Yavuz: Osmanlı’nın Başına Çuval Geçiren Padişah

Kazim Balaban / Viyana

Emevilerin getirdiği İslam Anlayışına, Arap İslamı veya Araplara özgü bir İslam diye değerlendirme yapan anlayışları sorgulayıp, bu İslamı Hilafete büründürüp Çaldıran’da Şah İsmail ile yaptığı savaş sonrası Osmanlının başına bela eden Sultan Yavuz’u başka açılardan da irdeleyebiliriz. Bunun için önce Arap kavimlerine kısaca göz atalım.

Bir çok insan Arap coğragyasına ve onların yaşadığı sefil yaşama bakarak İslam dinini Araplarla özdeşleştiriyor. Bu büyük bir yanılgıdır. Tarih sayfaları, Arap kavimlerinin dünyanın en büyük medeniyetlerini oluşturan bir çok açıdan son derece dinamik bir toplum olduğunu gösteriyor. Arapların yaşadığı alanlar olan Kuzey Afrika, Mısır, Arap yarımadası ve Mezopotamya coğrafyalarına baktığımız da, İslamın bu topraklara egemen olmasında sonra tahribattan kurtulan verilerle bunun kanıtlanması mümkündür.

Dünyaya damgasını vuran dünyanın en büyük medeniyetleri ve harikalarının çoğu bu coğrafyada yaşanmıştır. Mısır Piramitlari, Babil Kulesi, Bağdat’nın Cennet Bahçeleri bunun için örnek gösterilebilir. Ayrıca Helenist medeniyetlerin oluştuğu Ege topraklarına, Tarihi İpek yoluna coğrafi olarak yakın olması gibi dünyanın diğer önemli şaheserlerini yaratan medeniyetlerden de coğrafi olarak uzak olmaması faktörleri bir araya getirildiğinde, üstü toz kaplamış fotoğrafı sezinlemek mümkün olabilir. Bunun yanında bütün dünya arkologlarının ve teologlarının uzun yıllar üzerinde kapsamlı olarak çalışmalarına rağmen ne yapımı, ne de gizemi üstünde ki perdelerin aralan(a)madığı Mısır Piramitlerini göz önüne aldığımızda eski Arap medeniyetlerinin boyutu hakkında tahminde bulunulabilir.

Arap dil(ler)i de eski tarihlerde son derece zengin bir dildi. Bu dille pek çok aktarım kolaylıkla sağlanabiliyordu. Araplar bu dil sayesinde dünyanın en büyük medeniyetlerini meydana getirmişlerdi. Bu dil sayesinde en güzel edebiyat yazıları yazılmış, en güzel şiirler kaleme alınmıştır.

Eski Arap toplulukları bu dil(ler) sayesinde bilimde, matematikte, astrolojide, tıb’da harikalar yaratmıştı. Bu dil sayesinde şakıyarak coşkulu müzik yapılabilmiş, ve bu dil sayesinde kıvrak halk dansları sergilenebilmişti.

Ancak dünyada oluşturulan tüm büyük uygarlıklar gibi bu coğrafya da bir süre için dinlenmeye çekilmiş ve tarih sahnesinde ki etkinliğini geri plana almıştı.

Halife Ömer döneminde 635 – 645 yılları arasında bu medeniyetlerin artıklarının depolandığı en büyük kütüphaneler yakılmış, yıkılmış, ve belgeleri haftalarca hamamlarda yakıt olarak kullanılarak eski medeniyetlerin üstü örtülmüştü. Tarih notları Halife Ömer’in döneminde İskenderiye’de bulunan 400 bin civarında ki belgenin bu şekilde hamamlarda küle döndürüldüğünün ağıtını yakmaktadır.

Bugün dünyanın her neresine bakarsak bakalım şehirlerle kırsal bölgeler arasonda ciddi bir farklılık görmekteyiz. Kentler genelde otorite ve hiyerarşiyi temsil ederken, taşralar genellikle feodal geleneklerin etkin olduğunu göstermektedir. Kentlerde kurallarını beylerin ve kralların koyduğu göreceli bir düzen görülürken, taşra daha ziyade tarım ve hayvancılığın kendine özgü şekillendirdiği özelliklerle öne çıkıyordu. Ve doğal olarak taşra da kanunlar daha gevşek uygulanıyor, beylerin ve kralların otoriteleri daha az etkin oluyordu. Bu fotoğrafa kente uyum sağlamayan veya merkezi otorite ile sorunlu olan ancak otoriteye baş kaldıran kesimleri de dahil ettiğimizde merkezi otoritenin dinamizminin önce taşra da sorgulandığını ve ona baş kaldırıldığını görürüz.

Merkezi otoritenin can damarı olan gıda maddeleri ve giyim- kuşam taşıyan kervanların genellikle taşra da  soyguna uğradıkları görülür. Merkezi otorite bir yandan ticaret kervanlarından ticareti uygun hesaplarla yapıyor, bir kısmından da güvenlikleri veya toprak bastı şeklinde vergi alarak gelir oluşturuyordu. Ticaret kervanları bu yüzden yanlarında çok fazla silahlı koruyucu taşımaz, onları koruyacak belli otoritelere vergilerini vererek geliş- gidişlerini sürdürürlerdi. Zaten yüzlerce silahlı koruyucunun binlerce km. yolda kervana eşlik etmeleri ekonomik olarak da kervan sahiplerini sarsardı.

Ancak her şeye rağmen zaman zaman kervanlar soyguna uğrar, malları eşkıyalar tarafından talan edilirdi.

Kervan sahipleri dünyanın her yerinde soyguna uğramışlardır. Ancak gerek bölge otoritelerinin kervan sahiplerini kollamaları ve gerekse iştah kabartan gelirler yüzünden kervanla ticaret tarihte hiç bir zaman kesintiye uğramamıştır.

Bir kervanın her hangi bir bölgede soyguna uğraması, o bölge üzerinde söz sahibi olan otoriteye başkaldırı olarak algılanır, otorite sahibi mevcut askeri güçleri ile soyguncuların peşine düşerek onları etkisizleştirmeye çalışır, yakaladıklarına da- biraz da başkalarına göz dağı vermek için – çok ağır cezalar uygulardı. Bu yüzden eşkıyalar genellikle kervan sahiplerinden ziyade daha küçük soygunlarla yetinmek durumunda kalırlardı.

Ancak Mezopotamya bölgesi için bu kurallar göreceli olarak daha başka farklılıklar içermektedir. Kervan soygunları Mezopotamya bölgesinde güneye inildikçe, başka bir deyimle çöller arttıkça başka bir biçime bürünmektedir. Çöllerin uçsuz bucaksız ve su kaynaklarının sınırlı oluşu yanında, var olan su kaynaklarınının çöllerde nerelerde bulunabileceği konusunda gezgin kervan sahipleri bilgisizdi. Böyle tehlikeli bölgelerden geçerken yanlarına çöl bölgelerini iyi bilen klavuz almaları gerekirdi. Ancak soygun sonrasında bu klavuzların kervan sahiplerine çöl eşkıyalarının kaçacakları / saklanabilecekleri muhtemel alanları gösterme istekleri fazla değildi. Çünkü sonuçta kervanlar gelip geçecek ve o bölgenin kendine özgü kuralları daha sonra devam edecekti. Bu kuralların başında da soyulan kervan sahiplerine yol gösteren klavuzların başına daha sonra nelerin gelebileceği sorusuydu.

Kaldı ki kervan sahiplerinin yük taşıyan at, katır, deve gibi hayvanları, ağır yük ve uzun yol göz önüne alınarak hazırlanıyordu. Deve dahil çöl yaşamına yabancı hayvanın bu uçsuz bucaksız kum vadisinde doğaya karşı fazla direnci olamazdı. Netice de çöl eşkıyalarını soygun sonrası takip edecek ve mallarını kurtaracak güçlerin hem kendileri, hem de hayvanları çöl ortamına elverişli değillerdi.

Çöl coğrafyasına yakın yerlerde soygun planlayan çöl eşkıyaları kendi yaşadıkları çöl bölgelerini iyi tanıyorlardı. Kendileri ve hayvanları bu coğrafyanın özelliklerine yatkındı.Çöl de su kaynaklarının hiç bulunmadığı alanlarda kervan soygunu öncesinde gerek görürlerse bir miktar su saklayarak kervan sonrası o yöne kaçıyor ve önceden gizledikleri sularını da yanlarına alarak çölde kaybolup gidiyorlardı. Kervanı basılan kişilerin böyle durumlarda onları kovalama ve mallarını kurtarma şansları artık yok denecek kadar azdı.

Ticaret kervanları doğu Asya’dan batı Avrupa’ya kadar uzanan uzun yolda doğrudan veya aralıklı seferler yapıyorlardı. Bunun dışında elbette kuzeyden güneye doğru da yer yer irili ufaklı yüzlerce kervan ticaret yapıyorlardı. Kervancılık her yerde riskli bir meslekti. Ancak çöllerin bulunduğu coğrafya da ise böylece daha da fazla risk teşkil ediyordu. Ve doğal olarak bu kervanların bir kısmı da bütün tehlikelere rağmen çöllerin hakim olduğu coğrafyaya seferler yapıyorlardı.

Bedevilerin yaşadığı, başka deyimle bir nevi Çöl Köylülerinin yaşadığı coğrafya da kervan soygunlarının riski az olduğu için bu durum çöllerin bulunduğu alanlarda kendine özgü bir kültür ve ahlak geliştirmiştir.

Soygun ve talana bir nevi doğal geçim kaynağı olarak bakılıyordu. Soyguncular için sorgulanan ahlaki boyut, kervan sahibinin tanıdık bir aşiretten veya yakın bölgeden olup olmamasına orantılıydı.

Bu ahlaki yapılanmanın bir benzerini yakın çağda Avrupa ve Amerika’da da görmek mümkün. Soygun ve talan, yüzlerce yıl kolonist Amerikalı ve Avrupalının doğal geçim kaynağı sayılmış, başta yoksul Afrikalılar olmak üzere tüm Afrika kıtası ve güney Asya sahilleri kolonistler tarafından soyulmuş, talan edilmiş, yakılmış ve yıkılmıştır. Bugün Asya ve yoksul ülkelere küçümseyerek bakan ABD ve Avrupa’lıların dedeleri Milyonlarca Afrika’lıyı hoyratça yerinden / yurdundan ederek köle yapıp satmış, ailelerini parçalamış, direnenleri de vahşice katletmiştir.

Amerikalı ve Avrupa’lının yaptıkları sadece bunlar değildi elbette. Onlar girdiği ve kendilerine yurt edindiği yerleri de aynı barbarlıkla talan etmiş, Amerika kıtasında asıl yerli Kızıl Derilileri ’’Kovboy’’ filmlerinde gördüğümüz gibi barbarca katlederek toprakları üstüne oturmuştur.

Bu durum Güney Afrika’da halen görüldüğü gibi tüm Afrika’da kıtasında soyguncu beyazları üstün ırk yapacak ve ayrıcalıklar tanıyacak kadar ölçüsüzleşmiştir.

Amerikalı ve Avrupa’lının yüzyıllarca bir birleri ile yarışarak sürdürdükleri bu ahlaksızca soygun, katliam ve talanı, kendileri açısından doğal geçim kaynağı görülmesi nasıl bu kıtalarda meşru bir zemin bulmuşsa, çöl bedevileri içinden çıkan eşkıyaların soygunları da aynı şekilde kendi coğrafyalarında meşru geçim kaynağı görülüyordu. Hatta bu konuda Avrupalı ve Amerikalı haydutlar, meslektaşları çöl bedevilerinden daha da barbarlardı. Ayrıca icraatlarını çok daha sistematik ve kapsamlı yapıyorlardı. Çöl bedevileri soyup kaçarken, onlar ayrıca katlediyor ve halkları köleleştiriyorlardı.

Arap çöl köylülerine özgü bu talan anlayışını bir tarafa not edip esas konuya dönelim.

Mekke’de Semavi dinlerin atası olarak bilinen Hz. İbrahim tarafından yapıldığına inanılan Kâbe ve sonradan düzenlenen çevresi, süreç içinde bir birleri ile kavgalı Arap kavimleri için o dönem kutsal bir mekâna dönüşmüştü. Hangi tarihlerden itibaren şekillendiği tarafımızdan fazla netleşmemiş bir süreçten sonra 5. Yüzyılda putlara tapan Arap kavimlerin ortak kutsal mekânına dönüşmüştü. 360 civarında irili ufaklı sergilenen putlara Arap kavimleri bağlılıklarını ifade etmek için üzerinde anlaştıkları ateşkes dönemlerinde gelip ziyaret ediyor ve çeşitli adaklar sunuyorlardı.  Bu ziyaretler döneminde hem göreceli bir ticaret yapılıyor hem de Kâbe’nin ziyaretçilerinin dikkatlerini Mekke’ye çekiyordu. Bu dönemde kurbanlar alınıp satılıyor, su kaynakları birere gelir kapısı olarak değerlendiriliyordu.

Kâbe’nin bu özel statüsünden istifade eden bir aile vardı. Ümeyyeoğulları denilen Kureyş ailesi bu ticaretin rantını elinde tutuyor ve ciddiye alınan bir aile muamelesi görüyorlardı.

Hz. Muhammet 612 yılında İslam dinini ilan edince en büyük tepki uzak akrabaları olan bu Ümeyyeoğullarından geldi. Aile yeni dinin bölgede etkin olması halinde Arap kabilelerin artık Kâbe’yi ziyaret etme ihtiyacı duymayacaklarını ve dolayısı ile rant olanaklarını yitireceklerini düşünüyorlardı.

Böylece Mekke’de ilk ciddi muhalefet bu aile tarafından başlatılmış oldu.

Bu ailenin gerek aile ilişkileri, gerek sosyal yaşamları ve gerekse bölgede ki etkileri kervan soyan, yol kesen çöl haydutlarının ahlaki değerleri ile ciddi bir örtüşme gösteriyordu.

Başka bir deyimle Ümeyyeoğulları, çöl haydutluğunu, Mekke ileri gelenleri olarak, fırsatçılık – çıkarcılık anlayışlarını Kâbe sorumluları kimliği ile örterek / gizleyerek sergiliyorlardı.

Bu ailenin yeni dine tepkileri çevrelerinden de destek görünce Hz. Muhammed ve İslam dinini benimseyenler zorunlu olarak bu toprakları terk edip Medine’ye yerleştiler. Medine’lilerin yeni dine doğrudan cephe almalarını gerektiren rant sorunları yoktu. Doğal olarak yeni dine önyargısız yaklaştılar ve çoğunluğu kısa sürede bu dini benimsediler.

Medine de bulunan putperestler ve başka dinden olanlar da bu yeni dine aynı şekilde ciddi bir muhalefet göstermeden yaklaştılar. Mekke’lilerin tehditleri ve Medine üzerine 3 defa savaş açmalarına rağmen onlar genelde Hz. Muhammed’e olumlu yaklaştılar.

Mekke’liler bu yeni dinin gelecekte bölgede gelişip kabul görmesinden ve giderek rant gelirlerinin tehlikeye girmesinden endişe duydukları için onları Medine’de de rahat bırakmadılar. Bedir (624), Uhud (625) ve Hendek (627) yıllarında 3 büyük savaşla haritadan silmek istediler. Ancak bir başarı elde etmedikleri gibi Ümeyyeoğullarının pek çok ileri geleni yaşamını bu savaş meydanlarında kaybettiler.

Bu durum, Mekke’lilerin yeni dine rant nedeniyle karşı çıkmalarının yanına bir de intikam ve nefret duygularını da ilave ettirdi.

ve Hz. Muhammed öncülüğünde Medine’liler 630 yılında Mekke’yi işgal ettiler. Hz. Muhammed eski düşmanlarına yeni dini kabul etmeleri halinde barış vaad ettiği için onlar da bir anda eski inançlarından vaz geçerek yeni dini kabul etmiş göründüler. Aleviler bu sahte din değişimine ‚’’Kılıç zoru ile imama gelenler’’ deyimini kullanmaktadırlar.

Medine’liler her ne kadar yeni dini kabul etmiş görünseler de gerçek hiç de öyle değildi. Ümeyyeoğulları pusuya yatarak sessizce fırsat kolladılar ve ilk fırsat Hz. Muhammed’in Hakka yürüme (8 Haziran 632) tarihinde karşılarına çıktı. Hz. Muhammed’in Gadirhum’da ( 23 Şubat 632) yerine Vekil tayin ettiği Hz. Ali’yi değil yerine Ömer’le anlaşarak, Ebu Bekir’i getirilmesine destek sundular.

İlk 3 Halife döneminde Ümeyyeoğulları giderek toparlandı ve eski güçlerini elde ettiler. Ve Hz. Ali’nin Halife olmasına cephe alarak ilk isyan bayrağını 656’da başlattılar. İsyanlar çeşitli entrikalarla pek çok alanda farklı farklı biçimlere bürünerek devam etti ve Hz. Hasan’ın Muaviye tarafından şehit edilmesi (670) ile sonuçlanmış oldu.

Halifelik makamının Muaviye’nin ölümü ile Ümeyyeoğulları tarafından hemen Krallığa dönüştürüldüğünü görüyoruz. Çöl fırsatçılığı dini derhal en üst seviyeden siyasete alet etmeyi başarmış oluyordu.

10 Ekim 680 Kerbalâ Vakası sonrasında Hz. Hüseyin’in kesilen kellesi Yezit’in önüne getirildiğinde Yezit elindeki değnek ile kesik kelleyi dürterek şu tarihi sözü söyler.

’’ Ey katilin oğlu. Baban ve ataların, benim atalarımı Bedir’de katlettiler. Atalarım mezardan kalksa da Bedir’in intikamının alındığı bu mutlu günü görseler. Çok şükür bu mutluluğa eriştim’’

Yezit’in bahsettiği Bedir savaşında (624) Yezit’in dedeleri İslam dinine karşı savaşıyorlardı. Kerbala vakasında ise (680) Yezit artık İslam dininin Halifesi olmuş durumdadır. Ancak orada İslamın tarafını değil, İslam öncesi çöl haydutluğunun değerlerini savunan atalarının anlayışı ile konuşmaktadır. Ve doğal olarak aynı anlayışın da savunucusu durumundadır.

Ümeyyeoğullarının İslam dinime karşı çıkışlarının esas sebebi yeni dinin bçlgede kabul görmesiyle rant kapılarının kesilmesiydi. Ancak aynı anlayışı sürdüren Ümeyyeoğulları ve taraftarları süreç içinde İslam dininin başına geçmiş ve daha güçlü hale gelmişlerdi. O halde İslamı da kendilerine benzetmeleri ve geleneksel çıkarlarına alet etmeleri gerekiyordu. Öyle de yaptılar. Ve İslam dinini yeniden yapılandırdılar.

Soygun, kin, talan ve insana yakışmayan her türlü ahlâk dışı değerler, ’’İslam dini’’ adı altında soyguncu çöl bedevilerinin egemen olduğu Emevi İslam devletinin temel maddeleri oldu.

Emevi İslamının teokratik, sosyal yapısı yeniden değiştirilerek ve İslam dini ile tüm bağları kopartılarak alt yapısı tamamlandı. Yapılan çalışmalarla Hz. Muhammed ve Hz. Ali tarafından oluşturulan ’’İman ve İkrar’a dayalı İslam dini mevcut haritada çok cılız hale getirildi. Bunun işin sağlanması için kişiliksiz Ulemalar devreye sokulup tüm dinsel terimler yeniden oluşturularak sahte Hadislerle ve uyduruk beyanlarla İslam dini ters yüz edildi. Süreçte yeni yapılanma ile talan ve rant daha da gelişti, sistemleşti ve çok geniş bir coğrafyada egemen oldu.

Emevi İslam anlayışına uymayan ve direnen tüm unsurlar başta ’’Ehli Beyt’’ soyundan gelenler olmak üzere en ağır şiddet ve yaptırımlarla etkisiz hale getirildi. Ve soyguncu çöl talancılığının adı İslam dini oldu.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Memlükleri yıkarak getirdiği İslam böyle bir İslamdı.

(devam edecek)

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*