Var mıdır, yok mudur?

Ali Kaykı

Bazı şeyleri anlayabilmek için kendimizin ve bilgimizin bir sürü aşamalardan geçmesi gerekiyor. Anladığımızı, bildiğimizi sandığımız çok şeyi gerçekten sandığımız kadar biliyormuyuz?

Varlık, acaba sadece bizim bilgimiz dahilinde mi vardır?
Yani, bildiğimiz gördüğümüz nesneleri var, bilmediğimiz görmediğimiz nesneleri de yok mu kabul etmeliyiz?

Ya da yok kabul ettiğimiz şeyler bilmediğimizden ötürü mü yoktur? Yoksa, gerçekten olmadığı için mi bilmiyoruz?

Küçük bir çocugu düşünelim…

Yok, yok kendimizi örnek alalım! Daha ilkokul çagindaki bilgi düzeyimiz ile ortaokul, lise ve üniversite dönemlerindeki bilgi düzeylerimiz arasında olan farkın gözle görülür cinsten olduğu hepimizin malumudur.
 
Bunun yanında bugünün teknolojisini, bilimini, bir de bundan 100 yıl öncesininkini, eğer yeterince doğru tahminlerde de bulunabilirsek 25 yıl sonrasını da düşünelim. Şayet 1900 senesinde yaşamış olsaydık 2025 yılının teknolojisini aradan en fazla üç nesil geçmiş olabilmesine rağmen ne kadar doğru tahmin edebilirdik. Ya da biz 1900 senesinde yaşarken birisi bize 2025 yılında olacaklardan bahsetmiş olsaydı anlatılanlara ve anlatana olan inancımız ne ölçüde olurdu?

Görüldüğü gibi sadece bir yüzyıl içinde, bilimde bilinen ile bilinmeyen arasındaki fark insan mantığının çok dışına çikabiliyor. Bir de sonsuzluğun ilmini yani zaman ile bilginin sonsuzluğunu düşünmeye kalksak bunu ne kadar becerebiliriz?
Aslında bu bizi korkutmamalı. Bugün insanların en bilgini beyninin sadece %10 unu kullanabiliyor ve bu oranın içinde bugüne kadarki insanlık tarihi de dahildir. Geçmişte varlığına inanmadığımız nesneleri bugün ilerlemiş aklımız ve yeteneğimiz ile var kabul edebiliyoruz.

Bizim demek istediğimiz bilgimizin dışında olup ta var olan ama varlığından haberimizin olmadığı nesneleri nasıl kabul etmeliyiz?

Var mıdır? Yok mudur?

Bilim ve teknoloji konuları açılıp tartışıldığında kendime ve çevremdekilere çok kere şu soruyu sormuşumdur. ‘İnsanların kullanmış olduğu ilk araç ya da enerji ne olmuştur, son olarak kullanacağı araç ya da enerji ne olacaktır?’ Bunun yanıtını yine kendi kendime verebildim. O da insanın kendisidir. Bir insan ana karnından ölümüne kadar hep kendi enerjisini kullanmıştır. Yeterli olmadığı yerlerde veya durumlarda da işini kolaylaştıran kendi yarattığı enerji çesitlerini ya da araçları kullanmaktadır. İnsanlar binyıllardan beri ihtiyaçlarına göre yeni araçlar teknolojiler geliştirmiş ve onlardan faydalanmışlardır. 21. ve 22. yüzyıllarda nerelere gelinir bilmiyorum ama en sonunda insanoğlu kendi enerjisi dışındaki enerjilere ve araçlara ihtiyaç duymayacağına eminim.

Günümüzde teknoloji patlaması olarak nitelendirilen bu gelişme, aslında insanın kendini ararken, kendinde var olan bilimi açığa çikarmasindan başka bir şey değildir. Bu arayış, insanın kendi saflığına ulaşana dek sürecek ve gerçek kimliğine ulaştığında da bunu evrensel boyuta taşiyacaktır. İnsanoğlu kendinde var olan bu yüceliği keşfettiğinde, bu kadar teknolojinin gereksizliğine ve bunun için harcamış olduğu zamana hayıflanacaktır. Aslında bu hal ona bahane olmuştur. Yani bir yerlere varabilmek için, mutlaka öyle veya böyle bir yerlerden geçmek gerekmektedir. Simavna kadısı oğlu Bedreddin aradığı gerçeği gittiği her yere beraberinde götürdüğünü Mısır da Şeyh Hüseyin Ahlati'nin hankahsında gördü. Oraya gitmeseydi belki de kendisini hiçbir zaman keşfedemeyecekti. Budha ögrendikleri ile varlık alemini kaynaştırıp kendini tamamen arıtarak özüne inememiş olsaydı Ninova'ya kavuşamıyacaktı. Bir Hallacı Mansur dara gülerek gelmeyecek, vücudunu parça parça edenleri affetmesi için Allah a yalvarmayacaktı.

Bu bizim pozitif bilimlere karşi geldiğimiz anlamına gelmemeli.
İnsanlara, insanlığa tabii ki bilim gereklidir. Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli nin de dediği gibi ‘ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır’. İnsanlar mutlaka araştırmalı, ögrenmeli, gerçeği bulmalıdır. İnsan zaten bunun için vardır ve en büyük özelligi de budur. Fakat pozitif bilim gerçeğe ulaşabilmek için çok zaman alan, binlerce yıllık insan ömrünü kapsayan, aşama aşama gidilen uzun ince bir yoldur. Ve bu gidişte insanlar maalesef sadece insanlığa hizmet etmiyor, kendilerine ve doğaya faydalarından çok zarar verdikleri de oluyor. Einstein atomu böldü ve bilimde çigir açtı fakat aradan pek fazla bir zaman geçmeden yüzbinlerce insan ölmek yorunda kaldı ve aynı zamanda doğanın da güçlü bir şekilde tahrip edilmesi ile henüz doğmamış insanların ölmesine neden oldu. Tabii ki amacı bu değildi fakat görüldüğü gibi bilim direkt insanların -insanlığın- gelişmesine, hizmetine sunulmuyor. Önce Pentagonlar için egemen güçlerin egemenliğine artılar sunuyor, geçersizliğinde, gereksiz görüldüğünde sanki insanlığa hizmet gibi piyasaya sürülüyor. Oysa bilim, bir savaş aracı değil, insanlığa hizmet ve insanların doğası ile bütünleşme aracı olmalıdır. Pir'imizin demek istediği aydınlık ta budur.

Aslında biz neyi aradığımıza, neyi bilmek, neye ulaşmak istediğimize doğru bir karar verebilmiş olsak, bu kadar yüzyıla ya da binyıla gerek kalmadan, kendimizi ve doğamızı da tahrip etmeden kendimizdeki gerçeğe bir ömür gibi kısa bir zamanda da ulaşabiliriz. Bilgimizi sadece akıl ve beş duyu organımız ile sınırlarsak bunun ötesine hiçbir zaman ulaşamaz, akıl gözü ile görebildiklerimizin içine gizlenmiş olanı hiçbir zaman tanıyamaz yarı yola gelmeden ömrümüzü tüketmiş oluruz. Çok kişinin ‘ben görmediğim şeye inanmam’ düşüncesinin ardına sığınması onun gerçekçi tutumuna kesinlikle yeterli değildir. İnsanı en fazla yanıltan organı gözüdür. O halde bizim her gördüğümüz de doğru olmayabilir. Bundan dolayıdır ki ara sıra gördüklerimizden bile şüpheye düştüğümüz olmuştur. Şeyh Bedreddin Varidat ta ’insanın sahip olduğu gerçek bilgi sezgileri ile edindiği bilgilerdir’ diyor. Bu durum tabii ki kendisi ve yukarıda örnegini verdiğimiz kişilerin konumundaki insanlar için geçerlidir. Bunun dışındaki doğrular bir zaman sonra yanlışa dönüşebilir. Yani doğru gerçek anlamına gelmez. Gerçeği anlamaya insan aklı -eğer yaşamamışsa- her zaman yetmeyebilir. Çünkü anlamak ile bilmek, akıl ile görmek gibidir. Aklın kanıtı sadece beş duyu organının bildirdiklerini mantık süzgecinden geçirmesi ve düşünce ile yarattığıdır, gerçeğin kanıtı ise aklın varlığı olduğu gibi, bütün varlık aleminin öz varlığıdır. Yani varlığın aslı, sıfatı değil zatıdır. Zat, sıfata şeklini veren onun halini belirleyendir. Yani sıfata şekil verip kendini içinde gizlemiş ve kendi içinde de bütün varlık alemini gizlemiştir. Sıfat her zaman fani olmuş, zat, kendini her sıfatta değişimlere dönüşümlere uğratmıştır. Bu durumu biz zahir gözümüz ve aklımız ile anlayamayız sadece bilebiliriz. Bilmek, dolaylı olandır, anlayabilmek zat ile bir olmaktır. Biz, ateşi biliriz, tanırız ama anlayabilmemiz için ateş olmamız gerekmektedir.
İşte her zaman var olmuş olan ve varlık aleminin kendisi olan, bizim ancak sıfatımızdan sıyrılıp özümüze erişince kendisine ulaşabildiğimiz gerçek, zatın kendisidir. Yani tanrının kendisidir! Onu, bütün akıllar bir araya gelse ne anlayabilir ne de anlatabilir. İşte yüce tanrı, ‘evrene sığmadım, mümin kulumun gönlüne sığdım’ demekle mümin kul olan insan-ı kamil’in kendisi olduğunu en açık bir dille açıklamıştır. Var olduğumuzdan beri bilmeden arayıp durduğumuz, göremediğimiz, bilemediğimiz ve bir türlü anlayamadığımız gerçek bizim kendimiz Zat’ımızdır. Biz bizi anlayabilmemiz için aklın ötesine geçmemiz lazım. Bu da ancak bana – bize – bütün varlık alemine duyulan sevgi – sevda – aşk ile mümkündür. Yani beni bilmeyince bizi anlayamayız, bize varmayınca da bütün varlık alemine ulaşamadığımız gibi; sevmeyince sevdayı bilemeyiz, sevdayı bulamayınca da sınırsız olup evreni içerisinde barındıran aşka eremeyiz.

Zamanımızdan yaklaşik 1400 sene önce Şah-ı Merdan Şirri Yezdan Cenab-ı Ali Aleyhisselam ne güzel demiş:

Derman sende ama senin haberin yok
Derdin senden ama sen görmüyorsun
Kendini küçücük bir beden sanıyorsun
Oysa koskoca bir evren dürülmüş içinde senin
Öylesine apaçık apaydın bir kitapsın ki
Gizli şeyler onun harfleri ile meydana çikmakta
Dışarıya kimseye gereksinimin yok senin
Gönlünde yazılmış yazılar herşeyden haber verir sana

Hz. Ali'nin bu güzel sözlerinden payına düşeni alabilene ne mutlu!

Son söz olarak şunu söylemek isterdik:

Cehaletin dini, mezhebi, milliyeti olmaz.

Ögrendigimiz, bulduğumuz her yeni şey varlık alemindeki keşiflerimizdir.

Kendimizi bugün keşfedersek, yarınlardaki aramalara gerek kalmaz.

Dostça kalın…..

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*