hoca’nın Sarı İsmail diye bir kardeşi vardı. Çok fitne bir insandı, “Hacı Bektaş bir büyücüdür, Kadıncık Ana’ya dolaşiyor” gibi şeyler söylüyor, bilip bilmediğini konuşuyordu. Bir ilkbahar akşamı, Sarı İsmail çifte öküzleri almış geliyor, Hacı Bektaş’a diyor ki, “Öküzlerimi sığırlara kat, akşam geri getir.” “Sarı, senin öküzlerini katmam, kurt gelir, senin öküzlerini yer. Sonra dersin ki öküzlerimi kurda verdin.” Öküzleri kattı gitti, kurt geldi, Sarı’nın öküzlerini yedi. Akşam oldu. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli Hazretleri malları aldı, köye götürdü. Dedi ki, “Sarı’ya haber verin, öküzlerini kurt yedi.” Sarı geldi, “Bu kadar öküzün içinde nasıl benim öküzlerimi kurt yiyor? Sen yedirdin” dedi. “Sarı, ben sana öküzlerini katma, öküzlerini kurt yer dedim, sonra bahaneyi bende bulma.” Sarı, İdris Hoca’nın kapısını taşladı. İdris Hoca Nevşehir’den daha gelmemişti. Sarı gidip, Nevşehir kadısına şikâyet etti. Dedi, “Hacı Bektaşi Veli benim öküzlerimi kurda yedirdi.” Kadı geldi, beş taşların üst tarafında Hacı Bektaşi Veli’yi sorguya çektiler. Hacı Bektaşi Veli dedi ki, “Sarı, ben sana söylemedim mi? Ben demedim mi ki, öküzlerini katma, kurt gelir öküzlerini yer. Sen cebir kullandın, öküzlerini kattın. Kurt geldi, senin öküzlerini yedi. Benim ne kabahatim var?” Kadı sordu: “Şahidin, dayanağın var mı?” “Evet, beş taşlar benim şahidimdir.” Bazı insanlar diyor ki, “Beş taşlar karşıki dağdan uçup geldiler, şahitlik yaptılar” ama Vilâyetname öyle yazmıyor. Bunlara Allah’tan ses, nida geldi, dediler ki, “Biz şahidiz, Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği doğrudur” Kadı bunu kabul etmeyince, orada kara taş kesiliyor. Bizim Alevîler oraya gittikleri zaman, kara taşa taş atıyorlar. Ben 95’te gitmiştim. Baktım, bu taşa taş atıyorlar, dedim “Niye taş atıyorsunuz? Bu taşta ne var?” Dediler “Kara Kadı.” “Alevîlere bakın, ben de bir insanım, siz de. Biz, içimizdeki Kara Kadıyı temizleyelim, ondan sonra Kara Kadıyı taşlayalım. Orada Kara Kadı ne gezer? Bir taştır o.” Eğer doğruysa, Hacı Bektaşi Pîr’in bedduasına rastlamış, orada taş kesilmiş, bir şey diyemem. Yalnız bu, insanlara bir işarettir ki, insan yüreğini temiz tutmalı. Kara Kadı niçin kara taş kesilmiş? İnançsız olduğu, Hacı Bektaşi Veli’nin gelenek, göreneklerine inanmadığı, nefsine uyduğu için. “Hak hakikati kendimizde bulalım. Taşla taşa vurmanın bir anlamı yok” dedim.
– Kerametlere, mucizelere, ululara, erenlere yüzyıllar boyunca Türk halkı inanmış. Bazıları hurafe, gericilik diyor, fakat biz gerçekçi olmak zorundayız. Birçok gerçek söylencelerde saklı aslında. Halkın gönlünde yaşattığı kişilere saygı olmazsa, halkın gönlünde yaralar açılır. “Yok Ali şöyleydi, ne gereği var da Hüseyin’i anıyorsunuz? Hacı Bektaş Sünniydi vb…” Günümüzde maalesef Türk ve Alevi öncülerine, sembol şahıslarına karşi yoğun bir saldırı kampanyası var. Hem gerçekleri bilemeyen Sünni vatandaşlarımız saldırıyor, hem de bu yetmiyormuş gibi, Aleviler içinden çikanlar da saldırıyorlar. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Kendini bilmeyen Sünni kesim içinden bazıları, eskiden beri bize bu çamuru atıyor, ama çamurun sonu da geldi. Cem evleri açıldı, her şey meydanda. Gelsin, kendi gözleriyle görsünler. Bizimkilere gelince, doğru yapmıyorlar. Bir inancın varsa, Alevîysen, başin bir pîre, mürşide bağlıdır, yolun, erkânın vardır. Ebediyete kadar ona devam edeceksin. Ecdadımız bugünlere kadar getirmiş, bundan sonra da biz devam edelim. Pîrlik, mürşitlik, dedelik nedir? Nereden gelmiş? Nereye kadar gideceğiz? Bu toplumu nasıl bir araya getireceğiz?
– Alevîlik kelimesinin özü nedir? Alevîler dünyaya, Sünnilere karşı ne diyorlar?
– Bütün dünyada Alevîler vardır. Eskiden beri, bir hakka sahip olmak için uğraş vermişler. Emevi- Abbasi Saltanatı zamanında, baskı altında kalmışlar. Alevî; Ali’nin, Ehlibeyt’in yanında yer alan insanlardır. Biz, Türkiye’de yaşayan Alevîler diyoruz ki; bizim vergilerimiz devlete gidiyor, biz de bu memlekette yaşiyoruz, bu devlete hizmetlerimiz var. Bizim vergilerimizle, bize de bir hak tanınsın. Diyanet İşlerinde bizim bilinçli bir dedemizin yer alması lâzım.
– Yani Alevîliği savunacak biri mi?
– Olabilir, neden olmasın? Dedeler, bana kalırsa, maaşa bağlansın. Bizimki rıza kapısıdır, rıza lokmasıdır. Hiçbir imam, Ehlibeyt, kimseye el avuç açmadı. Evinde bulunan çoluk çocugun nafakasını her gece kim fakirse götürür, onun kapısına koyardı. O fakir sabah bakardı ki, bir çuvalin veyahut bir sepetin içinde bir yemek. Alır, çocuklarina yedirirdi. O imam dâr-ı dünyadan göç ettiği zaman, bu rızk fakirin kapısından kesilirdi. O zaman anlardı ki; İmam Zeynel Abidin bunu getiriyordu, İmam Bakır, İmam Cafer Hazretleri, İmam Musa-ı Kâzım Hazretleri, İmam Musa-ı Rıza getiriyordu. Biz halktan bir şey beklemeyelim. Dede olarak, bu işi menfaate dökmeyelim. Menfaate döküldüğü zaman, bu iş kaybedilmiş olur. Talip çalissin, çocugunu yetiştirsin, okulda okutsun, bir memur, bir amir olsun, Alevî olarak, devlet makamlarında yer alsın. Meselâ askeriyede okutsun, yüzbaşi, albay, binbaşi, paşa olsun. Devlet makamlarında yer alsınlar. Devlet bizimdir, biz bu memlekette yaşiyorsak, bizim de haklarımız vardır. Çocuklarimiz yetişir, gider o makamlarda oturursa, devlet görevi üstlenirse, kötü mü olur? Bunu, Hüseyin Doğan dedem de söylemiştir. Dede yazın köyüne, bizim amcaların evine gelmiş, demiş ki; “Ey canlarım! Sizin yapacağınız iş, maarifi üst düzeyde tutmaktır. Çocuklarinizi yetiştirin, eğitim verin, devlet makamlarında yer alsınlar ki, bununla ilerleme olur. Herhangi bir savaş için, kavga için, kötülük için değil, devlet görevi üstlensinler, insan haklarını savunsunlar, yeri gelince, Alevîlik-Bektaşilik nedir, bunu açıklasın, savunsunlar.” Bilinçli olmayan bir insan neyi savunabilir ki? Ben hiç okul yüzü görmedim, kendi kendime ancak okuma yazma öğrendim. Daha sonra bu işin bilincine varıp, kitap aldım, okudum. Hele İstanbul’a geldikten sonra, kitaplar elimize geçti ve Alevîlik nedir? Nereden gelmiş? Nasıl zulme uğramış? Kerbelâ Olayı nasıl olmuş? Kerbelâ Olayından sonra Alevîlik Selçukluların, sonra Osmanlının zulmüne uğramış. Daha sonra Kahramanmaraş, Sivas Olaylarına gelmiş, dayanmış.
– Hepsi zulüm dolu. Bunların hiç birini, meselâ Sivas olaylarını insan olarak kabul edebilir miyiz?
– Edemeyiz tabii, edemeyiz. Burada bağlayalım artık. Sayın Ayhancığım, ben Dervişçimli Ocağından, İmam Bakır soyundan Dede Kalender Kaya. Soyum, ocağım, Dervişçimli’nin soyundan gelen, Molla Halil Ocağı. Dervişçimli ocağı, Molla Halil’in torunları değil, rahmetli İsmail Dedemin bacısının torunu. Sayın İzzettin dedem başta olmak şartıyla, temenni niyazlarımı sunarım.
– Teşekkür ederiz.
– Bizi dinleyen insanlara saygı ve sevgilerimi sunarım, herkesin bu yolda yürümesini bekleriz.
Sağ olun, ağzına sağlık. Kırmadınız bizi, aydınlattınız. Bu bizim tarihimiz, kültürümüz, inancımız, belgemiz. Gelecek genç kuşaklara, çocuklara elli-yüz yıl sonra, “nedir kaynağınız?” dedikleri zaman, “İşte dedemiz, ozanımız, aşigimız, yazarımız ve onların görüş ve düşünceleri, fikirleri, kitapları, yazıları” diyebilmeliyiz. Bunlar o yüzden çok önemli. Siz gördüğünüzü, duyduğunuzu, yaşadığınızı aktardınız. Birinci kaynaksınız, yani çok önemli bir işleve sahipsiniz. Bir kişinin kitap okuması başka, toplum içinde yeri olan, kendine bağlı talipleri olan, sevenleri olan insanların fikirlerinin kaydedilmesi de çok mühim. O yüzden tekrar tekrar teşekkür ediyoruz. Bu hizmetlerinizi Hak kabul etsin, yolumuz aydın olsun, sizin dualarınızla beraber, birlikten, dirlikten cümlemizi Şah-ı Merdan ceminden ayırmasın, Hızır yardımcımız olsun, gerçeğin demine HÛ diyelim, sağ olun.
20-07-1998/ CEM VAKFI GENEL MERKEZİ
Sorulara Cevaplar
Yol erkan Muhammed Ali’ye dayanır.
Ocak Muhammed ve Ali’nin soyundan gelenler ocaklıdır.
Geldiğimiz ocak Muhammed Bakır evladıyız Dervişçimli ocağındanız.
Ocaklar Evladı Resul evladı Seyidi saadettir.
Ağuiçen, Baba Mansur, Kureyşan, Hüseyin Abdal, Hıdır Abdal, Karaca Ahmet daha bir çok ocak vardır.
Ocakların artışları nüfusa göre artmıştır.
Dedelerin soyu Muhammed Ali’ye dayanır. Arap soyuna da dayanabilir. Sonunda Türkleşmiştir.
Soy kütüğünü gösteren seceremiz vardır.
Ocağımızdan daha bir çok dedeler vardır.
Taliblerimiz vardır ekonomi sorununda dağılmışlardır.
Dedelik görevine 20-25 yaşlarında başladım.
Taliblerin köylerinde cem yapardık.
Köy dağıldı. Talib köylerinde Hatayı yörelerinde yaptık.
Dede olmanın koşulları kültür görmektir.
Dedelik soydan gelir atam olmaz.
Dedeler toplumda talibleri birleştirir onları yolun hükmüne göre ahgamı tarikatı talibe telgin eder.
Dedeler cemlerde görevi tarikatın hakimidir. Talibleri dört kapı üzerine sorar ve kurbanlarını keser.
Dedeler birbirleri ile evlenirler talibden kız alıp vermezler.
Dedelerin vefatı olursa bu yolu sürenin birisi posta oturur. Kültürsüz olmaz aynı soydan olur.
Dedeler görevini köy köy dolaşarak yürütürlerdi.
Dedelerin özel giysisi olmaz istediğini giyer.
Dedeler fazilet kumru İmam Cafer buyruğu kuran bir çok kitap okurlar eksi yazı bilende okur bilmeyende.
Dedeler sakal bırakırsa kesmezler. Ekseriyette bıyık bırakırlar.
Dedelerde saz çalanda olur çalmayanda olur.
Sazdan başka bir şey çalınmaz.
Dedeler zakirlerle birlikte cemi yürütürler.
Bizim ocağımızda üç türlü cem vardır. Lokma cemi, Abdal Musa cemi, Görgü cemi vardır.
Dedeler düşkünlükte kadın boşayan, başkalarının helalini alanlar, adam öldürenler, başkalarının malını alıp vermeyenler haksızlardan bu hesaplar sorulur bunlar düşkündür.
Musahiplik Muhammed Ali’den kalmıştır. Her türlü koşullarda yardımlaşmaktır.
Cemlerimizde kırklar semahı yapılır başka semah olmaz.
Kivreliğin koşulları sevgidir.
Cemlerimizde pençe vurulur. Velayet kerem Ademdedir.
Dedelere talibin içinde ne gelirse bir rıza lokması alırlar. Dergaha da lokma verirler Hacı Bektaş dergahına.
Dedeler Hacı Bektaş’a gitmek zorundalar, Abdal Musa’ya giden olur.
Her dede oğlu dedelik yapamaz. Kültürü varsa yapar.
Dedenin soyu yürümezse başka bir ocak olan el tutar.
Dede düşkün olursa dedelikten men edilir. Yetki hangi ocakta ikrarı varsa o ocak yetkilidir. Bir daha postta oturamaz.
Dedelik kurumunun gelişmesi için cem evlerine kültür evi yapılmalıdır. Dede çocuklari okumalıdır.
Aleviliğin ibadet anlamı iki kutsal emanete bağlıdır; biri Kuran biri Ehlibeyttir. Ramazan orucu tutmazlar, camide yapmazlar.
Türkiye’de tahminen 25 milyon vardır.
Cem evlerinin yararı olmuştur. En azından toplumu bir araya getirmişlerdir.
Alevilerdeki Kuran anlayışı doğru ibadet yapmak, elin-beline-diline sahip olmaktır.
Aleviler dernek ve vakıflarda doğru çalismalidir. Toplumun hastası olur ekonomiden düşkünü olur anlara ve yetimlere fakirlere yardımda bulunmalıdır.
Cemlerde Muhammed Ali’nin yolu ne ise o olur.
Alevilere resmen meclisteki kanun çıkarılarak aynı hakka sahip olmalıdır. Alevilerin vergisi alınır Alevi’ye hiçbir imtiyaz hakkı tanınmaz.
Alevilerde devlet bütçesinde Diyanete verildiği gibi Alevilerde aynı hakkı vermeleri lazımdır.
Okullarda Aleviliği içeren dersler verilmelidir.
Düşkünlükde arınan taliblerde arınmayan taliblerde olabilir iki türlüdür. Günahı sağın, günahı kebir.
Aleviler orucunu her birlikte tutmalıdır.