İNANÇ, DÜŞÜNCE VE SİYASAL TARİH BAĞLAMINDA HETERODOKS İSLAM: Alevilik

– KAYNAĞI, KÖKLERİ VE GELİŞİMİ-
İsmail Kaygusuz

BÖLÜM III         
-GÜNCELİN TARİHSELLİĞİ-

Tarih sadece geçmişi değil, şimdiki zamanı da içine alır. Çünkü, bugün dünün ürünüdür; şimdiki zaman, geçmişin sonuçlarının bütünselliğini oluşturur. Güncelliği yaşarken, geçmişi düşünmedik, konuşmadık ve yaşanmadık an olmaz.  Bu anlayış içinde bakıldığında görülecektir ki, üçüncü bölümdeki yazılar ve söyleşilerimiz güncelin tarihselliği, yani geçmişle şimdinin içiçeliğini verme  denemesidir. Birinci ve ikinci yazılar, güncelde yanlış ve yetersiz tanınan Kızılbaşlık siyaset tarihi ağırlıklıdır. Söyleşi ise, aynı tarih anlayışı içerisinde bir genel değerlendirmedir.  Sonuncu yazı, Diyanet İşleri çevresinin Alevi-Bektaşiliği, Ortodoks İslam görüş açısından tanımlama ve değerlendirmesine kısa yanıtlar ve birlik sağlamak için düşündüklerimizdir ki, geçmişimizle birliklikte geleceğimizle de ilgilidir.

III. I  ALEVİ HALK HAREKETLERİNDE “BAŞINI ALIP GİTMEK” DEĞİL,  “BAŞINI VERMEK” VARDIR: KIZILBAŞLIK VE KIZILBAŞLAR

11 Ekim 1999 tarihinden başlayarak üç gün, Hürriyet gazetesinin “Basın Dünyası” köşesinde, Nejat Birdoğan’ın Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nden alıntı yazısı yayınlandı. Anadolu halk hareketlerinde ilginç bir davranış olarak sunulan ve “Başını Alıp Gitmek” başlığını taşıyan yazı, Anadolu Alevi halk hareketlerini hafife alan;  yanlış değerlendirmelerle kafa karıştıran tutarsızlıklar dolu bir yazıdır. Bilimsellikten uzak, derlemeci zihniyetiyle tarihe yaklaşımdır. Yazar birbirini çağrıştıran, ama çoğu birbirinden uzak ve başlıbaşına inceleme ve araştırma konusu olan tarihsel olayları, öyküleri, kişileri ve kurumları peşpeşe sıralamış. Sonra dönüp bu karışıklığa uygun bir başlığı yaraştırmış: Başını alıp gitmek! Oysa Anadolu Alevi halk hareketlerinde  “başını alıp gitmek” değil, “başını vermek” vardır. Tarihsel olaylar üzerinde kaos yaratılarak, Osmanlı’nın toplu sürgünlerini yadsımak için, yeni bir bakış mı üretiliyor?

Nejat Birdoğan “kaynakların gösterdiğine göre diyor, Baba İshak olayında, ekonomik ve dinsel nedenler birlikte görev yapmıştır”. Yani, bu ayaklanma eylemi, ekonomik ve dinsel nedenlere, onların çözümüne odaklanmıştır, demek istiyor olmalı. Ancak eylemde “bir siyasal neden olup olmadığı üzerinde duraksama” yapıyor. “Baba’nın bu zorlayan yürüyüşü sonunda, Konya tahtına el konup konmayacağı tartışmalıdır. Yoksa salt bir ‘uyarı’ ayaklanması mıydı?” diye soruyor ve arkasından, Babai ayaklanmasında, “siyasal nedenin varlığına olasılık” tanımıyor Nejat Birdoğan. Oysa kaynaklar tam tersini söylüyor ve tarihsel gerçekler yazarımızı yalanlıyor: Siyasal nedenler kadar da siyasal amaçlı büyük bir toplumsal kalkışmaydı Babai hareketi. Hem de Babailer Konya üzerine yürüdüler ve hedefleri Sultan Gıyaseddin Keyhusrev’in tahtına el koymak, kendi yönetimlerini kurmaktı.

“Uyarı” ayaklanması ne demek oluyor? Tarihin hiçbir döneminde, baskıcı yönetimlere karşı, “uyarı” ayaklanması diye bir ayaklanma olmamıştır. Bu tür toplumsal hareketlerin doğasına aykırıdır “uyarı” kavramı. Baba İshak Samsat-Adıyaman çevresinden  başladığı “uzun savaş yürüyüşünü”, Malatya, Sivas, Tokat, Amasya üzerinden Kayseri-Malya’ya kadar sürdürmüş. İki ay içinde tam oniki kez karşısına çıkan Selçuklu emirlerinin kuvvetlerini peşpeşe yenmiştir. Ayaklanmadan 5-6 yıl sonra bölgeyi gezen Dominiken keşişi Simon de Saint Quentin yazmaktadır bunları. Bu nasıl “uyarı” ayaklanmasıdır böyle?

Bu “uyarı” saptamasından (!) sonra, Cumhuriyet dönemindeki şapka giymeye tepki ve Şeyh Sait isyanı gibi irticai-etnik hareketlerle dolaylı karşılaştırma yaparak bir koşutluk arayışına çıkmış Nejat Birdoğan. Fethullahçı (Işıkçı) hareketinin, inançsal ve toplumsal temelde hiçbir yakınlığı olmadığı halde, Babai batıniliğiyle koşutluk kurmaya çalışan İslamcı yazarlardan mı esinlenmiş nedir? Bu büyük halk hareketinin, toplumsal ve siyasal başkaldırının kıyısından köşesinden bir kaç sözedip, iğreti değerlendirmeler yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu nedenle yapabildiğimizce özetleyerek Babai ayaklanmasını burada anlatmak gerekli olmaktadır (Bir önceki bölümün sonunda “Babailer ve Babai ayaklanması”nı incelediğimiz için bir özet vermek gerekliliği ortadan kalkmıştır.)  

Şunları sormak gerekir Nejat Birdoğan’a: Babai halk hareketine hangi amaçla “uyarı” ayaklanması diyor ve nasıl hareketin siyasal yönünün olmadığını söyleyebiliyorsunuz? Hangi hakla düşünceleri ve amaçları uğrunda “başını veren” Babai erlerini, “başını alıp gitmek” başlığı altında değerlendirmeye girişiyorsunuz? Tarihsel olayları, özellikle halkların sosyal mücadelelerini, dönemin koşulları içinde derinlemesine ve diyalektik yöntemle incelemeden özümsemek olası değildir. Bu özümseme gerçekleşmeden verilen bilgiler yanlış olur, tarihi saptırmak olur.

III. I. 1 “Başını alıp giden” Kızılbaşlar Kimlerdir?

Nejat Birdoğan:
“…Bugünkü çalışmamızda kana yönelmeyen,  kimi halk hareketlerinden (Sanki yönetenler savaşlar yapmamış, halkı ezmemiş ve hiç kan dökmemiş, sicilleri tertemiz! İ.K )sözetmek istiyoruz. Bu hareketlerde de yönetimden yakınan kitlelerin, kurtuluş umutları kalmayınca doğup büyüdükleri toprakları bırakıp gitmelerini öyküleri yatmaktadır… Örnekler, Anadolu toprağında yerleşen Alevi ve Türk topluluklarıyla ilgilidir. Sunacağımız ilk örnek, Anadolu halkının büyük bir kesiminin Osmanlı devletine güveni kalmaması üzerine kendisine yeni bir sığınak aramasının, umarsız kalan Anadolu köylüsünün 1498’de 11 yaşında iken bir umut gibi görünen Kızılbaş lideri Şah İsmail Hatai’ye sığınma arzusunun öyküsüdür” diyerek asıl girişini yapıyor.

Yazarımız bu girişi yaptıktan sonra, bir edebiyatçı, ama bütünlükten uzak bir öykücülük anlayışıyla daldan dala atlayarak, birbirini çağrıştıran yaklaşık üç yüzyıllık olaylar arasında dolaşıyor. Bu başlık altında sadece Beğdili Türkmen oymağını işleseydi;  Şah İsmail’den önce, onun dönemi ve sonrasında Azerbaycan ve İran’da yerleşmiş veya geri dönmüş oymaklarının kısa bir dökümünü yapsaydı, çok da iyi olurdu. Hatta bu konuda, Prof. Dr. Faruk Sumer’in “Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü (Ankara-1992)” adlı ayrıntılı kitabına yeni katkılar bile yapabilirdi.

Nejat Birdoğan Hoca, böyle bir yazıda, halk hareketlerini ve hele de elli yıllık kesintisiz bir devrim hareketi olan, Aleviliğin büyük Kızılbaş siyasi hareketini yorumlamaya, değerlendirmeye kalkışmamalıydı. O zaman, gidenleri de “Osmanlı Devletine  güveni kalmamasına”, “11 yaşındaki Şah İsmail’e sığınma” amacına bağlamak gafleti  ve saptırmasına düşmezdi. Araştırmacı yazarlarımız ve tarihçilerimizin, ortodoks İslam (Sünni) ve eski Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmayı bir türlü bırakamadıkları, bu büyük Kızılbaş siyasi hareketini nesnel bakış açısından burada özetlemek istiyoruz:     

III. I. 2 Aleviliğin Kızılbaş Siyasi Hareketi Başlangıcı:  Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar

15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın başına kadarki dönem, Alevi-Kızılbaş halkların toplumsal mücadele ve ihtilal dönemidir. Şah İsmail Safevi, Kızılbaş Türkmen halklar tarafından yaratılmış sadece Ali soylu bir hanedan simgesidir. Ali donuna büründürülmüş ve kutsallaştırılıp, Alevi toplumunca kızıl renge boyanıp, sancaklaştırılarak başa geçirilmişti.
Önce Kızılbaşlık siyasetinin başlangıç yılları ve önkoşullarına gözatalım:
1402 Ankara savaşında Yıldırım Bayezid’i büyük yenilgiye uğratan Timur geri dönerken, birlikte götürdüğü otuz bin tutsak Türkmeni, Erdebil şeyhi Hoca Ali’ye hediye etmişti. Tutsak Türkmenlerin büyük çoğunluğu Tekelü ve Karamanlulardı. Erdebil kentinin Sufiyan-i Rum (Anadolu sufileri) mahallesine yerleştirilmiş bu Türkmenler, Hacı Bektaş ilkelerini Erdebil’e ilk taşıyanlar olmuş. Çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zaman içerisinde, Erdebil tekkesinin Ortodoks karakterini değiştirmişlerdi. Bu Türkmenlerden bazıları, Hoca Ali’nin son yılları ve özellikle Şeyh İbrahim (1429-1447) döneminde geri memleketlerine dönmüşlerdir. Böylelikle Erdebil ile Rum (Anadolu) Alevi Türkmenleri arasında bağ kurulmuş ve gidip gelmeler başlamıştır. Hatta Hoca Ali’nin kardeşi Cemaleddin’in oğulları da Anadolu’ya gelmiştir. Erdebil’de şeyhlik postunu yitirmiş, itibardan düşmüş, fakirleşmiş Şeyh Safiyüddin soyundan gelen başka kişilerin de, Anadolu bir çeşit ekmek kapısı olmuştu. Muhammed-Ali soyundan seyyidler olarak Aleviler arasında Dedelik yapıyorlardı. Örneğin büyük Alevi halk ozanı Dede Kul Himmet’in babası da, Hoca Ali’nin amcası Muhyiddin’in torunlarındandı.

Şeyh İbrahim’den sonra, Karakoyunlu Cihangir Şah’in desteğiyle Şeyh Cafer tarafindan Erdebil dergahından kovulan Şeyh İbrahim oğlu Şeyh Cüneyd’in Anadolu’daki 7 yıllık  mücadelesi (1449-1456) kaynaşmayı daha da artırmıştır. Sürgündeki Şeyh Cüneyd Osmanoğullarından talep ettiği yakınlığı görmemiş. Konya’daki Sünni islam bilginleri de,  Sahabilere ilişkin kuşku ve inançsızlığını dile getirmesi yüzünden kentten kovulmuş, arkasından da öldürmek için kuvvet gönderilmiş. Dedesi Hoca Ali’nin Teke ve Hamidoğullari arasındaki müridlerine ulaşamayan Şeyh Cüneyd, önce güneyde Şeyh Bedreddin müridleri Varsak Türkmenleri, daha sonra da  kuzeyde Canik’te Çepni Alevileri arasında gizlenerek canını kurtarmıştı.

Cüneyd, Hacı Bektaş’ın kurduğu yol ve onun ilkeleriyle yol-erkan süren Çepni Dede’lerinden tam irşad oldu. Mensup olduğu Safevi soyunun, yedinci İmam Musa Kazım yoluyla Muhammed-Ali’ye ulaşması (ya da öyle inanılması) nedeniyle seyyidliği, içlerinde bulunduğu toplumca  kutsanıp ululanmış ve kendisini bir önder durumuna sokmuştu. Bu arada Trabzon Pontus prensliği topraklarına yaptığı akınlarda büyük başarılar kazanıp, kısa bir zamanda Şeyh Cüneyd “Yirmi bin kişilik silahlı sufiye kumandanlık edecek” güce erişince,  Akkoyunlu Uzun Hasan padişah ona elini uzattı ve kızkardeşiyle evlendirdi.

Şeyh Cüneyd Erdebil’e döndüğünde dergah postunda uzun süre kalamamış. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın bir yandan Osmanoğulları ve öbür yandan Karakoyunlular’la siyasi mücadeleleri ve savaşları arasında ömrü  tükenmişti. Ancak Anadolu Alevileri arasında adı yüceldi, efsaneleşti.

Ama, asıl efsanevi mücadele, 9 yaşlarında dayısı Akkoyunlu Uzun Hasan’nın 1470 yılında kendi eliyle Erdebil postuna oturttuğu Şeyh Haydar’la başlıyor. Bu mücadele, oğullarından Şah İsmail’in şeyhlikten şahlığa geçişine kadar sürecektir. Haydar, Uzun Hasan’ın karargahında büyümüş, kavgalarda bulunmuş ve sert bir disiplinle yetişmişti. Askerliğe ve silaha karşı çok yatkın ve kendisi mızrak ok yay ve kalkan ustasıydı. Erdebil’de artık kamış kalem yerine kılıçlar görülmeye başlanmıştı. ( Walter Hinz, Çev.Tevfik Bıyıklıoğlu, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Ankara-1992, s.65, no.4)

Şeyh Haydar’ın Erdebil dergahı postunda oturduğu, on sekiz yıl içerisinde başardığı en büyük iş, Kızılbaş kavramı çevresinde inançsal ve toplumsal bir bilinç oluşturmasıydı. Bu bilincin simgesi, on iki dilimli kırmızı bir kavuk olan ve Haydari sarık adıyla anılan taçdır. Bugüne kadar gelen geleneksel bilgiler, bu kızıl Haydari başlığın ya da sarığın, rüyasina girmiş olan Hz. Ali tarafindan kendisine öğretildiği yönündedir. Bu başlık Walter Hinz’in belirttiği gibi:
“Safeviliğin Alevi akidesini ve mübarek Oniki İmam’ı temsil etmektedir. Peygamberle kan akrabalığı dolayısıyla yalnız bu Oniki İmam  onun meşru halefleri sayıldığından isimleri bu dilimlerin üzerine işlenmiş bulunmaktaydi. Bu başlğı kullananlara verilen Kızılbaş ismi de bu yeni sarığın rengiyle ilgilidir.” (Walter Hinz, agy. s. 65)

Şeyh Haydar’in Erdebil’de yaptığı bu simgesel değişikliğin, yani kızıl başlık takmanın kökeni aslında ayni bölgede yükselmiş bir heterodoks harekete dayanıyordu. 816’larda Sünni Abbasi yönetimine başkaldıran ve 21 yıl boyunca  Abbasi halifelerinin tahtlarını sarsan Babek Hurremi yandaşlarının da başlarında kızıl renkli başlıklar vardı ve kendilerine  Farsça “Sürhseran (Kızılbaşlar)” deniliyordu.

III. I. 2. a Alevi Türkmen Topluluklarının Benimsedikleri ‘Kızılbaşlık Bilinci’ Siyasallaştırılıyor

Böylelikle Şeyh Haydar’ın yanında durup kendisiyle birlikte mücadele edenler “Kızılbaş Ordusu” adını aldı. Bu unvan altında düşmanlarına savaş açan genç Şeyh’in, İmam Ali’nin sancağını taşıdığına inanılıyordu. (Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi, İstanbul-1946, s.87) Anadolu’nun yoksul insanlari bu bilinçle harekete geçirilmişti. Anadolu Alevi halklarının benimsetilmiş Kızılbaşlık bilincinin siyasallaştırılması gerekiyordu .

Şeyh Haydar’ın çevresinde bulunan ve onu yönlendirenler (daha sonra Şah İsmail’i koruyarak, eğitip yetiştirdikten sonra Safevi Kızılbaş Devlet’inin çatısını kuranlar da bu kişilerdi) Şamlu Türkmenlerinden Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Dede Abdal Bey, Ustacalu Muhammed Bey, Şamlu Abdi Bey, Bayburdlu Karaca İlyas, Tekelü Saru Ali Bey, Karamanlu Bayram Bey Rumlu Ali Bey, Talişli Dede Bey, Kacarlu Kara Piri Bey vb.di. Bunların her biri mensup oldukları, Türkmen oymaklarının, -bazılarının Pir, Abdal, Dede sıfatlarıyla anıldıklarına bakılırsa- hem inançsal önderi Dedesi, hem de yönetici Beğ’leridir. Bunların bazıları, önce sözü edildiği gibi, Hoca Ali’nin Erdebil’e yerleştirdiği Türkmenlerin (Tekelü, Karamanlu), öbürleri ise Şeyh Cüneyd’in savaşlarına katılarak ya da Şeyh Haydar döneminde (Örneğin, Azerbaycan’da Tarum bölgesine yerleşmiş Şamlular gibi) gelmiş bulunuyorlardi.(Walter Hinz, agy. s.66-67; Faruk Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 13, 15, 21)

Görüldüğü gibi, II. Bayezid döneminden çok önce Kızılbaş devinimleri başlamıştı.  Bayezid’in yönetiminde (1481-1512) dahi Osmanlılar, Arnavutluk’a kadar bütün Balkanlara hükmetmekle birlikte, bugünün Anadolu’sunun ancak dörtte birini ellerinde bulunduruyor. Ancak Batı ve güneybatı Anadolu, Trabzon’a kadar kuzey kıyılar, Kayseri’ye kadar Orta Anadolu’ya hakimdiler. Orta ve güney bölgelerde, Hamidoğullari Antalya Subesi, Alaiye Beyliği 1507, Konya ve Karaman’da Karaman beyliği 1513, Maraş Elbistan Malatya’da Dulkadiroğulları 1515, Adana ve Tarsus’da Ramazanoğulları Beyliği 1517 tarihlerinde Osmanlılara katılmıştır. Doğuda  Diyarbakır’dan Azerbaycan’a kadar hükmeden bir Akkoyunlular devleti bulunmaktaydı.

Gerek Osmanlı topraklarında ve gerekse yukarıda adı geçen Beyliklerdeki kırsal bölgelerde yaşayanların ezici çoğunluğu, çeşitli Türkmen boylarına mensup Alevilerdi. Anadolu’da istikrarlı bir merkezi yönetimin bulunmaması, Beyliklerin ve Osmanlının ağır toprak ve vergi yazımlarıyla halkı canından bezdirmesi, inançlarından ötürü zulüm ve baskılar Türkmenleri, yukarıda değinildiği gibi, Safevi Cüneyd ve özellikle Şeyh Haydar’la birlikte Kızılbaş ihtilalinin içine sokmuştu. Karamanlu, Tekelü, Şamlu, Ustaçlu ve Rumlu Türkmenlerin büyük bir kısmı daha o zamandan (1470’lerde) İran ve Azerbaycan’a göçederek, Şeyh Haydar’ın ilk Kızılbaş ordusunu oluşturmuşlardı.

Anadolu Alevi-Kızılbaş halkları arasındaki geniş propaganda ve özellikle Hacı Bektaş’tan sonra, Ali donunda Şah İsmail’in ortaya çıkarılışı kitleleri çok etkiledi. Şah İsmail’in 1501 baharında Erzincan’a gelişi ve iki ay sonra 7 bin (ya da 12 bin) kişilik kuvvetle Azerbaycan’a dönüp savaşlara girişmesi, (Faruk Sumer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü,  Ankara-1992, s. 20) Kızılbaş kitlelerin bir önder bekledikleri ve kendi devletlerini-yönetimlerini kurmaya hazır olduklarını gösteriyordu. Çünkü W. Hinz’in “Kızılbaş kabileleri” olarak nitelendirdiği bu Türkmen aşiretlerinin öbür kabile ve şubeleri Küçük Asya’daki (Anadolu) Germiyan, İsfendiyar, Hamidoğulları, Karamanoğullari, Osmanoğulları, Dulkadiroğulları, Memlükler, Akkoyunlu vb. beyliklerinin topraklarında yaşamaktaydılar. İşte böyle bir toplumsal bölünmüşlüğü yaşamakta olan Anadolu Alevileri’nin siyasallaşıp toparlanması sözkonusuydu.

Kızılbaş-Safevi hareketi ve Şah İsmail olgusuna günümüz Türk tarihçileri, Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmış. Daha da ileri gidilerek, 15. yüzyılda, 16. yüzyılın başlarında, sanki Anadolu bugünkü sınırlarıyla Osmanlılara aitmiş gibi, Anadolu Alevi halklarını Kızılbaş İran’la işbirliği yapmak ve Osmanlı’ya ihanetle suçlamışlardı. Bir kere daha şunu açıkça belirtelim: Safevi hanedanını ortaya çıkaran, yaratan Kızılbaş Türkmenlerdir. İnançları itibarıyla bir Ali soylunun hükümdar olması gerekiyordu.  Önasya’daki mevcut bazı merkezi feodal devletler ve beyliklerin (Osmanlı, Mısır Memlük, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Timuroğulları ve Anadolu’daki beylikler), özelde Anadolu’ya, genelde ise tüm Önasya’ya egemen olma ve paylaşım savaşları yüzyılı içerisinde, uzun süreli bir ihtilal mücadelesi sonucu kurulmuştu Kızılbaş Safevi devleti. Faruk Sümer :
“Anadolulu Kızılbaş Türkler olmasa, diyor, değil Safevi devletinin kuruluşu, Erdebil şeyhlerinin siyasi gayeler taşıması bile düşünülemezdi. Hatta kaynaklardan açıkça anlaşıldığı gibi, onlar yani Anadolu Türkleri veya onların bir kısmı aşırı dini inançlarını Şeyh ve Şah’larına kabul ettirmeye çalışmışlardı.”  (F. Sumer, agy. s.22) diyor. Sadece kabul ettirmeye çalışmışlar değil,  kendi inançları çerçevesinde onları yetiştirmişlerdi.

Anlaşılıyor ki, kabileleriyle birlikte Erdebil’e intisabetmiş bu Dede-Beğ’ler, Alevi Halkları birliğe götürme ve bir devlet oluşturma misyonu yüklenmişlerdi. Bu kişiler Anadolu’nun dört bir yanında görevlendirilmiş 360 Hacı Bektaş Veli (Ö.1271-2) halifesinden birine bağlı Türkmen boylarına mensub insanların torunları olarak, Hacı Bektaş’ın yol ve erkanı, dem ve devranını Erdebil’e yerleştirmişler. 1470’li yıllarda Şeyh Haydar’a vasilik etmiş babasının amcası yaşlı  Şeyh Cafer’in -ki Karakoyunlular’la işbirliği yapıp, Cüneyd’i Erdebil’den iki kez çıkartan kişidir- ölümünden sonra Haydar’ı ve sonra Şah İsmail’i Hünkar’in kurduğu yol ve erkanın gerektirdiği biçimde yetiştirmişlerdi. Hacı Bektaş Veli’nin gerek Molla Said tarafindan Türkçeleştirilmiş “Makalat”ı ve gerekse “Vilayetname” ellerindedir. Şah İsmail’in Alevi-Bektaşi eğitimi bu kitaplar üzerinden yapılmıştır. Ayrıca Fazlullah’ın halifesi Seyyid İmadeddin Nesimi’nin yapıtları ve Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal’ın şiirleri, yapıtları Şah İsmail’in yetişmesinde Hacı Bektaş’inkiler kadar etkilidir. Yazmış olduğu şiirlerinde Yunus Emre’ye özenmiş, ona birçok benzekler yapmıştır. İkisi de ayni “yol içre niyazbenddir” (yol içinde yalvaran-tapınan) ve “doğruluk dost kapısı” kuludur, yani Hacı Bektaş Veli’nin “doğruluk dost kapısıdır” ilkesine bağlıdır:
Şah İsmail’den:
Niyazmend ol müdam yol içre doğru
Ki suret tebdil edip olma uğru
Yakın bil ‘doğrulıg dost kapusıdır’
Hakikat aleminin dapusıdır
Kimin ki ola sıtk ile ehl-i niyaz
Yol içinde saf ola ol şahbaz

Hatayi derdimendim bir kemine
Ancak Hü deyin şahın demine

Yunus’tan:
Gönül secde eder dost mihrabına
Yüzüm yere koyup kılar münacat
Münacat için vakt olmaz arda
Kim ola dost ile bu demde halvet

Doğruluk bekleyen dost kapısında
Gümansız ol bulır ilahi devlet
Yunus ol kapıda keminde kuldır
Ezelden ebede dektir bu izzet

III. I. 2. b Kızılbaşlık Şah İsmail ile  Aleviliğin Devlet  Siyasetine Dönüştürülmüştü

Simgesel kızıl bir başlıkla ortaya çıkıp, kısa bir süre içinde Aleviliğin siyasal adı olmuş Kızılbaşlık bilinci,  Şah İsmail’de İmam Ali’nin cisimleştiği ve dolayısıyla Hacı Bektaş Veli’nin de İsmail donunda zuhur ettiği, en yoğun biçimde, Anadolu’da yaşayan Aleviler halklar arasında yayıldı. Şah İsmail’in hakkında anlatılanlar ve daha 7-8 yaşlarındayken yazdığı, ellerine ulaştırılan olağanüstü yetkinlikte deyiş ve nefesleri, düvazimam ve nat-i Ali (Oniki İmam ve Ali övgüsü) şiirleri, onun Ali ve Hacı Bektaş Veli olarak dondan dona geçtiğine tam inandırıyordu. Cem’lerde bunlar okunuyor ve kendisine erişilmez bir Veli gibi niyazda, secdede bulunuluyordu. On beş yaşlarında Anadolu’ya ilk geldiğinde, Erzincan’da onu görüp niyaz etmek ve peşinden gitmek için Alevi-Kızılbaş topluluklarına artık hiç kimse engel olamazdı ve olamadılar. Onları birliğe götürecek Ali soylu bir hanedan yaratılmış ve peşinden gidilecek bir Şah-ı Velayet (veliler şahı Ali) bulmuşlardı. Artık “kurban olduğum Pirim, Mürşidim!’ diye savaş türküleri söylüyerek, zırh ve kalkan kullanmadan bağırları açık onun ardından düşman  üzerine yürümeye başladılar”. (Walther Hinz, agy. s.9. Dipnt. 3, 4)

Kızılbaşlık toplumsal bilinci, Şah İsmail’le birlikte siyasal bilince dönüştürülmüş. Yani Aleviliğin devlet siyaseti olmuş; “Şeyhlikten Şahlığa” geçilerek, kısa bir sürede başkenti Tebriz olan Safevi Kızılbaş devletinin temeli atılmıştır.

Alevi inanç ve felsefesi, Görülüp-sorulma, Dar ve Musahiblik kurumlarıyla bu devletin yaşamına  geçirilmişti. Safevi sarayında Cem törenleri yapıldığı, meydan açılıp, bu meydanda kusurların-kabahatların ortaya dökülerek, düşkünlerin cezalandırıldığı bilinmektedir. Venedik Cumhuriyeti adına Şah Tahmasb’in (1524-1576) ilk yıllarında, sarayını elçi olarak ziyaret eden Michele Membre günlüğünde  (Relazione, s. 48vd.), tanık olduğu bu törenler hakkında bilgi vermektedir.          

III. I. 2. c  Kızılbaş Safevi Devletinin Temeli, “Ehli İhtisas” Adıyla Bir Çeşit İhtilal Konseyi Tarafından Atılmıştı

Kızılbaş ihtilali önderleri, devlet yönetimindeki deneyimsizliklerine rağmen,  gelenek ve inançlarından kaynaklanan bilgilerle bir mekanizma oluşturmuşlardı. Şah İsmail’i Gilan’da sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği mürşid ve mürid (talip) ilişkileri içinde, “Ehli İhtisas” adı altında “Lala, Abdal, Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulafa’dan (Halifeler halifesi)” oluşan bir kurul kurmuşlardı. (R.M.Savory, The Cambridge History of Iran, Vol. 6, s.357)

Ehl-i İhtisas kurulu, siyasi propagandasını çok bilinçli sürdürmekteydi: Halifeler Halifesinin Anadolu hatta Balkanlara, Suriye, Azerbaycan’a ve İran’da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine gönderdiği halifeleri aracılığıyla, Ortodoks İslam (Sünni ve Şii) dışındaki Alevi-Bektaşi ve Ehli Halkçı, Hurufi vb. heretik (rafizi) tüm heterodoks (aykırı) islam topluluklarıyla iletişim kurulmuş siyaset ve bilgi alışverişi yapıyordu. Kuşkusuz ağırlık ve en yoğun çalışma Anadolu Alevi-Bektaşileri arasındaydı.

Bu yüksek kurul, bir ihtilal konseyi gibi çalışmış Karamanlu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü, Ustaçlu, Şamlu gibi Alevi Türkmen oymakları askeri aristokrasisinin birlik ve beraberliğini sağlamış. Hazar kıyılarından, Anadolu’nun içlerine Teke İli’ne uzanan çok geniş bir alan içinde etkin propaganda eylemleri ve çok sayıda savaşları  yönetmiş, sonunda Kızılbaş devletini kurup 1501-2’de Şah İsmail’i tahta oturtmuşlardı.
Devleti kurduktan sonra kurul, Lala’lığı kaldırarak, yerine “Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun” adıyla bir yüksek görev yarattılar.  Bu görev, Şah İsmail’in hem ‘Padişah’ olarak siyasal iktidarının, hem de ‘Mürşid-i Kamil’ olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu. Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin, yani Umera’nın başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede bıraktı. Vekil, Savory’nin deyimiyle Şah İsmail’in “alter ego”su, yani ikinci kişiliğiydi. Bu kurumun yaratılması, Şah İsmail nezdinde, teokratik yönetim biçimi ile siyasal bürokrasi arasındaki boşluğa kapatan köprüydü.

Bu göreve daha önce Ehl-i İhtisas’ta lalalık yapan Şamlu Hüseyin Bey getirildi. Böylelikle Şamlu Hüseyin bey, hem Şah vekilliğini, hem de Emir ül- Umara (Emirlerin başı) yetkisini üstlenmişti.( R.M. Savory, agy. s.358-359) İktidar, bu kişinin ellerinde ve dolayısıyla Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun sorumluluğunda bulunuyordu. Böylece bulunan ya da yaratılan Ali soylu bir hanedanın mensubu Şah İsmail, “Ali’nin mazharı” kutsallığına büründürülmüş kişilik olarak öne çıkartılıp, taçlandırılarak Kızılbaş-Safevi Devleti kuruluşu tamamlanmıştı.

Bu  Alevi büyük inançlı yığınlar, 13. yüzyılda Babai bakaldırı siyasetiyle Anadolu’yu sarsmıştı. Kökleri, 1420’de bastırılmış Bedreddinilik ihtilalci siyasetine inen Kızılbaş hareketi, 1450’lerde Şeyh Cüneyd’in Anadolu’da Varsak Bedreddinileri ve Çepni Alevileriyle birlikte çıkış yaptığı mücadeleyle başladı. Oğlu Şeyh Haydar’ın taktığı 12 dilimli kızıl renkli haydari başlık da ihtilalci siyasetin simgesi olmuştu. Büyük yengi ve yenilgiler, dağılmalar, toparlanmalarla Anadolu’dan dalga dalga kalkan Kızılbaş Türkmenler, yarım yüzyıllık sürekli ihtilal sonucu Kızılbaş Safevi devletini kurmuşlardı.

Bu devlet, Osmanlı’dan daha fazla Türk idi. Kızılbaş Safevi devleti, aşağıda açıklayacağımız gibi 1533-34 yıllarına kadar  bir İran devleti olmamıştır; inaç ve felsefesiyle, eyalet valilikleri dahil geniş yönetim kadrolarıyla ve ordusuyla tam bir Kızılbaş Türkmen devletidir. Osmanlı bunu çok iyi biliyordu, ama siyasetini “Erdebilli Kızılbaş Pelidi (pis çocuk)” ortadan kaldırmak üzerine kurmuştu. Aslında Osmanlı’nın amacı hiçbir zaman İran devletini yıkmak ve ülkeyi kendi topraklarına katmak olmamıştır; hayran oldukları dilini ve kültürünü benimsedikleri “Farisi devleti” (İran devletini) sapkın-dinsiz (rafizi-mülhid) niteledikleri Kızılbaşlardan kurtarmak, Ortodoks İslamlığı (Sünnilik ve Şiilik) korumaktı.   

İranlı tarihçiler de, bu dönemi İran tarihi içinde görmek ve önemsemek istememektedirler. Gulat (yoldan çıkmış, aşırı) saydıkları Kızılbaşlığı, Oniki İmamcı Şiiliğe vurulmuş bir darbe ve dinsizlik olarak görmektedirler.

Osmanlı tarihyazıcılarının ve Sünni-resmi tarihin yere batırdığı, lanetlediği Kızılbaşlığın, genelde Anadolu Türk tarihi içerisinde, özelde Aleviliğin siyaset tarihinde çok başarılı, çok seçkin ve onurlu bir yeri vardır. Onuncu yüzyılın başlarından bu yana, yani Zeydi Alevi Hazar Devletini yıkılışından sonra bölgede ilk kez,  Alevilik inanç ve düşüncesinden doğan Kızılbaşlık siyaseti, yarım yüzyıl süren silahli mücadele sonunda iktidara taşınmıştı.1

Başlarda Karakoyunlu, Akkoyunlu, Gürcü, Timuroğulları  vb.feodal devletler kesin yenilgiye uğratılarak Erdebil çevresi temizlenip, Şah İsmail önce dergahta Mürşid postuna oturtulmuş. Burada yapılan Cem’lerde ikrar meydanı açılıp, Dar-Didar görülerek çok önemli kararlar alınmıştı. Biliniyordu ki Erdebil’den çıkılmadığı, yani Şeyhlik aşılmadığı takdirde, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali gibi Şah İsmail de yaşatılmayacaktı…

Neden Erdebil’in öncü seçildiğini kavramak için, Anadolu’daki Hacı Bektaş Dergahının durumuna bir bakmak gerekiyor. 1453’de İstanbul alınmasıyla, bin yılı aşkın tarihi olan Bizans devletinin tüm yönetim kurumlarıyla mirasına konarak devlet olma aşamasını çoktan tamamlamış ve bir cihan imparatorluğuna doğru adım atan Osmanlı devleti sınırları içerisinde Hacı Bektaş Dergahı bulunmaktaydı. Balkanlarda Arnavutluk’a kadar uzanan imparatorluk içinde ve diğer beyliklerde köy köy, oba oba dolaşıp Cemlerini yaptıran, ibadet ve inançlarını, Muhammed-Ali yolunu sürdüren Dede’ler Hacı Bektaş Dergahına bağlıydı. Orada kazan kaynatıp icazet alıyorlardı. İnançlarının merkezi ve en kutsal ziyaret yerleriydi. Şeyh Bedreddin başkaldırısında mücadele gücünü oluşturan Balkanlarda Dobruca’lı Saru Saltuklular, Anadolu’da Torlaklar, Abdallar, Kalenderi, Ağaçeriler vb. adlarını taşıyan aynı Alevi Bektaşi Türkmen topluluklarıydı ve bu Dergaha bağlıydılar.

Ancak Kızılbaşlık siyasi hareketinin başından beri, Hacı Bektaş Veli Dergahında postta oturanlar, toparlayıcı ve kitlelerin peşinden gideceği siyasal önderlik niteliği taşıyan kişiler değildi. Belliki Dergah sadece, yılda bir kez Muharrem ayı matem törenlerinde ziyaret edilip aşure pişirilerek “hak Lokması” dağıtıldığı; Görgü Cemleri yapılıp düşkün kaldırıldığı;  bölgesel seyyidlerin, oymak ve aşiret Dedelerinin kurban kesip “kazan kaynatarak Dedelik icazetlerini” yeniledikleri veya aldıkları bir inanç merkezi konumundaydı.

Hacı Bektaş Dergahı, Hünkar’ın ilk ardası Abdal Musa Sultan (Ö.1360’lar) ile birlikte siyasi özelliğini yitirmiş görülüyor. Osmanoğullarını terkedip, Teke yöresini ele geçirerek, Elmalı’da tekkesini kurmuş olan Abdal Musa’nın kendi yetiştirmesi Seyyid Ali Sultan ise (Ö.1402-3), ustasının tersine savaşçı kişiliğini Sultanların emrine vermiş ve fetihlere çıkmıştı. Bunları Menakibname’lerden öğrenmekteyiz. Onun  Murad I ve Yıldırım Bayezid ile ilişkilerinin çok iyi olduğunu, birincisinin Hünkar’in türbesini mimar Yanko Madyan’a (!) inşa ettirdiğini aynı kaynaklar söylemektedir. Seyyid Ali Sultan’ın Daha sonraları, fethetmiş olduğu Dimetoka’da tekkesini kurup, oraya yerleştiği biliniyor.

III. I. 3  II. Bayezid’in Kızılbaş Siyaseti ve Balım Sultan

II. Bayezid’in Kızılbaş siyaseti Balım Sultan’dan mı geçiyordu?
Bu soruya “Evet” yanıtı verilebilir. Ama, bizce onları birbirine muhtaç ya da zorunlu kılan, Sultan II. Bayezid’e Balkanlar’da yapılan suikast olayı olmuştur. II. Bayezid, Arnavutluk seferinde 1492-93, Manastır yakınlarındaki Pirlepe yolunda bir Kalenderi derviş tarafından hançerle saldırıya uğramış; bu öldürme girişimini İskender Paşa önlemişti. Yaşar Ocak’ın da yazdığı gibi, dervişin bu suikast girişimi elbetteki, bilinçsizce bir saldırı olduğu kabul edilemez. İ.H. Uzunçarşılı ise,  Kalenderi kıyafetinde bir Kızılbaşın, hacca gideceği bahanesiyle para istemek için yanına sokulup, Bayezid’e saldırdığını yazmaktadır. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, 2. baskı, Ankara-1983, s.208, dipnot.1) Yine Yaşar Ocak’ın dediği gibi Sultan Bayezid’e, pek iyi gözle bakmadığı Abdal, Torlak, Haydari gibi Kalenderi topluluklarını, cezalandırmak için iyi bir fırsat oluşmuştu. (A. Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik; Kalenderiler, Ankara-1992, s.125, 135)

Alevi inançlı Türkmenler arasında Kalenderiler denilen doğaya uygun ve bir çeşit komün yaşamı süren bu marjinal derviş gruplar çoğunlukla konar-göçerdiler. Toplum düzenine karşı ve aykırı yaşayan,  bazan “Şah-ı Merdan aşkına” dilenen, bazan da punduna getirince zenginleri soyan bu kişiler sınırsız özgürlük isteyen birer halk filozofu konumundaydılar. Bu topluluklar aynı zamanda devlet tarafından koğuşturalan dinsel-siyasal suçluların sığınakları durumundaydı. Toplumsal hareketlerde hemen ön planda yerlerini alıyorlardı. Kızılbaş Safevi siyasi hareketinin  konseyi durumundaki Ehl-i İhtisas kurulunun üyelerinden birinin “Abdal” adını taşıması boşuna değildir. Bu kişi, Anadolu,  İran ve Suriye’deki çeşitli adlar taşıyan tüm Kalenderi topluluklarıyla ilgili propaganda çalışmalarını yönetiyor olmalıydı. Uzunçarşılı’nın II. Bayezid’e suikast girişiminde bulunan Kalenderi dervişine “Kızılbaş” nitelemesinin anlamı burada yatmaktadır.

II. Bayezid bu saldırıyı bahane ederek: “Rumeli’de ne kadar bid’at Abdal ve Işık ve na-hak-gu zındıklar var ise teftiş olunup Şer’ile küfür söyleyenlerin  haklarından geline deyü…” (Menakıb-i Sultan Bayezid Han’dan nakleden A. Yaşar Ocak, Kalenderiler, s.125, n.274) buyruk çıkarıp, Balkanlar ve Rumeli’nde geniş bir koğuşturma ve toplu sürgün uygulandı. Bölgede  yaşayan tüm Alevi-Bektaşi gayri-sünni toplulukları Anadolu’ya sürdürdü. Bölgedeki Varna’da tekkesi bulunan Otman Baba ve ona bağlı dervişler bu kıyımdan nasibini aldığı gibi, kuşkusuz Hacı Bektaş dergahına bağlı Dimetoka’daki Seyyid Ali Sultan tekkesine bağlı olanlar da sürgüne uğradı. O yıllarda Seyyid Ali Sultan tekkesinde Mürsel Balı oğlu Balım Sultan (1458-1518/19)) oturmaktaydı. Olasıdırki, Arnavutluk seferi sırasında uğradığı Dimetoka’daki tekkenin başında bulunan ve eskiden tanıdığı Mürsel Baba oğlu Balım Sultan’ın ricasıyla Bayezid, toplu kıyımdan vazgeçip, emrini sürgüne çevirdi.   

Sultan II. Bayezid’in  1500 yılında yaptığı ve  Modon, Koron ve Navarino’yu ele geçirdiği Mora seferinden sonra ertesi yıl da Adriyatik kıyılarını işgal ettiğini görüyoruz. Bu seferlerin ardından Dimetoka’dan Balım Sultan’ı İstanbul’a davet ettiği ve daha sonraki yıllar içinde (Turgut Koca’ya göre aynı yıl) ondan nasib alarak Bektaşi tarikatına girdiği bilinir. Sultan Bayezid, Balım Sultan’ın Dimetoka’ya gitmeyip, Hacı Bektaş Dergahına dönmesini istemiş ve resmen buraya atamıştır. (Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri, İstanbul-1990, s. 124-125) 

1501 yılındaki bu atama, kendine yakın gördüğü Balım Sultan’ın Anadolu’da daha geniş Alevi toplumuna etki yapacağı için, Kızılbaş Safevi siyasetine karşı onun kullanılabilir olmasından kaynaklanıyordu kuşkusuz.  Ama öyle görünüyor ki Balım Sultan, bu ilk aşamada bile kendisine pek güven vermemiş. II. Bayezid’in siyasetinin bir parçası, hatta bir ürünü olarak Balım Sultan’ın dergahın başına geldiğinin ertesi yılı, Balkanlardan Anadolu’ya sürgün ettiği Alevi toplulukları, doğu sınırlarında koğuşturmaya uğrayan çok sayıda Kızılbaşlarla birlikte yeni fethedilmiş  Mora topraklarına sürüldüler. Batılı yazarların belirttiği, II. Bayezid’in 1502’deki bu büyük koğuşturması ve tek tek kişilerin yüzleri damgalanmış olarak gerçekleştirilmiştir. Acaba, silinmesin diye dağlama biçiminde kızgın damga vurularak mı gerçekleştirilmiştir? Bu ortaya çıkarılmalıdır. Bu Kızılbaş sürgününden, Türk  tarihçileri sözetmemektedir. 2

İkinci Kızılbaş sürgünü  Şah İsmail’in Erzincan’a gelişi sırasında yapılmıştı. İsmail’in Kızılbaş devletinin potansiyal gücünü tezelden dağıtmak amacıyla onbinlerce  Alevi-Bektaşi hiç bilmedikleri ve yabancısı oldukları diyarlarda oturmaya zorlandı. Bu sürgünler gösteriyor ki, Şah İsmail’in bir yıl kadar önce, Baba diye hitap ederek Bayezid’e yazdığı bir mektupta, Ustacalu göçkünlerin çoluk çocuklarının Osmanlı ülkesinde bırakmalarına izin vermesi için ricada bulunması işe yaramamıştır.

Genç erkeklerini Şah İsmail’e göndermiş olan aileler sürgüne gitmiş parçalanmış ve bir daha da birbirlerini görememişlerdir. Alevi Türkmen  boylarından eli silah tutanların,  ok ve yaylarını, kılıçlarını yüklenip, azık torbalarını boyunlarına  asmış gurbete çıkar gibi aileleriyle vedalaşarak,  Şah İsmail ile savaşa gitmeleri iki şey düşündürüyor:

1) Anadolu’da yaşayan Alevi-Bektaşi toplulukları kendilerini  Sünni islamın egemen olduğu hiçbir feodal devlet ve beyliklere  bağlı görmüyordu. Bir siyasi yönetim boşluğunda, inançlarının tapınma uygulamaları olan Cem düzeni içinde, kendi özgün yaşam ve yönetim biçimini oluşturmuşlar, bağımsız  yaşamaktaydılar.

2) Kızılbaş Safevi hareketinin Ehl-i İhtisas kurulundan Dede, Abdal ve Halifeler Halifesi gibi görevlilerin geniş siyasi propagandası onlara, çok kısa bir zamanda ailelerinin yaşadıkları bölgeleri, kısacası tüm Anadolu’yu elegeçirip Kızılbaş Devletine bağlayacaklarına inandırmıştı.

Tebriz alındıktan sonra 1502 yılı içinde, Şah İsmail’in başına Kızılbaş tacı konularak, Oniki İmam adına hutbe okunduktan sonra resmen Kızılbaş Safevi Devleti kurulmuştu. Arkasından İran’ın içlerinde otorite sağlamak ve Akkoyunlu beyleri ortadan kaldırmak için geçen yıllar içinde,  Osmanlı derin bir nefes aldı. Çünkü Tebriz’den yönetilen bir devlet Anadolu’da  güçlü ve sürekli bir egemenlik kuramazdı. Oysa Akkoyunlu devletinin varisi olarak ortaya çıkıp, Diyarbakır veya Erzincan’da Kızılbaş Safevi devleti kurulmuş olsaydı, Suriye ve Irak’la birlikte Doğu Anadolu’ya çok kısa zamanda sahip olunabilir ve Osmanlı’yı Avrupa’ya sürebilirdi. Böylesi bir uygulama, yönetimin Kızılbaşlığıyla birlikte, teb’a’nın büyük çoğunluğunun da Kızılbaş olmasını sağlardı.

Kızılbaş Safevi devletinin kuruluşundan önce, Balım Sultan ile Kızılbaş Ehl-i İhtisas Kurulu tarafından görevlendirilmiş propagandacı halifelerle mutlaka görüşmüş tartışmış olmalıdır. Herşeyden önce onun yazmış olduğu, Cem törenlerini  kurallara bağlayan Erkanname’sinin, aynı dönemde ve aynı amaç için hazırlanmış İmam Cafer Buyruğu’nun içeriğiyle   birbirinin aynı olması bunu gösteriyor.  Buyruk, Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ındaki ilkeler gözönünde tutularak hazırlanmıştır. Erkanname’nin dil özelliklerinin ise,  Osmanlıca saray ve kent diline uygunluk göstermesi, kentlerde ve özellikle İstanbul’da yaşayan Alevi-Bektaşiler ve Yeniçeriler için yazılmış olduğu anlamını çıkarmak tutarsız bir iddia sayılmaz.                                                      

III. I. 4 Kızılbaş-Safevi Devlet Yönetiminin Kuruluşu Üzerine Görüşler

Şamlu, Tekelü, Ustaçlu, Rumlu Karamanlu vb. Alevi Türkmen boylarının oluşturduğu, gözünü budaktan esirgemiyen korkusuz Kızılbaş ihtilal birlikleri, Dede-beğlerinin komutası altında Şah İsmail’e, on yıl gibi kısa bir dönem içinde bir çok milliyet, değişik din ve inançtan toplulukların içinde yaşadığı bir imparatorluk sunmuşlardı.

Ancak bu Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi, kabile inanç ve değer ölçülerini belirleyen ekonomik ilişkilerin dışına henüz çıkamamış; kent toplumu şöyle dursun, tam anlamıyla yerleşik toplum bilincine sahip değildi. Birey birey sahip olduklari büyük sadakat, kutsal bildikleri kişi ve  inançları uğrunu canlarını vermekten çekinmeme, cesaret, yiğitlik, meydan okuma ve doğruluk gibi erdemlerini, akıl ölçüleri içerisinde siyasallaştırma bilgi ve deneyiminden yoksundular. Kızılbaş  Dede-beğleri, toplumsal başkaldırılar, isyanlar ve muhalefet geleneğinden gelmişlerdi. Ama büyük toplumları ve özellikle devlet yönetimlerine ilişkin deneyimleri yoktu.
Gerçi Alevilik inancının tapınma biçimselliğini oluşturan Cem kurumlarının dünya yaşamına dönük olmasıyla bir yaşam düzeni kurulmuştu. Bu düzende; insan ilişkilerinde adalet ve eşitlik, ekonomik ve siyasal temelde ortakçılık, bölüşümcülük; birlikte çalışıp ortak kazanda yemek ve insanı ve emeğini öne almak gibi ilkeler uygulanıyordu. Bu ilkeler içinde Alevi-Kızılbaş yaşam biçiminin oluşturulmuş bulunması elbette önemliydi. Bu, Alevi-Bektaşi küçük bağımsız toplumsal birimleri ve kırsal kesim toplulukları için sosyalistik kazanımlı bir özyönetimdi.  Ancak Hünkar Hacı Bektaş’ın yapıtlarındaki ilkeler ve Cem toplu tapınmasındaki uygulamaların, geniş  açınımlı yorumlarla siyasallaştırıp ideolojik kurallar içinde sunabilecek bir yapıt yoktu. Yüzyıllarca baskıcı yönetimlerin -sünnileştiremediği için- dışladığı ve inancını  dinsizlik-kafirlik saydığı Alevi toplumunun, kentleşemediğinden dolayı uleması yoktu. 

Ancak Alevi inanç ve felsefesine uygun, yani Ali soyluların yönettiği ve yüzyıla yakın yaşamış olan ilk uygulama bir “Hazar Zeydi Alevileri Devleti” olmuştu. 864-930’lar arasında İslam tarihi içinde yerini almış olan, Daylam ya da Deylem bölgesinden Tabaristan ve kuzey Horasan’ı, yani Hazar denizinin batı ve güney kesimlerini kapsayan bu devletin (İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları I, İstanbul-1995, s. 75-88) anıları silinmiş değildi. Üstelik son Zeydi İmamının yaşadığı Alamut kalesini 1090’da ele geçiren büyük İsmaili Dai’si Baba Seyyidina Hasan Sabbah tarafından kurulmuş ve Alamut Nizari Devleti de aynı bölgelerde 1256’ya kadar yaşamış son heterodoks İslam (Alevi) inançlı bir devletti.
Kızılbaş Türkmen beylerinin küçük Şah İsmail’i kaçırarak yıllarca saklayıp eğittikleri Gilan-Lahican, her iki devlet geleneğinin anılarının hala canlı yaşandığı Daylam ülkesi içindedir. Kaldı ki, kendilerinin geldiği Anadolu Alevilerinin yerleşim bölgelerinde de İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd soyundan gelenler yaşamakta seyyid olarak saygı görüyorlardı.

B.S. Amoretti, Alevi-Bektaşilik ve Ehl-i Hakk’ın değişik söyleminden başka birşey olmadığını yazdığı, Kızılbaşlık konusundaki geniş açıklamaları arasındaki birkaç cümle içinde iki önemli tanımlama bulunuyor:
“Kızılbaşlık bir halk dinsel inancı olarak, başkaldırıcı ve örtülü komünistik doğasıyla Anadolu’dan İran’a geçmiştir…Bu dinsel inanç tipinde merkezi figür, tanrısal sırların hazinesi ve dünyasal otoritenin sahibi sıfatıyla Ali’dir. Ancak sufi fikirleri kadar, Zeydi sosyo-politik deneyimlerini andıran bu toplumsal örgütlenme, görmüş olduğumuz gibi, 15. Yüzyıldan sonra Oniki İmamci Şiilikle doldurulmuştur.” ( B. S. Amoretti, “Pre-Safavid religious topography” The Cambridge History of Iran Vol. VI, s. 632, 634)

Ayrıca Moojan Momen’in, “Gerçekte Safeviler, Oniki İmamci Şii olduklarını ileri sürerken, bir Zeydi-imamcılığı biçemi temelinde iktidar eğilimi (claiming power on the basis a Zaydi-style Imamate) ortaya koyuyorlardi” sözlerini rağmen biz diyoruz ki, Zeydi Alevi devlet geleneğiyle birlikte, belki biraz daha fazla Alamut Nizari İsmaili yönetim geleneği temelinde, iktidar eğilimi göstermişlerdi.  Ayrıca M. Momen bu sözlerinini arkasından, neden Şah İsmail’in dinsizlik eğilimine (Kızılbaşlığı dinsizlik olarak niteliyor bu İranlı araştırmacı) bir protesto yükselmediği sorusunu sorup, açıklamasını şöyle sürdürüyor:

“Bu eğilime, ulema tarafından  yanıt verilememesindeki neden bu sıralarda tanınmış İran kökenli Oniki İmamcı ulemanın yeterli sayıda bulunmayışıdır. Kum, Nişabur, Tus, Kaşan ve Rey gibi İran’daki eski Şii dinbilimi merkezleri artık önemini yitirmiş ve pek az alim yetiştiriyor ve hiçbiri de ehliyetli değildi. Zaten İsmail’in kendi Kızılbaş güçleri arasında da, Oniki İmamcı Şiilik hakkında derin bir bilgisizlik olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Tebriz alınıp, Oniki İmamcı Şiilik devlet dini olarak ilan edildiği zaman, İsmail’in ordusunda Oniki imamci Şilik üzerine tek bir kitap bile yoktu. Tebrizli bir Kadı’nın kitaplığında bulunmuş olan Allama el-Hilli tarafından yazılmış bir kitabın kopyası, yeni devlet dini üzerinde yol gösterici olmuştu.” (Moojan Momen, An Introduction to Shi’i Islam… s.108)

Şah İsmail’i tahta geçirmiş olan Safevi-Kızılbaş ihtilalinin Dede-beğlerinin, zaten İran’daki ortodoks Şiilik ve Şii ulemasıyla  inanç bağları yoktu. Anadolu’da batini Babailikle birlikte, yerli Anadolu halklarının inançlarından ödünç alınan bazı ögelerle birleştirilmiş  tasavvufi bir synkretizm içindeki Hacı Bektaş ilkelerine bağlıydılar. Gerek Babai’lerde ve gerekse uzantısı olan Hacı Bektaş ve çevresinde Oniki İmamcılığı göremiyoruz. Zikredilen Muhammed-Ali ve Ehlibeyt kutsal adlarina (nomina sacra) ve tutulan Muharrem orucuna rağmen, Oniki imamların tek tek anıldığını gösteren kanıtlar yoktur. Oniki İmamlar (Farsça Düvazdeh-i İmam) 14. yüzyılın sonlarında Seyyid İmadeddin Nesimi (Ö. 1404) ile Alevi-Bektaşi edebiyatına girmiş ve Anadolu Aleviliği inancında kökleşmiştir. 15. 16. ve daha sonraki Alevi-Bektaşi ozanlarının hepsi de bir şiir türü olan ve Oniki İmamların adlarının geçtiği Düvazimam’lar yazmışlar. Düvazimam’lar o zamandan beri Cem’lerde özel yerini almıştır.

940 Yıllarında Zeydi Aleviliği’nin Orta Asya’da Türklerin arasında yaygın olduğunu Abu Dulaf’ı seyahatnamesinde anlattıklarından biliyoruz.  Anadolu’ya gelen Türkmenlerin Zeydi ve İsmaili ögelerinin bileşkesi bir Alevilik inancında oldukları söylenebilir. Ayrıca zaten Anadolu’da Malatya-Arguvan Dersim yöresinde 8. yüzyılın sonlarından itibaren İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd’in torunları yaşamaktaydı.

Zeyd’den inen Ali soylu ve Fatımi İsmaili dai’leri listesinde adı geçtiğini saptadığımız Seyyid Ebu’l Vefa’nın (Ö.1017) kurduğu yolun Irak, Suriye,  Anadolu ve Daylam çok yandaşlarının olduğunu biliyoruz. Hünkar Hacı Bektaş’ın da bağlandığı Baba İlyas (Ö. 1240) ve onun piri Dede Garkın da Vefaiyye yolundandı. Silsilenamelere bakılırsa  Ebu’l Vefa’nın 7. ve 8. kuşaktan torunları Seyyid Salih ve oğlu Seyyid İmad 13. yüzyılda yaşamıştır. Geniş ve etkili bir Alevilik inanç alanı oluşturmuşlardı. Bugün Anadolu’daki en eski Seyyid Ocakları ve Zeyd soyundan gelenler Arguvan, Erzincan, Tunceli ve Isparta-Ulugbey’de bulunmaktadirlar.

III. I. 5  Şah İsmail ile Anadolu Kızılbaşlarının Siyaset Farklılaşması

İsmail Safevi, gerçekten ağır bir askeri disiplin altında bir şeyhten çok bir yönetici, yani Şah olarak yetiştirilmişti Ehl-i İhtisas kurulu tarafından. Çevresini kuşatmış Kızılbaş güçlerinin arasında kazandığı egosuyla (benlik-bencillik),  gözünü çok yükseklere dikmişti. Daha yirmi yaşına  gelmeden  yazdığı bir şiirinde görüldüğü gibi amacı, Aral gölüne dökülen Ceyhun ırmağından su içmek, Bağdad’da hurma yemekti. Dicle nehri boydan boya vatanında aksın istiyordu. Tam orta yerdeki Tebriz kentini kendine başkent seçmişti, çünkü büyük  bir imparatorluk peşindeydi:

"Çün hüsn ileyim şeh-i Horasan
Hem Hüsrev-i Tebriz taht-ı İran
Mülkümde gerektir ab-i Ceyhun
Sürh ab gerek kim ola demgün"

"Bagdad mihi menim lebim semr
Ahsın vatanımda şadd Bağdad "

1501-2’de Tebriz’i ele geçirip Kızılbaş Safevi devletini kuran Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisi ile, İranlı toprak feodalları ve kentleşmiş (yönetici) aristokratik aileler karşı karşıya gelmişlerdi. Bilindiği gibi savaşarak bir imparatorluk oluşturan Kızılbaş kitle, Anadolu’dan gelen Rumlu, Şamlu, Dulkadırlı, Ustaçlu, Tekelü vb. Türk-Türkmen unsurlardı. Çoğunluk yerli unsur ise İranlıydı. Devlet içindeki Türk ve Pers elemanlar arasında karşılıklı kuşku ve rekabet, kaçınılmaz bir biçimde Safevi yönetiminde etnik çizgi boyunca hizipleşme yarattı. H. R. Roemer:
“Türk ve İranlılar’ın, diyor, sadece dil ve gelenekleri farklı değil, aynı zamanda kültür ve kökenleri de farklıydı. Türk unsurunu, çoğunluğu göçebe çoban ve savaşçılar olan Türkmenler oluşturuyor; İranlı unsur ise eski yerleşik köylü ve kentli tüccar ve zanaatkar sınıfları kapsıyordu. İki grup İsmail’in kişiliğinde kaynaşmıştı. İsmail’in, kaderini bunlardan birine bağlayıp bağlamıyacağı hemen ortaya konulamadı. Eğer öyle olsaydı birini seçmiş olacaktı.” (agy.s.227)

Şah İsmail’in başlangıçta Türk unsurun dışında bir seçeneği olması zaten olası değildi. Kızılbaş ihtilalinin son halkasında yaratılmış bir Ali soylu hanedan mensubuydu. Önderliği ve Kızılbaş Türkmen boylarını birleştiriciliği, “Ali’nin Şah İsmail donunda ortaya çıktığı” inanç siyasetine dayanıyordu. Tercih edilendi, seçen durumunda değildi.

Kızılbaş Devleti’nin temelini, 1494’de Türkmen kabilelerinin inançsal ve dünyasal önderliğini kişiliğinde toplayan Dede-beğ’lerin oluşturduğu askeri aristokrasisi, “Ehl-i İhtisas” örgütlenmesiyle Lahikan’da atmıştı. Bu örgütlenmeyle atılan çekirdek, on-oniki yıllık olağanüstü bir propaganda ve silahlı mücadele sonunda Tebriz’de fidana dönüşmüştü. Çekirdeği Kızılbaş kanlarıyla sulanıp büyüyen bu devlet ağacı, meyva vermeğe başladığında İranlı unsur bir anlamda, bizde varız ve burası bizim ülkemizdir, diyerek ortaya çıkmış. Oysa Ehl-i Hakçı Kürtler dışında, Sünni Türkler, Gürcüler ve Ermeniler kadar uzak ve düşman konumundaki İranlı unsurun devletin kuruluşuna hiçbir katkısı olmamıştı. Ne varki, onlar ülkelerindeki yabancı unsurların kurmuş olduğu devletten pay almasını her zaman bilmiştir; içine girip diliyle ve kültürüyle dış unsurları kendi kendilerine yabancılaştırmış, çok kere yoketmiş, iranlılaştırmıştır. İran’da kurulan yabancı ve elbetteki işgalci etnik unsurların kurduğu devletlerin yüksek yönetim kadrolarında İranlı feodal aristokrat aileler, işbirlikçi olarak yer almış ve egemenliklerini birlikte sürdürmüşlerdir. İranlı emeğiyle geçinen halk yığınları için, ister kendi ulusu isterse yabancı unsurlar egemen olsun fazla farketmiyordu, çünkü ikisi de eziyordu. Ancak ezilenlerin haklarını koruyan, savunan, zulüm yapanlara bayrak açmış önderlerin peşlerinden, ezilen sınıflar olarak gitmekten çekinmemişlerdir. Örneğin Şam ve Bağdad halifelerine karşı proto-Alevi (heterodoks) ayaklanmalarında ( Zeyd oğlu Yahya, Ebu Müslim, daha sonraları Babek-Hurremi, Maziyar vb.) önemli unsur İran halklarıydı. Şimdi aynı halk, Kızılbaş ihtilalinin Tebriz’de bir devlet kurup, onu yerleştirmeğe çalıştığı silahlı mücadelede döneminde, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Timuroğullarının egemenliğinde ortodoks İslamın Sünni ve Şii kamplarını oluşturuyordu. Dolayısıyla Alevi-Kızılbaş inancına karşı düşmanca konumdaydılar.

İran ülkesindeki büyük şehir merkezlerlerinin büyük bir kısmı Sünni idi. Gilan ve Mazanderen dahil, Rey, Varamin, Kum ve Kaşkan gibi şehirler, Kuzistan ve Horasan eyaletleri ve Şabvazar bölgesi geleneksel olarak Oniki İmamcı Şii’ydiler; bu bölgelerde Şiilik köylüler arasında da yaygındı. Aristokratik ailelerin sahibi olduğu bazı kentler de Şii idi ve bu aileler özellikle Timuroğulları ve Sünni Akkoyunlular yönetimlerinde görev almışlardı. Sünniler arasında Kubrevilik ve Nimetullahçılık; Şiiler arasında da Nurbahşi ve Musa’şai tasavvufi eğilimleri yaygındı. (Mustaufi’den aktaran B.S. Amoretti, agy. s.617)

Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi 1502’de 15 yaşlarındaki Şah İsmail’e taç giydirildikten sonra Ehl-i İhtisas kurulundan Lalalık kaldırılmıştı. Bunun yerine, Vekil-i Nefs-i Nefis-i Hümayun, yani hem Mürşid-i Kamil, hem yeryüzü padişahı olan Şah’ın vekili kurumu kuruldu. R. M. Savory’nin  tanımlamasıyla: “Kurum, Gilan’da Şah İsmail’in güvenliğinden sorumlu küçük yoldaşlar grubundan biri olan ve Safevi ihtilalinin (doğrusu Kızılbaş ihtilali İ.K.) son sahnelerini planlayan Şamlu kabilesinin sorumluluğuna verildi. Şamlu lala Hüseyin Beğ görevi üstlendi.”(R.M. Savory, The Cambridge History of Islam I, s.401; The Cambridge History of Iran VI, s.358 vd.)

Şah İsmail devletin kuruluşundan 6 yıl sonra 1508’de Şamlu Hüseyin Beğ’i bu görevden uzaklaştırıp yerine bir İranlı atadı. Bu tarihten itibaren İran unsuru araya girmiş, kuruluşunda  hiçbir katkıları olmayan aristokratik aileler ve ortodoks Şii ulema aracılığıyla geleneksel rollerini oynamaya başlamışlardı; yönetime katılacaklar ve sonra kendi inanç, dil, kültür ve deneyimleriyle onu ele geçireceklerdir.

Görünüşte Türk-İran ortak yönetiminde denge sağlamak amacı güdülmüştü. Kızılbaş beğlerin etkinliğini azaltmak anlamına gelen Şah İsmail’in bu davranışı, bir İran devleti oluşturmaya  yöneldiğinin ilk belirtisiydi. 1508 ile 1524 yılı arasında beş İranlı Şah vekili birbirini izledi. Ayrıca Şah İsmail, İranlı vekilin yetkesini, devletin savaş gücünü oluşturan Kızılbaş ordularının başkomutanı Emir ül Umera’nınkine eşit kılmış bulunuyordu. Şah Vekilliğine bir İranlının atanmasına karşı Kızılbaş Türkmenler kesiminde derhal şiddetli bir tepki doğdu. Beş vekilden en az üçünün Kızılbaşlar tarafından öldürüldüğü bilinmekle birlikte geri dönüş olmadı. Bazı Türkmen beğlerinin muhalefetine “Han” unvanıyla valilikler dağıtma yoluyla engel olunarak, Kızılbaş askeri aristokrasisinin birliği bozuldu. Böylelikle  İranlı feodal yöneticiler Çaldıran’dan önce etkili biçimde dizginleri ele geçirmiş bulunuyorlardı.

Şah İsmail’in Dulkadirliler üzerine yapmak istediği sefer sırasında (1509), Osmanlı sınırında Yıldız dağındaki büyük konaklama, değişen bu siyasetle ilgili olmalıdır. Sarız çevresinde, Yıldız Dağında yapılan toplantıdaki görüşme ve tartışmalarda Balım Sultan’ı kardeşi Kalender Çelebi temsil etmiş. Onun başkanlığındaki Dergah ve diğer Ocak temsilcileri Dedeler, Şah İsmail’in siyasetine karşı çıkmışlardı.

Anadolu’dan Türkmen gençlerinin dalga dalga, bölük bölük Şah’ın ardından gidip bilmedikleri ülkelerde fetihlere girişmelerini artık istemiyorlar. Anadolu’da birlik sağlayıp, Şeyh Bedreddin’in düşlerini bir Kızılbaş Devleti’nde, ama yaşadıklar topraklarda gerçekleştirmek yanlısıydılar. Kemal-Paşazade tarihinde,
“(Şah İsmail) Diyarbekir içinden dahi gitse olurdı. Ol yoldan da maksuda vusul bulurdu; amma yerinden deprenüp bir taşla iki kuş vurmak istedi. Bahane ile gelip Serhadd-i Rum’da (Osmanl sınırlarında İ.K.) bir zaman turmak istedi. Ta ki  Anatolı’nın  Kızılbaş’ı vesair evbaşı ol şem-i bezm fitnenin kenara geldügün duyup, her taraftan yanına cem’oluna…Amma umduğun bulmadı, ol dedigi iş olmadı ve içinde Kızılbaş olan vilayetlerin raiyyetleri boyunlanıp birbirine merbut olmuştu (bağlanmıştı İ.K.)” diye yazmakta haklıydı. (Faruk Sümer, agy. s.29, dipnot 41)

Şah İsmail’in Yıldız Dağı durağından olaysız ayrılması ve başında bulunduğu Kızılbaş ordusuna katılımın olmayışı, asıl nedenini anlamadığı için II. Bayezid’i sevindirmiş, Balım Sultan’ın Kızılbaşları etkileyip durdurduğuna inanmıştı. Arkasından Şah İsmail’in Dulkadirli Ala üd Devle’yi yenip, ülkesini ele geçirmesine de memnun oldu. Osmanlı’nın doğusundaki bu güçlü beylik bir daha belini doğrultamazdı. Şah İsmail’in kendisinin ise Tebriz’den İran’ı yönetirken Anadolu’yu elinde tutabileceğine zaten inanmıyordu. Anadolu Kızılbaşları da desteğini çekerse bitti demekti Osmanlı Sultanı’na göre.

Sultan II.Bayezid’in, Balım Sultan’ın kendisi için siyaset yaptığı konusunda yanılgısı, çok değil iki yıl sonra (1511) Şah Kulu  başkaldırısıyla ortaya çıkacaktı. Bu hareket tamamıyla İstanbul’a yönelik ve Safevi siyasetinden bağımsız, Yıldız Dağı toplantılarında saptanmış Anadolu Kızılbaşlarının ilk uygulamasıydı. Çaldıran’dan önce ve sonra, 18.yüzyılın başlarına kadar Osmanlı’nın uygun gördüğü “Celali Hareketleri” adıyla sürüp gidecek ve hepsi de kırımlarla son bulacaktır. 

Şah İsmail, Cengiz Moğol İmparatorluğu ve torunlarından Timur’un kurduğu cihan imparatorluğunu kendine örnek almış gözüküyordu. Onun düşüncesi Orta Asya’ya kadar fetihlerini tamamlayıp geri dönmek ve Osmanlıları büyük bir meydan savaşına zorlayıp yoketmekti; tıpkı 1243’de Yassı Çimen ve 1402’deki Ankara Meydan savaşları gibi.

Buna karşılık, özellikle Anadolu’da Osmanlı ülkesinde ve bazı beyliklerde yaşayan Kızılbaşlar, yarım yüzyıldır yenilgiler ve yeniden toparlanmalarla sürmüş büyük mücadelelerin son aşamasında kurulmuş Kızılbaş Safevi Devleti, kendi gövdesi üstünde yükselsin istiyordu. Baş gövdeden, gövde baştan ayrı yaşayamazdı. Baş fetihler peşinde koşarken, Osmanlı topraklarındaki  gövdenin yarısında kıyımlar, sürgünler yaşanıyordu. Şah Anadolu’da otursun; yıkmış olduğu Akkoyunlu devletinin, dedesi Uzun Hasan’ın varisi olarak onun başkenti Amid’i (Diyarbakır) merkez yapsın istiyorlardı. Ancak böyle bir siyasetin güdülmesi, baş ile gövdeyi birleştirebilir ve Osmanlı hanedanıyla başa çıkılabilirdi. Anadolu Kızılbaşlarının, yani gövdenin isteği ve gerçekçi Kızılbaş siyaseti Pir Sultan Abdal’ın şu dörtlüklerinde yansımaktadır:

Haktan inayet olursa
Şah Urum’a gele bir gün
Gazada bu Zülfikarı
Kafirlere çala bir gün

Hep devşire gele iller
Şah’a köle ola kullar
Urum’da’ğlayan sefiller
Şad ola da güle bir gün

Çeke sancağı götüre
Şah İstanbul’da otura
Frenk’ten yessir getire
Horasan’a sala bir gün
….
Pir Sultan’ın işi ahtır
İntizarım güzel Şah’tır
Mülk iyesi padişahtır
Mülke sahip ola bir gün 

“Safevi tahtına oturduktan sonra, diyor Savory, on yıl gibi kısa  bir dönem içinde Şah İsmail, gerçekten de Ceyhun’dan Bağdad’a uzanan bir imparatorluk oluşturmuştu.  1503’de orta ve güney İran’i, 1504’de Hazar denizi kıyılarını, 1505-7’de Diyarbakır’i alarak tüm Doğu Anadolu’yu, 1508’de Bağdad’la birlikte güneybatı İran’ı tam egemenliği altına aldı. 1512’de Ceyhun’un doğusuna kadar ilerledi; Herat, Meşed ve Tus’u alarak tüm Horasan’a sahip oldu oldu. (R. M. Savory, “Safavid Persia” The Cambridge History of Islam I, Cambridge-At The University Press, 1970, s.399)

Ancak Şah İsmail, 1509’da Yıldız Dağı toplantısından sonra kendisine asker vermeyen Anadolu Kızılbaşlarını yüzüstü bırakmıştır. Kendisini tutan İran’daki Kızılbaş Türkmen grupları ve Dede-beğ’likten ‘Han’lığa geçmiş Kızılbaş askeri şeflerinin desteğiyle büyük İran Safevi İmparatorluğu idealinin peşinde koşarak, yüksek egosunu doyurmaya çalışmıştır. Anadolu’daki Kızılbaş başkaldırılarına kulak tıkamış. 1511’de üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yendikten sonra bozguna uğrayan Şah Kulu’nun sağ kalan ve İran’a sığınan yandaşlarını, Kervan soydukları bahaneyle öldürtmüştür. İçlerinden kendi siyasetine yakın gördüğü Ulama’yı “Han” yapmış. Aynı kişinin daha sonraları Osmanlıları safına geçtiğini görüyoruz. Ertesi yıl Nur Ali Halife’nin yükselttiği büyük bir Kızılbaş hareketini de görmezlikten gelmiş olan Şah İsmail, Ceyhun’un ötelerinde yayılmacılığını sürdürmektedir. Şah İsmail’in bu duyarsızlığını, II. Bayezid’le iyi ilişkilerine bağlamak yanlıştır.Yöneticilerin de geleneksel telkinleri, dil ve kültür biçimlenmeleriyle İranlılaşma devlet siyasetinin egemen olması ve Caferi Şiiliğin öne çıkmaya başlaması, Gulat (aşırı) sayılan Kızılbaşlık siyasetinin  geriye atılmasıyla ilgilidir. Aşağıda Çaldıran savaşını incelerken tüm bu siyasetleri biraz daha açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. 

III. II “SUFİ KIRAN” ÇALDIRAN, GERÇEK BİR KIZILBAŞ TOPLU KIRIM SAVAŞIYDI

III. II. 1 Şah İsmail Hatayi’nin bir Şiirinde Çaldıran Savaşı
Alay alay geldiler Koşan koşan durdular İkinci gelen bir top Atıldı ana saldılar

Eskerler örüledi
Çakmaklar kuruladı
Ol kafir Melhuçoglu
Şah üstüne duruladi

Hey al kana al kana
Kızıl kanlar çalkana
Melhuçoğlu kılıç urdu
Şahım aldı kalhana

Şah anda bindi ata
Yezitler döndü mata
Şah bir kılıç urdu ki
Kelleden indi ata

Melhuçoğlu attan düştü
Şah anda geriye kaçtı
Beş yüz elli tüfekçi
Şah’ın ardına düştü

Ün edüben gittiler
Şah’ın ardından yettiler
Sultan Ali Mirza’mı
Bu kavgada tuttular

Dört yanın uladılar
Ciğerciğim dağladılar
Sultan Ali Mirzam’ın
Ağ ellerin bağladılar

Bindirdiler atına
Göt(ür)düler inkar katına
İnkar bir sual sordu           
Bakınca suratına

Sağ mısın esen misin
Ciğerciğim kesen misin
Koca haydar zül olası    
Şah dedikleri sen misin

Elifim var kaddim var        
Bir İskender hadd’im var    
Ben Şah’ın kurbanıyım
Şah olmaya ne haddim var  Seni attan indirmiyem Gül benzin soldurmuyam Gel Şah’a şek getür sen          Vurup boynun öldürmeyem  İşte geldim yanına Sığındım Sübhan’ıma Ben Pire şek getürmem
Lanet senin canına

Şunu atından indirin
Gül benzini soldurun
N’oldu benim cellatlarım
Vurun boynun öldürün

Cellatlar aralandı
Ciğerler parelendi
Sultan Ali İmirza’m
Bu kavgada parelendi

Gönül hüma kuşudur
İşitenler naşidir              
Baş verip ser kurtarmak 
O da Mervan işidir

Çöl olasi Çaldıran
Altun kadeh kaldıran
Hatayi’m ağlar gezer
Musahibin aldıran
(İbrahim Arslanoğlu, Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri, İstanbul-1992, s.411-412)

Bizce önemli bir belge olarak ortaya çıkan şiirin, Türk tarihçileri tarafından görülmediği, görülmüşse de önemsenmediği anlaşılıyor.  Osmanlı tarihyazıcıları kadar, çağdaş Türk tarihçileri için de doğru olan,Yavuz’un çevresinde seferin günlüğünü (Ruzname) tutan Haydar Çelebi ve Şah İsmail’den kaçıp onun hizmetine girmiş İranlı ulema takımından Hasan Can’dan nakleden oğlu Hoca Sadeddin’in anlattıklarıdır.

Şah ismail Hatayi bu 16  dörtlükte,  kendisinin de  hücum hattı içerisinde göğüs göğüse çarpıştığı Çaldıran savaşından önemli bir kesiti vermektedir. Uğruna canını vermiş, “musahibim” dediği  Sultan Ali Mirza’nin yakalanışı ve Osmanlı Padişahı Yavuz Selim’in  huzurunda sorgulanıp, cellatlara nasıl parçalatıldığını çok duygulu ve etkileyici biçimde, yedi heceli dizelerle destanlaştırmıştır.

Sultan unvanını taşıyan ve sadece bir Afşar Türkmeni olduğu bilinen Ali Mirza,  öyle görünüyorki  Gilan’dan beri onun çok yakınında bir kimseydi. İ. Hakki Uzunçarşı’lının  tanımladığı gibi sadece, “Şah’in maiyetindeki zabitlerden biri” (Osmanlı Tarihi II,  Ankara-1983, s. 268) değildir. Şah İsmail Hatayi, Muhammed-Ali’den, Ehlibeyt, Oniki İmamlar ve Hacı Bektaş’dan başka hiçkimseyi nefeslerine, şiirlerine konu edinmemiştir. Büyük mutasavvıfların adlarını elbette zaman zaman yadetmiştir, ama içlerinden hiçbirine bir şiiri ya da destanını ayırmış olduğuna biz rastlamadık. Onu çok sevdiği ve yitirdiğine çok fazla üzüldüğü için bu şiiri yazdığı anlaşılıyor.

III. II. 1. a  Şiirin Açıklaması Ve Verdiği Farklı Bilgiler

Şiirde olaylar “ben” ile birlikte, daha çok “o” şahıs zamiri kullanılarak, yani üçüncü kişinin, ağzından anlatılmıştır. Çaldıran savaşının irdelenmesine geçmeden önce şiirde anlatılanların daha iyi anlaşıkabilmesi bakımınından, onu düzyazı biçiminde vermeyi deneyelim:

“Alay alay gelen Osmanlı askerleri, koşaraktan sıraya girdiler. İkinci topun patlatılmasından sonra ona (Şah’ın kendisine) saldırdılar. Askerler taşlarla örülü bir duvar gibi sıralanmış tüfeklerinin çakmaklarını kurarken, o kafir Melhuçoğlu (Malkoçoğlu Tur Ali Bey,İ.K.) Şah’ın üstüne doğrulayıp, hücuma geçti. Her taraf  kızıl kan çalkalanıyordu. Melhuçoğlu’nun kılıç vuruşunu, Şah kalkanla karşıladı. Zaten anında atına binince yezitler (Sünni Osmanli askerleri İ.K.) şaşkına dönmüştü. Ardından düşmanının kellesine öyle bir vurdu ki, kılıcı vücudunu ikiye bölüp ata ulaştı.”

"Melhuçoğlu attan düşünce Şah atını çevirip geriye kaçtı. Bunun üzerine beşyüz elli tüfekçi, bağıra çağıra Şah’ın ardından koştular. Ulaştıklarında onun yerine, Sultan Ali Mirza’yı kavganın ortasında yakaladılar."

"Dört yanını çevirip onu aralarına alınca, ciğerim yandı, çok üzüldüm. Sultan Ali İmirzam’ın ellerini bağlayıp ata bindirdi ve İnkar’in (Alevi inancına düşman Yavuz Selim  kastediliyor İ. K.) katına çıkardılar. Yavuz Selim, Sultan Ali Mirza’nin yüzüne bakarak onu sorgulamaya başladı:

"YAVUZ: ‘Ciğerimi yerinden söken, beni bu kadar öfkelendiren adam, sen hala sağ ve esen misin? Kahrolası koca arslan, sen misin Şah dedikleri? (Koca Haydar,  diye Şah’ın babasının adıyla hitap etmiş gibi görünüyorsa da, izleyen konuşmalar; haydar’ı arslan anlamında kullandığını gösteriyor. İ.K.)"

"ALİ MİRZA: ‘Elif gibi doğru ve uzun boyum ve İskender’inki gibi bir yüzüm var. Yani Şah’a benziyorum, ama ben haddimi bilirim; Şah değilim, Şah’ın kurbanıyım, ona kurban olurum ben."

"YAVUZ: ‘Seni atından indirip, eziyet ederek gül benzini
soldurmuyayım. Gel inat etme. Şah’a şek getir; yani o olduğunu farzet, onu yadsı ve Şah olduğunu söyle. O zaman boynunu vurdurtmam, seni bağışlarım."

" ALİ MİRZA: ‘İşte yanındayım. Ama, sana değil ben Tanrıma sığınırım. Senin canına lanet olsun; ben ne Pir’imi yadsır ve ne de kendimi onun yerine korum.”

" Bunun üzerine Yavuz öfkeyle: ‘Neredesiniz cellatlarım? Şunu atından indirip, önce eziyet ve işkenceyle soldurun yüzünü. Sonra vurun boynunu öldürün’ diyerek Sultan Ali Mirza’yı cellatlara teslim etti.”

"Cellatlar oradan, Sultan Ali Mirzam’ı alarak ayrıldılar. Onu parça  parça ederek, sevdiklerinin de ciğerini dağladı, onları acılara boğdular."

"O, Mervan işi işlemedi; kendi başını  kurtarmak için, başındaki Şah’ina ihanet etmedi, hakkında bilgi vermedi. Gönlümüzde bir cennet kuşuydu o, uçtu gitti. Bütün bu bilgiler, bizzat olayı işitenlerden çıkıp, yayılmıştır."

"Ah! Çaldıran olmaz olsaydın;  toprakların çatlayıp kurusun, çöle dönüşesin. Kendisine altın kadehle şarap dolduran musahibi Sultan Ali Mirza’yı, senin toprağın üzerinde düşmana kaptıran Hatayi artık ağlar gezer oldu."

III. II. 2 Savaş Öncesi Yavuz Selim ile Şah İsmail’in Siyasetleri

Baştan söyleyelim: Çaldıran savaşının galibi, dönemin ahlaki değer ölçülerine vurulduğunda yiğitlik  değil, ama yenilik olmuştur. Erlik ve yiğitliğin ölçütü olan kılıç, ok ve mızrak değil, o çağın savaşlarında teknik yeniliğin simgesi olan (500) top ile (12 bin) çakmaklı tüfek, Çaldıran savaşını Yavuz’a kazandırmıştır.

Kuşkusuz Şah İsmail, ateşli silahlara sahip olmamak ve kullanmamakla, elbetteki yanlışın  en büyüğünü yapmışır. Oysa dedesi Akkoyunlu Uzun Hasan bile, elli bir yıl önce Otlukbeli savaşında, Fatih’e karşı top kullanmıştır.

R.M. Savory’nin “ateşli silahların kullanılışını insanlığa ve yiğitliğe-şövalyeliğe aykırı buluyordu (The Cambridge History of Islam, Vol. I, s. 400)” düşüncesine,  Ali donunda ortaya çıktığına inanılan Şah İsmail’in askerine kurşun işlemez  gibi aşırı fanatikliği de belki eklemek gerekir. Ama asıl, bu dönemde Şah’ın çevresini yeni sarmış olan İranlı Şii umera ve ulemasının bilinçli telkinlerini unutmamalıyız.

1499’dan 1514’e kadar Şah İsmail’e, Ceyhun’dan Buhara’dan Fırat’a, Bağdad ve Kayseri’ye uzanan bir imparatorluk kazandırmış Kızılbaş ordusu, yenilmezliği ve çok hızlı hareket yeteneğine sahip süvari gücüyle ün salmıştı. Onun içindir ki Yavuz, Osmanlı’da o tarihe kadar az görülmüş, 140 bin kişilik bir ordu ve çok üstün ateşli silah gücüyle bu savaşa çıkmış ve hiçbir şekilde zaferi şansa ve yiğitliğe  bırakmamıştır.

Yavuz’un amacı, İran’da egemen olmak isteyen Şii devletini ortadan kaldırmak değil, kızılbaş  askeri aristokrasisinin oluşturduğu yönetimi ve kızılbaş ordusunu yoketmekti. Kültürüne, dili ve edebiyatına hayranlık duyduğu İranlılara düşmanlığı yoktu, olmazdı. Yavuz’un düşmanlığı, Anadolu Alevi-Bektaşi Türkmenlerinin, yaklaşık elli yil boyunca sürdürdükleri ihtilalci Kızılbaşlık siyasetlerinin sonucu kurduklari Kızılbaş Safevi Devleti  yönetimine idi.

Tarihçilere ve konuya ilişkin bildiklerimize çok aykırı gelecek ama, bize göre Şah İsmail’e bu dönemde Yavuz’un kişisel kini de olmaması gerekir. Çünkü 1508-9 ile 1514 arasında Kızılbaş askeri aristokrasisinin kendi aralarında ve Şah İsmail ile büyük sürtüşmeler vardı;  bir bakıma İran milli devletine doğru gidiş ve Şah’ın Kızılbaş Türkmenlerin nüfuzunu, çeşitli yollarla kırma siyasetinden Yavuz Selim’in haberdar olmadığı düşünülemez.

Bir başka gerçek daha var: 1509 yılı Şah İsmail’in, Anadolu Kızılbaş Türkmen boyları temsilcileriyle yaptığı Yıldız dağı toplantısında Kızılbaş siyaseti bölünmüş: Bir yanda başında, Balım Sultan’ın kardeşi Kalender Çelebi’nin bulunduğu ve onun talibi büyük halk ozanı Pir Sultan Abdal’in  sözcülüğünü yaptığı “Padişah’ın tacı ile tahtını ele geçirmeye” yönelik  Kızılbaş siyaseti, diğeri ise Şah İsmail’in Safevi İran İmparatorluğu kurma siyaseti vardır. Yukarıda anlattığımız üzere, bu tarihten itibaren Anadolu’dan,  6-7 yil önceki gibi  akın akın Şah İsmail’in Kızılbaş ordusuna gidip katılan olmamıştır. Oysaki, Kızılbaş ordusunu oluşturan Kızılbaş Türkmen kabileleri de, son yarım yüzyıl boyunca Azerbaycan ve İran’a göçüp yerleşmiş akrabalarından başkaları değildi. Gidenlerin amacı zaten Şah İsmail’in Anadolu’ya gelip kendi devletlerinin başına geçmesini sağlamaktı. Kurtuluşlarını Şah’a bağlamışlardı. İşte bu umut büyük çapta yokolduğundan dolayı, aynı yılın sonunda Şah İsmail’in Dulkadiroğlu Alaüddevle ile yaptığı savaşa Anadolu Kızılbaşları katılmamıştır. Şah İsmail de bu tarihten sonra Doğu’da fetihlere yönelmiştir. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Alev Yayınları, İstanbul-1996, s. 213-282)

Birkaç yıl sonraki  Şahkulu Sultan ve ardından Nur Ali Halife başkaldırıları bağımsız Anadolu Kızılbaşlarının ayaklanmaları olarak kalmıştır; Şah İsmail onlarla ilgilenmemiştir. Yavuz’un yeğeni Şehzade Murad’ı  her iki harekette de Kızılbaş yandaşı olarak görmekteyiz. Ama, Şah İsmail bu hareketlerin ikisine de sırtını çevirmiş, Osmanlı’dan yana tavır almıştır. Örneğin, Şahkulu başkaldırısının bastırılması sırasında kırımdan kurtulanların İran’a gittiklerinde, kervan soydukları bahanesiyle hepsinin Şah İsmail tarafindan yokedildiği bilinmektedir. Ayrıca, birkaç yıl önce Kayseri’ye kadar gelmiş olan Şah İsmail isteseydi, Sivas, Çorum, Tokat va Amasya Kızılbaşlarını ayaklandırıp, kendi adına hutbe bile okutan ve Erzincan’da kendisini bekleyen Nur Ali Halife’nin yardımına gelemez miydi? Gelebilirdi, ama gelmedi.

Fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim: Yavuz’un tahta çıkar çıkmaz, Kızılbaşlar hakkında Kemal Paşazade ve Müfti Hamza’ya fetvalar yazdırttıktan sonra, “yediden yetmişe defter edilerek” giriştiği 40 bin ile 100 bin arasında Kızılbaşı katlettirmesi, Anadolu Kızılbaşlarının siyasetine dönüktür, başkaldıranlara gözdağıdır. Ama, yine de  karşısında, kaynağını Anadolu’dan almış bir Kızılbaş devlet yönetimi  vardı. Onu yoketmekle, Anadolu Kızılbaşlarına -umutlarırını tümüyle kesemedikleri- bu yönetimin desteğini kesmiş olacaktı.

Şah İsmail, halifelerinden Nur Ali’ye yardıma gelseydi, büyük Kızılbaş kırımları da Çaldıran savaşı da olmayabilirdi. Belki  Şah ile Yavuz ya da başka bir Osmanlı padişahı arasında, Timur-Bayezid arasındaki (Ankara 1402) savaşına benzer bir durum ortaya çıkardı. Kızılbaş ayaklanmalarını  desteklemedi. Çünkü Şah İsmail  Kızılbaşlık davasına ihanet içindeydi. Bu ihanete  daha 1508’de Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunu dağıtıp, Şah Vekilliği ‘ni  İranlı Şiilere vererek ve baş dinsel kurumu Sadr’i, Caferi mezhebi üzerinde işletmeye başlatarak adımını atmıştı.

Yine de görülüyor ki, çevresindeki Kızılbaş hanlar ve ordusunun baskısıyla, Kılıç adlı bir halifesini Kızılbaş kırımını incelemesi için Anadolu’ya göndermek zorunda kalıyor. Zaten Şah İsmail, Yavuz ile savaş yapmaya gönülsüz duruyordu. Ancak bu savaşa, büyük Kızılbaş kırımı nedeniyle, kendi ordusu tarafından zorlanmıştır. Yavuz tarafından gelen tahrikler de hesaba katılabilir.

III. II.  3 Yavuz Selim Ordusuyla İstanbul’dan Çaldıran’a Beş Ayda Ulaştı

Yavuz Sultan Selim 1514 yılı Nisan ayının üçüncü haftası sonunda İstanbul’dan, Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri ve timarlı sipahilerinin kuvvetleriyle destekli 140 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Konaklama yerleri olarak özellikle zaviyeleri tercih ve ziyaret ederek ilerliyordu; Akbıyık Zaviyesi, Karye-i Işık, Bozöyük Zaviyesi üzerinden Seyyidgazi’ye ulaşmıştı.

Seyyidgazi Zaviyesinde konaklama süresini uzatan Yavuz burada Kapıkulu askerlerine sefer için 1000 er akça bahşiş dağıtmıştır. Sonra orduda, yeni atamalarla görev bölümü yapmiş: 20 bin kişilik timarlı sipahi pişdar(öncü) ordusunun başına vezir Dukakinoğlu Ahmet Paşa’yı atayan Yavuz Selim, Karaca Ahmet Paşa’yı 500 süvari ile keşfe göndermiş. Mihailoğlu Mehmet Bey’i de akıncıların başına geçirmiştir.
Bu arada Seyyidgazi türbesini ziyaret eden Yavuz Selim’in, zaviye dervişlerine 100 bin akça dağıttığını  görüyoruz. (M.C. Şahabeddin Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, İ.Ü. Ed. Fak.Tarih Dergisi sayı 22,  s.59)

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bu Alevi-Bektaşi zaviyelerinden geçerek bir yandan onlara gövde gösterisiyle gözdağı vermiş, öbür yandan da uslu durdukları takdirde kendilerine yardımcı olacağını göstermek istemiştir. Bu arada Konya’ya uğrayıp Mevlana’nın türbesini de ziyaret ettiği ve 100 bin akça da oraya bağışta bulunduğu halde, yukarıda adı verilen Zaviyelerin bağlı bulunduğu Hacı Bektaş Veli Dergahına uğramamıştır. Çok büyük olasılıkla Hacı Bektaş Dergahı çevresi de Alevi kırımından nasibini almıştır. Ancak başında bulunan Balım Sultan’in idam edilmemiş olması, çok geniş Alevi-Bektaşi kitlesi ve özellikle Yeniçerilerin büyük tepki ve isyanına neden olacağı korkusuna bağlanabilir. Balım Sultan’ın, 1511 Şah Kulu isyanından beri Dergah’ta gözaltında olduğu ve dışarısı ile ilişkisinin kesildiği kesindir.

Yavuz’un  ne zaviyelere yaptığı  parasal yardıma ve ne de saldığı korku ve gözdağına güvenmediğini de görüyoruz. Sivas’da 40 bin kişilik bir ihtiyat birliğini, Şah İsmail ile karşı karşıya savaştığı sırada Anadolu’da olası bir Kızılbaş başkaldırısını bastırmak için bıraktı.

Katliamın ardından, sinmiş olan Anadolu Kızılbaşları öyle anlaşılıyor ki, Şahkulu ve Nur Halife başkaldırılarında yardımlarına gelerek, Osmanlı ile savaşmayan Şah İsmail’in, bu kez mutlaka savaşacağı ve Osmanlı’yı mutlaka yeneceğine inanıyorlardı. Şah İsmail’in Yavuz’u, ta Azerbaycan içlerine değin çekmesinden bu umuda kaptırmışlardı kendilerini. Bu kadar yolu yürüdükten sonra Osmanlı ordusunun Kızılbaş ordusunu yenebilecek  gücü kalacağına herhalde artık kimse inanamıyordu.

Her alanda önlemini almış olan Yavuz Selim,  Şah İsmail ile hiç değilse Erzincan dolaylarında karşılaşacağını bekliyor olmalıydı.  Mama Hatun Kervansarayı’nı da  geçip Çermük’e ulaştığı halde, hala ortalarda görünmeyen Şah İsmail’e yazdığı mektuplarda ona hakaret ediyor;  memleketi içerisinde yürüdüğü halde, karşısına çıkamadığı ve kadınlar gibi korkup gizlendiğini; bir sultanın süslü kaftanlar içinde dolaşacağına, zırh giymesi gerektiğini yazıyor. Kendisinin de miğfer yerine baş örtüsü, zırh yerine de entari giymesini öğütlüyordu.  Hatta ona bir kadın giysisi bile göndermişti. Bu hakaret edici söz ve davranışların arasında kafirliği, yani Kızılbaşlığı terkedip müslüman olması ve yönetimi bırakarak inzivaya çekilmesi istekleri de vardı.(M. C. Şahabeddin  Tekindağ,  agy. S.62)

Burada bizce Yavuz, Şah İsmail’e,  6-7 yıldan beri İranlı feodal bürokrasi ögesiyle denge kurarak, eskiye göre hegemonyasını oldukça zayıflattığı Kızılbaş Türkmen askeri aristokrasisini, ehl-i Sünnete  dönerek tümüyle terketmesini öneriyor sanki.  Şah İsmail’in kafasındaki  İranlı unsuru egemen kılma siyasetine Yavuz bu yolla yardımcı olarak, Kızılbaşları ortaklaşa, -tamamiyla yokedemeseler bile- adamakıllı sindirerek siyaset meydanından uzaklaştırabilirlerdi. Elbetteki o zaman Şah İsmail İranlı bir Şii hükümdar olarak yerinde kalırdı.3
Şah İsmail’in, Yavuz’un mektuplarına verdiği yanıtlardaki yumuşaklıktan, sözünü ettiğimiz siyasetine  uygun olarak anlaşma niyeti seziliyor. Mektuplarında  Yavuz Selim’i kendisiyle savaşa zorlayan nedenleri irdelemekte; Al-i Osman  hanedanıyla iyi geçinmek istediği ve savaşın kendisi için iyi olmayacağı ve Timur-Bayezid savaşı sonrası karışıklığa düşeceklerini belirtiyordu. Ayrıca  hiç de hak etmediği hakaretlerine karşılık olarak ise; bu sözleri bir padişah değil, olsa olsa afyon çekmiş  sarhoş katipler yazmıştır diyerek, afyon dolu bir altın kutu gönderiyor.

III. II.  4 Çaldıran, Kızılbaşların Birliği İçin Çok Önemli Bir Dönüm Noktasıydı

Şah İsmail’in bu niyetinin uygulamaya konulması, yani Yavuz’la savaş yaparak değil de anlaşmalar yoluyla Osmanlı-İran arasındaki sorunları çözme yoluna girmesine, Kızılbaş askeri aristokrasisinin beyleri fırsat vermediler. Her nekadar bu Kızılbaş Türkmen beyleri, kısa sürede elde ettiği geniş imparatorluk coğrafyası içerisinde Şah İsmail tarafından,  “Han” sıfatıyla eyalet valiliklerine atanarak, ya da geniş Timar arazileri bağışlanarak merkezden uzaklaştırılmaşsa da, Yavuz’un asıl amacının kendilerine dönük olduğunu anladıklarından Şah’ı savaşa itiyorlardi. Şah İsmail aslında onları, merkezden uzaklaştırma ve birbirine rakip duruma getirme yoluyla, temeldeki inanç ve güç kaynağı Anadolu’ya dönük Kızılbaşlık siyasetini parçalamış ve kendi öz güçleriyle başbaşa bırakmıştı.    

Yavuz Selim’in 1513 yılı sonlarında yaptığı büyük Kızılbaş toplukırımı, Ustacalu, Afşar, Varsak, Dulkadirlu, Rumlu (Orta Anadolulu), Şamlu, Kacar ve Karamanlu Kızılbaş Türkmenlerinin hanlarını, siyasetlerini  Batı’ya, yani Anadolu’ya yöneltmekte birleştirmişti. 80 bin kişilik büyük bir süvari gücü oluşturup, eski günlerin coşku ve heyecanı içinde Şah İsmail’i Anadolu’ya gönülsüz de olsa onlar yönlendirdiler. Bu nedenle Çaldıran, Kızılbaşların birliği için çok önemli bir dönüm noktasıdır: Savaşın kazanılması birliği sağlayacak, yitirilmesi ise büyük parçalanmayı getirecek; Şeriatçı Osmanlı yönetimi, Osmanlı-Safevi sınırının geçtiği Kayseri, Sivas-Suşehri’den itibaren tüm doğu ve güneydoğu Anadolu’nun artık tam egemeni olarak, Anadolu’da büyük çoğunluk oluşturan Alevi-Bektaşiler, yani Kızılbaşlar’a  baskı ve zulmü artırarak onları sindirmeye çalışacaktı.

Savaşın başında gösterilen büyük taktiksel hatalardan anlaşıldığına göre, Şah’ın yakınında bulunan bazı hanların Anadolu’ya dönük Kızılbaş siyasetine olumlu bakmadıkları anlaşılıyor. Şah’ın en yakınındaki Şah vekili olarak Seyyid Nimetullah oğlu Emir Nizamüddin oğlu Abdulbaki, sadr (dinsel işleri yöneten) Seyyid Şerif Cürcani’nin torunlarından Seyyid Şerif, Meşhed nakibi Seyyid Mehmed Kemune gibi İranlı ulema  ve Kızılbaş emirlerinden Şamlu Durmuş Han onu çok etkiliyordu.

Yavuz’un Çaldıran seferini ayrıntılı işleyen Şahabeddin Tekindağ  bu siyasetin farkında olmadığı için, yaptığı yorumlar aktardığı doğruları geçersiz kılıyor. Şöyle yazmaktadır: “Osmanli savaş tekniğini iyi bilip, daha Çaldıran tepelerinde iken Selim’e hücum edilmesini,  Rumlu Nur Ali Halife ile birlikte teklif eden Ustacalu Mehmet Han’ın  savaşın planını hazırladığı anlaşılmaktadır.” (Ş. Tekindağ, agy. S.67)

1512’de büyük bir ayaklanma hareketini yönetmiş, üzerine gönderilen birkaç Osmanlı ordusunu yenmiş ve valiliğini yaptığı Erzincan’da Sehzade Murat ile birleşip, “Üsküdar’a  kadar rahatça ulaşabilen  bir güce sahip olarak”,  Şah İsmail’i beklemiş olan  Nur Ali Halife, elbetteki Osmanlı savaş tekniklerini iyi biliyordu. Ustacalu Mehmed Han’a gelince, 1501 yılından beri Şah’a çok yakın askeri kumandanlarından biriydi. 1509’da Dulkadirli Alaüddevle ile yaptığı savaşın arkasından teslim olan Diyarbakır’a vali olarak atanmış ve Kürt beylerinden bazılarını yenerek, Kürdistan’ın büyük bir kısmını Kızılbaş Safevi devletine bağlamıştı. Gerçi Faruk Sümer, inanmakta tereddüd  gösteriyor, ama Lütfi Paşa ve Hoca Sadeddin gibi Osmanlı tarihçilerinin “Diyarbekir valisi Ustacalu  Muhammed Han, Osmanlı hükümdarına pervasızca mektuplar yazarak onun sefere çıkmasına sebep olduğu gibi, Şah’ı da  Selim ile savaşmaya teşvik etmişti” (Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s.20, 30, 39) ortak ifadeleri, bizce doğrudur ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız siyasetle üstüste düşmekte ve uyumlu görünmektedir. 

Rumlu Nur Ali Halife ve Ustacalu Muhammed Han, Osmanlı ordusunun tepelerden inip, Çaldıran ovasında savaş düzenine girmeden hemen saldırılmasını, yapılan meşveret meclisinde önermiş ve şiddetle savunmuştur. Diğer birçok Kızılbaş Türkmen beyleri tarafından kabul gördüğü halde, Şah’ın üzerinde geniş nüfuz sahibi ve dolayısıyla Safevi İran (milli) devleti siyaseti yandaşı Şamlu Durmuş Han, Ustacalu Muhammed Han’a: “senin borun Diyarbekir’de öter” diyerek karşı çıkmıştır. (F. Sumer, agy., s.40, dipnt. 60)  Bu karşıt siyasi muhalefet, savaşın Kızılbaş ordusu tarafından kazanılmasına engel olmuştur.  Şahabeddin Tekindağ’in  yanış bir yorum içinde ileri sürdüğü gibi, eğer savaş planını Ustacalu Mehmed ile Rumlu Nur Ali Halife yapmış olsalardı, tarihin seyri değişmiş olacaktı.

Son birkaç yıl içinde başkaldırı ve askeri hareketleri sırasında ani baskın, pusu ve beklenmedik hücumlarından çok büyük zararlar görmüş, defalarca yenilmiş  Osmanlı ordusu ve kumandanları, bunların  her ikisini de çok iyi tanıdığından, Çaldıran ovasına iner inmez, hiç dinlenmeden savaş düzenine girip hemen saldırıya geçmişti.
Burada, gerek akıncı beylerinden birçoklarının ve gerekse yeniçerilerin  Alevi-Bektaşi inançlı olmaları dolayısıyla, neden Selim’e başkaldırmadılar? Kızılbaş casusları böyle bir hareketi başaramazlar mıydı? Bu tartışmaya girmeyeceğiz. Çünkü bu hareketlerde inançların değil, siyasetlerin en belirleyici  ögeler olduğunu düşünüyoruz; sınıfsal sosyo-ekonomik (nesnel) koşullar bu siyasetlerin içinde saklıdır. Şimdi savaşın seyri ve sonucu hakkında kısa değinmelere geçelim:

III. II. 5 Çaldıran Bir Kırım Savaşıdır: Savaşın Sonunu Ateşli Silahlar Baştan Belirlemişti 

Osmanlı ordusunun sağ kolunu Anadolu Beylerbeyleri Sinan Paşa ile Zeynel Paşa’nın emri altındaki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Hasan Paşa komutasındaki Rumeli askeri oluşturuyordu. Yavuz Selim ise merkezde Sipahi, Silahdar, Ulüfeci ve Gureba (taşralılar, yabancılar) bölükleriyle çevrilmiş olup, yanında Sadrazam Hersekoğlu Ahmed Paşa, Vezir Dukakinoglu oğlu Ahmed Paşa, diğer vezirler,  yüksek devlet ricali ve  din adamları vardı. Padişahın tam önünde Ayas Ağa’nın emrinde sayıları 12 bini bulan tüfekçi yeniçeriler, arabalar ve develerden oluşturulan siperlerin arkasında yeralmıştı. Sağ ve sol kolun sonlarında biri 10 bin, diğeri 8 bin kişilik Anadolu ve Rumeli Azabları, birbirlerine  zincirlerle bağlı ve hedeflerini bir mil  içinde vurmakta ustalaşmış topçuların başında bulunduğu 500 topun önünde dizilmişlerdi. (Şahabeddin Tekindağ, agy. s. 65-66)

Sultan Selim’e “yiğit, iyi, cesur, korkusuz” anlamında (sözcüğün “fena, zalim, acımasız” anlamları neredeyse unutturulmuştur) “yavuz” sıfatının yakıştırılması, “özyiğitlik ve mertlik” kavramlarına hakarettir. Babasını bile saltanat için zehirleterek öldürten; yüzbine yakın Alevi-Bektaşi  inançlı Anadolu Türkünü toplukırıma uğratan Yavuz Selim’in “kuşkucu, korkak, kompleksli” psikolojisi, yukarıda verilen savaş düzenindeki  bulunduğu yerden çok iyi anlaşılıyor. Şah İsmail’i  “korkaklık ve acizlikle” suçlayarak, bunların simgesiymiş(!) gibi, ona “kadın giysileri” gönderen bu Osmanlı Padişahının nasıl canından korkup, sıra sıra topçuların tüfekçilerin ve Azapların (okçu askerler) ardında saklanmış olduğu ortadadır.

Buna karşılık  Şah İsmail, ordusunun sağ koluna bizzat kendisi kumanda ediyordu. Sol cenahın başında ise Diyarbakır valisi Ustacalu Mehmed Han bulunmaktaydı. Merkezde yüksek devlet ricali ve bazı Kızılbaş Türkmen hanları yer almıştı. Tarih-i Alemara-i Abbasi’ de, savaş meşvereti sonunda Şah İsmail’in Yavuz’a, “teke tek, göğüs göğüse mertçe savaş yapalım” haberi gönderdiği fakat onun kabul etmediği yazılıdır. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Şah İsmail; Ustacalu Muhammed Han ile girişecekleri çevirme harekat sonunda Azabları yarmak ve onların saflarını aşarak, Yeniçerileri arkadan vurmak niyetinde idi. Bu maksatla sağ kolun kumandasını üzerine almıştı…

Korcubaşı Saru Pire, Ustacalu’nun Çarhacılarla Mihaloğlu’na saldırıp, yenilmesi üzerine, “depesinden dırnağına gök demürlü” (İbn Kemal, Defter IX, 227/a) seçkin 40 bin kişilik süvari birliğiyle Rumeli  Azablarının üstüne saldıran Şah İsmail, başlarda çok büyük başarı kazandı. Rumeli Beylerbeyi  Hasan Paşa ve diğer birçok emirler bu çarpışmada yaşamlarını yitirdiler. Hoca Sadeddin’e göre, Azab askerleri  oklarını çıkarmaya bile vakit bulamamışlardı.(Tacü’t- Tevarih II, 263’ten aktaran Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68)

Bu savaşta Malkoçoğullarından Sofya Sancak Beyi  Ali Bey ile Silistre Sancaği yöneticisi Tur Ali Bey, Mora Sancak beyi Hasan Aga, Prizren beyi Süleyman Bey, Yörgüçoğlu Mehmet Bey de öldürülmüşlerdi. Öte yandan Gaffari, Şah İsmail’in bahadırlıklarını  uzun uzadıya anlatırken, Malkoçoğlu Ali’yi  onun öldürdüğünü söyler. Şah İsmail Hatayi başta verdiğimiz şiirinin birkaç dörtlüğünde de bunu anlatıyor. Tarihçilerin büyük çoğunluğu  aynı gerçeği söylemelerine rağmen Şahabeddin Tekindağ, Malkoçoğlu’nun korci askerler tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldüğünü kabul etmekedir. (Agy, s.68 dipnt. 70)

Ayni şekilde İ. Hakki Uzunçarşılı da (Osmanlı Tarihi II. Cilt, 4. basım, Ankara-1983, s.266) Şah İsmail’in ordusunun sağ koluna bizzat kumanda ettiğini ileri süren tarihçileri onaylamıyor. Oysa bunu, Osmanlının büyük Şeyhülislamı ve  tarih yazıcısı İbn Kemal kaydediyor. (Demek ki  Cumhuriyet tarihçileri, Yavuz ve oğlu Kanuni döneminin alim ve tarihçisinden  daha bir Osmanlı!) Diğer yandan Türkçü Şahabeddin  Tekindağ Hoca’nin Yavuz Sultan Selim sevgisi ve hayranlığı temelinde kaleme aldığı, dönemin siyasetlerinden uzak ve habersiz yorumlar içeren makalesinde, Şah İsmail’in  savaş başlamak üzereyken “bıldırcın avında bulunduğunu” yazanlara bile inanıp, onun savaş alanlarındaki başarılarını görmek istememesi doğaldır. Belli ki her iki tarihçi de, Yavuz Selim kat kat siperler ardında  saklanmışken, Şah İsmail’in at sırtında savaş alanında kılıç sallamış olduğu gerçeğine tahammül edemiyorlar.

Şah İsmail’in başında bulunduğu ordunun sağ kolunun başarıları sürerken, sol kolun kumandanı Ustacalu Mehmed Han hızla merkeze doğru ilerliyordu. Osmanlı ordusunun sağ cenah kumandan Sinan paşa safları geri alıp, kaçarmş gibi görünerek ya da çarpışa çarpışa, Ustacalu’yu çektiği top menzilinde tuzağa düşürdü. Anlaşıldığına göre, tam merkezin karşısına gelindiğinde, Ustacalu Mahmed Han ile kardeşi Kara Han’in  başında bulunduğu Kızılbaş Türkmen güçleri,
merkezdekilerle ayni zamanda top ateşine  tutulmuşlardı.

Osmanlı yönetiminin Kızılbaşlarla baktığı açıdan bakan ve yazdıkça hırsı ve öfkesi kabaran Şahabeddin Tekindağ’in cümleleriyle yenilgiyi verelim:

“Sinan Paşa… (onları) müdhiş Osmanlı topçusu ile karşı karşıya bırakmış idi. Üzerlerinde büyük küçük kazanların bulunduğu topları hep birden açtıkları cehennemi ateş üzerine, Şii Ordusu (Kızılbaş Ordusu denilmek isteniyor. İ.K.) darma dağınık oldu; başta Mehmed Han Ustacalu olmak üzere, Seyyid Mehmed Kemune, Hulafe Bik,  Emir Abdülbaki, Horasan hakimi Lala Bey Şamlu, Tekelü Çayan Bik ve pek çok Türkmen hasır gibi yerlere serildiler; savaş Osmanlılarin lehine döndü…”  Ancak  bilimsellik adına, taraflılığı fazla açık olmasın diye Hoca, “lehe dönüşün”, pahalıya malolduğunu itiraf etmek gereğini duyuyor:

“Bununla beraber, bu çarpşmada, Anadolu umerasından (emirlerinden) Ataş Bey, Niğde beyi Yörgüçoğlu İskender Bey,  Beyşehir hakimi Karlıoğlu Sinan Bey, Kayseri beyi Üveys Bey, Sultanzade olan Karesi hakimi Mehmed Bey yanında bir kısım züema (zeamet sahibi İ.K.) ve timarlı Sipahinin de şehit düştüklerini işaret etmek icap eder.” (Şahabeddin Tekindağ, agy, s.68-69)

Aynı anda patlatılan yüzlerce topun yarattığı cehennemi ateşin ardından, canlı kalan Kızılbaşlar saldırıdan geri durmamış; Şah ve beyleri başlarında, çılgınca ve korkusuzca ateşli silahlara göğüslerini açarak, Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlemeyi sürdürüyorlardı. Ölümü hiçe sayarak yalınkılıç üstlerine gelmekte olan Kızılbaş dalgalarından korkan Yavuz Selim, hemen yeni kuvvetler eşliğinde, deve katır gibi yük hayvanları birbibirine zincirlerle bağlanarak oluşturulan siperler arkasına konuşlandırılmış yeniçerilerin tüfeklerini ateşlemesini emretti. Ustcalu Menteşe  Sultan emrindeki Kızılbaş  Türkmenlerin bu siperlere hücumları da şiddetli top, tüfek ve zemberek ateşiyle karşılandı.

Yine birçok Han’lar ve askerler toprağa düştüler. Şiirinde beşyüz elli tüfekçinin peşine dütüğünü söyleyen Şah İsmail, birkaç kez at değiştirerek her tarafa koşuşturmakta, yaralanmasına rağmen, askerlerinin önünde çarpışarak onlara cesaret vermekteydi. İşte bu sıralarda Şah atından düşürülmüş; Ustacalu Türkmenlerinden Hızır Aka  kendi atını verip kaçmasina yardım ederken, kendisine çok benzeyen ve olasıyla aynı kılıktaki musahibi, Afşar Türkmenlerinden Sultan Ali Mirza onun yerine Şah olarak yakalanmıştı.

Günümüze kadar, çok sayıda tarihçilerden gelmiş olan bilgilere göre; Sultan Ali Mirza “Şah benim!” diyerek, Şah İsmail’i kurtarmak için Osmanlı askerlerine teslim olmuştur. Oysa başta incelediğimiz şiirde ise tam tersine; Yavuz Selim onun Şah İsmail olduğunu söylemesini istiyor ve eğer kabul ederse kendisini bağışlayıp, atına bindirerek geri göndereceğini söylüyor. Yine  şiirde Sultan Ali Mirza, cellatlara verilme ve katledilme pahasına Yavuz’un,  “kendini Şah farzetmesi, gerçek Şahı inkar etmesi” isteğini şiddetle reddediyor. Ancak bu şiirde, kendisine atını verip kaçırdığı söylenen Hızır adındaki Ustaçlu Türkmenden sözetmemesi, Şah’ın kimsenin yardımı olmaksızın geri kaçtığının anlatılması biraz garip geliyor. Yerini almak istemediği için bu uğurda can vermiş musahibi Ali Mirza için bir ağıt yazıyor. Ama kendi atını vererek canını kurtarmasını sağlayan Ustacalu Hızır’dan neden tek söz etmiyor?  Acaba Alevi inancında çok önemli bir yeri olan Hızır mı sözkonusudur? Ermiş velilerle arkadaş olan ve çağrıldığı anda  insanların imdadına  yetiştiğine inanılan boz atlı Hızır’ın Şah’ı kurtardığı mı yayılmıştı?  Ve bu söylentiyi tarihçiler, Hızır adlı bir Ustacalu Türkmen askerine çevirmiş olamaz mı?

Şiirde, Sultan Ali Mirza ile “İnkar” diye sıfatlandırılan Yavuz Selim arasındaki ilginç konuşmalar bize, Çaldıran hakkında yanlış bilinen ya da bilinmeyen birçok şeyin bulunduğunu gösteriyor: Öyle anlaşılıyor ki, savaş süreci içindeki bu aşamada, onca topa ve tüfeğe sahip olan Yavuz,  ordusunun yenileceği yönünde bir korkuya kapılmıştır. Çünkü patlayan toplar ve tüfeklerle düşen her Kızılbaş alayının yerini bir başkası alıyor; geri çekilmek şöyle dursun korkusuzca ateşli silahların üzerine gidiyorlardı. Osmanlı ordusunun sol kolu tamamıyla dağılmış ve yukarıda Şahabeddin Tekindağ Hocanın -gönülsüz de olsa- itiraf ettiği gibi sağ kol da çok büyük kayıplara uğratılmıştı. Kızılbaş ordusu ise büyük kayıplarına rağmen merkezi alabildiğine sıkıştırıyor, sağ ve sol kol birleşerek çevirme hareketini gerçekleştirmek üzereydi. Bize göre, işte bu aşamada Yavuz Selim, bir yandan aralıksız ve bütün şiddetiyle topları ve tüfeklerini ateşlerken, öbür yandan  tutsak alınmış olan Şah’ın benzeri Sultan Ali Mirza’yi kullanmak istemiş olması doğal bir savaş hilesi ya da taktiğiydi. Sultan Ali Mirza’ya, canının bağışlanacağı sözü verilerek, Şah olduğu kabul ettirilince; bir anda Şah İsmail’in tutsak edildiği ilan edilip, Kızılbaş ordusunun karşısına çıkartılarak, teslim olmalarını söyletecekler ve bunu sağlayacaklardı. Bundan sonra gerçek Şah’ın ortaya çıkarak kendini kabul ettirebilmesi biraz zor olurdu. Şah İsmail Hatayi’nin şiirsel söylemiyle  Sultan Ali Mirza, “ser kurtarmak için Mervan işi” işlememiş. “Şah’ın sadece kurbanı olduğunu” söyleyip, Yavuz’a hakaretler yağdırarak kendi kendisini cellatlara teslim ettirmiştir.

Dalga dalga gelen ve çılgınca bir cesaretle hücum üzerine hücuma geçen Kızılbaş birlikleri, aralıksız ateş kusan top ve tüfeklerle kırılmışlardı. Çok sayıda Kızılbaş Türkmen Hanları ve Beylerinin ve devlet ricalının ölümü ve Şah İsmail’in kaçması veya kaçırılması üzerine, Kızılbaş ordusundan geri kalanların bir kısmı dağıldı, bir kısmı geri çekilerek savaş alanından uzaklaştı. Merkezdeki ordugahta bulunan Şah’ın yakınları, Hanların aileleri ve kadınlarının esir alındığından sözeden kaynaklar, ordudan esir edilenler ve öldürülenlerin sayısını vermemektedir. Kızılbaş ordusundan, silahlarını bırakarak teslim olan birlik olmamış savaşarak ölmüşler, daha doğrusu bu dengesiz savaşta hepsi kırılmış, çok azı kaçarak kurtulmuştu. Lütfi Paşa’nın, Osmanlı’nın Çaldıran yengisine “Sufi Kıran” adını vermesi boşuna değildir. Çaldıran, bir inancı, bir yaşam felsefesini ortadan kaldırma ve bu inanca bağlı kitleleri yoketme amacını taşıyordu. Çaldıran bir kırım savaşıydı.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 500 top ve 12 bin tüfekle girmiş olduğu bu dengesiz savaşta; 15 yıldır yenilgi yüzü görmemiş Safevi Kızılbaş ordusunu, olağanüstü intihar hücumlarıyla büyük direnişine rağmen, gün boyunca yapılan aralıksız çarpışmalar sonunda dağıttı. Gerçekte, 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü Çaldıran’da yapılan  bu toptankırım savaşını Yavuz’ a, ateşli silahlar kazandırmıştı.

Başlarda değindiğimiz gibi, Kızılbaş ordusunun yenilmesinin altında Şah İsmail’in gizli ihanetinin bulunduğunu da gözardı etmemek gerek. Ama, Sünni Osmanlının Rafızi-Kızılbaş kırım siyaseti de, daha sonraları Safevi Şii şeriatı da Kızılbaşlığı ve Kızılbaşları asla yenemediler. Bugün 25 milyona yakın Alevi-Bektaşi kitlesi, Kızılbaş  atalarının zulme, baskıya ve insanı insana kul eden, sömüren inanç ve anlayışa sahip yönetimlere karşı amansız mücadele vermiş Anadolu kızılbaşlık siyasetiyle onur duymaktadır. Bu insancıl siyaset anlayışını benimseyen her toplumu kucaklar, herkesle barışıktır. “Yavuz ile Şah İsmail barıştırılmalıdır” gibi bir kaygısı da yoktur Alevi-Bektaşi inanç toplumunun.  Yavuz’dan nefretini silemezsiniz, ama Şah İsmail de Çaldıran’dan sonra bu toplum için bir inanç simgesi değildir. Cem’inde, deminde-devranında yaşattığı Şah İsmail Safevi değil; can ve civan Hatayi’dir, şiirleri, nefesleri, düvazlarıdır.   

Ama görülüyorki, yıkılan bir İmparatorluğun 700. Kuruluşu yıldönümü kutlanmakta ve övgü dolu  yazılar yayınlanmakta, görsel ve işitsel gösteriler yapılmaktadır.  Bu Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyetinin işi değildir, olmamalıydı. Yeni devlet, yıktığı devletin kuruluşunu kutluyorsa, bu bir pişmanlık gösterisidir. Tarihe bu sakat yöntemli resmi anlayışla sahip çıkılmaz. Üniversiteler, Enstitüler, Akademiler ve diğer araştırma kurumları ve Osmanlı’ya ilgi duyan sivil toplum örgütlerinin işidir bu etkinlikler. Eğer bu kutlama yılı Osmanlı’ya özlemse ve Osmanlı hanedanın siyasetlerini diriltme çabalarıysa, Alevi-Bektaşi toplumunun bu çabalara katkısı olamaz ve karşısındadır.

III.III  RESMİ ÇEVRELER VE MÜTTEFİKLERİNİN ALEVİ-BEKTAŞİ GÜNCELİ ÜZERİNDE AYKIRI TARİHSEL DEĞERLENDİRMELER SÖYLEŞİSİ

Bu  yazı, Star Gazetesi yazarı Musa Ağacık ile İnternet üzerinden yaptığımız bir sanal sohbetten doğdu. Musa Ağacık, gazetedeki sütunu “Musa’nın Teybi”için, 16 Ağustos 1999, 36.geleneksel ve 10.uluslararası Hacı Bektaş Veli’yi Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri  dolayısıyla sorular sordu. Aldığı yanıtlardan kendine özgü, o hoş esprisiyle yeni sorular çıkarıp, yeniden sordu. Böylece aşağıda söyleşi oluştu. Söyleşide resmi çevreler ve müttefiklerinin öznel Alevi-Bektaşi güncellemesine tam anlamıyla aykırı tarihsel değerlendirmelerdi. Ancak sütununun sınırlarını aşan uzun yorum ve değerlendirmeler olan yanıtlar aldığı için, yazının ancak onda birini  yayınlayabilmişti. Güncelin tarihselliğine katkısı olduğu için burada biz söyleşinin tamamnın veriyoruz:

III. III. 1 Devletin ve Sağ Siyasetin Aleviliğe Bakışları, Alevilik Tanımlamaları ve Bir
kaç Yazar   

Ağacık. DSP lideri ve Başbakan Bülent Ecevit’in sözünü ettiği "Bektaşi Aleviliği!"?

Kaygusuz. İlk bakışta Nusayri Aleviliği, İsmaili Aleviliği, Karmati Aleviliği vb.söylemlerden esinlenilerek söylenmiş gibi görünüyorsa da yanlış alıntıdır, daha doğrusu yanlış ve zoraki benzeştirmedir. Bu tarihsel adlar, çok büyük ve imparatorluklar sarsan toplumsal hareketlerin; değişim ve gelişimlerin adları olarak  Aleviliği niteleyen kalıcılığı sürdürmüşlerdir. ‘Bektaşi Aleviliği’ kasıtlı olarak ortaya atılmış bir kavram gibi geliyor bana. İlk kez 1997 Ağustos ayında Hacıbektaş’ta yapılan şenliklerde Ecevit,  büyük bilge tavrı içinde bu “Bektaşi Aleviliği” söylemi armağan(!) etti Alevi-Bektaşi literatürüne.

Ecevit’in “Biz evvela Şah İsmail ile Yavuz’u barıştırmalıyız. İki düşman gibi görmemeliyiz” sözleriyle birliğe ve birlikteliğe çağırıken, öbür yandan Bektaşi Aleviliği söyleminde ise tam bir ayırımcılık, Alevileri ve Bektaşileri birbirinden ayırma amacı seziliyor. Yani bir Alevilik var, bir de Bektaşi Aleviliği var. Söylemin altında şunlar yatıyor: “Bektaşilik Sünniliktir ve Türklüktür ya da Sünniliğe yakındır; biz onu tercih ederiz. Oluşturduğumuz Araştırma merkezinin çalışma ve araştırmaları Bektaşiliğe yöneliktir.” Başbakan ve Cumhurbaşkanının koruması altındaki Gazi Üniversitesinde “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Merkezi”nde tam da bunlar uygulanıyor. O zaman Şah İsmail ile Yavuz’u  nasıl barıştıracaksınız? Bayezid II’den itibaren, Şah İsmail’in Kızılbaş siyasetine karşı Osmanlı siyaseti olarak namazlı, ramazanlı-muharremli ve ayn-i cemli, Şiiliğe yakın bir Bektaşilik yaratılıp yükseltildi. Ama bunu benimseyip Şiileşen çok küçük kentli çıkarcı azınlık olmuştur. Yavuz, Kanuni Süleyman ve diğerleri de kullandılar bu siyaseti. Cumhuriyet hükümetleri olarak Osmanlının bu siyasetini kullanırsanız, bu “böl ve yoket” değil midir?

Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır, Aleviliğin bizatihi kendisidir. “Bektaşi Aleviliği” diye bir kavram uydurmak kasıtlıdır ve Bayezid II’den (1481-1512) beri Alevileri bölerek bir bölümünü devletin koltuk değneği yapma taktiğine biçim kazandırmaktır. Bu bağlamda “Bektaşi Aleviliği Araştırma Merkezi” adı da yanlış ve kasıtlıdır. Sadece “Bektaşilik Araştırma Merkezi” ya da “Alevilik-Bektaşilik Araştırma Merkezi” denilebilir.

Yaklaşık 1350 yıldır Sünnilikle birleşmiyen ve ona aykırı inançlarını sürdüregelmiş Alevilik, şimdi mi onunla bütünleşecek Türk Müslümanlığı uydurmasında?  Bu girişimlere kucak açan ve hatta tezgahlayan bir avuç Alevi burjuvası için böyle bir bütünleşme maddi ve politik çıkarlar doğrultusunda zaten gerçekleşmiştir. Elbette ki, ikrarından dönmüş yol düşkünlerine söyleyecek sözümüz yoktur. 

Önce söylediğim gibi Bektaşilik, Anadolu’da Hacı Bektaş’ın adına bağlı olarak, Aleviliğin inanç, ibadet (ritüeller, tapınma kurumları anlamında), siyaset ve felsefi kurumlaşmasıdır. Hacı Bektaş Veli’den sonra ikinci büyük Pir sayılan  Balım Sultan (Ö.1519-21) reformlarıdır. Bu kurumlaşmada Ortodoks İslam(Sünnilik) kurallarına verilen bazı ödünler Takıyye tarzındadır;  Osmanlının büyük kentlerinde yaşayan Alevilerin kendilerini korumaya yöneliktir. İkrarından-inancından dönme sözkonusu değildir hiçbir Bektaşi’nin. Osmanlı yönetiminin onca ölümcül baskısı ve parçalama siyasetlerine rağmen Sünnilikle bütünleşme gerçekleşmemiştir. Bu gerçek, en güzel biçimde Bektaşi mizahına bir fıkra ile yansımıştır:

Şarabını yudumlamakta olan bir Bektaşi Babası’na Hoca öfkeyle, “Sen müslüman değil misin?” diye sorar. Baba kafasını kaldırıp, “He ya, müslümanım…”diyerek içmeyi sürdürür. Hoca’nın öfkesi daha da kabarmış durumda, “Söyle öyleyse der, İslamın şartı kaçtır?” Baba istifini bozmadan, sakin bir biçimde “Bir” diye yanıtlayınca, Hoca öfkeyle üstüne yürüyerek bağırır: “Bre kafir, sen nasıl müslümansın? Müslümanlığın şartı bir olur mu? Beş’tir.”  Bektaşi Baba’sı aynı sakinlikle şunları söyler: “ Niye kızıyorsun Hoca? Sen Beş diyorsun, ama benim için Bir’dir. Namaz ile oruç senin gibi zahidlerin, Hac ve Zekat zenginlerin. Bana da Kelime-i Şehadet kalıyor…  Alevi-Bektaşiler bu bağlamda, yeniden yapılanmış bir Diyanete “Allah Eyvallah” rahatlıkla diyebilirler, var mısınız?  Ne dersiniz İslamın şartını Bir’e indirir mi bu devlet?     

A. Çok övülen kitabıyla Taha Akyol’un Aleviliğe bakışına sözünüz?

K.. Pek az olmayacak. Eski ülkücü ve 80 sonrası Türk-İslam sentezcilerinden, günümüzde ise MHP’deki sözde değişimci görüntünün akıl hocası ve çok liberal gazeteci Taha Akyol’un son kitabı birkaç baskı yaptı. “Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet” konularını ele aldığı ve çoğu köşe yazarı arkadaşları tarafından göklere çıkarılan  bu kitabında Aleviliği, “Halk İslamı” olarak gören Akyol, aynı zamanda “bir anlamda heterodoks mezheptir” diyor. Arkasından, tarihçi Cemal Kafadar’ın ortaya atmış olduğu “inanç-düşünce ötesi” anlamıyla ele alınan “metadoxie-metadoxy” bir müslümanlık nitelemesini benimsemiş görünüyor (s.22-23). Oysa daha önceki sayfaların birinde Alevi-Bektaşiliği “marjinal sufizm” olark sunarken, bir yerde “Osmanlı-Türk-İslam sentezi” içinde değerlendiriyor; ancak başka biryerde “Otman Baba’nın Türkmen-İslam sentezi olduğunu düşünüyor” (s.24, 47). Fetvalarıyla ortodoks İslam dışı inanç sahiplerinin (Bedreddini, Halveti, Hurufi, Kızılbaş vb) kanlarına doymamış Şeyhülislam Ebussuud’a övgüler yağdıran (s.165-166) Taha Akyol’un, Osmanlının  “zındık, mülhid, rafızi, eşirra (dinden çıkmış, dinsiz-allahsız, sapkın, edepsiz-ahlaksız anlamlarında)” olarak nitelediği Alevi-Bektaşi-Kızılbaşlar ile Cumhuriyet döneminin “mürtecilerini (gericilerini” benzeştirme zorlaması, yani Aleviliği ‘irticaya’ indirgemesi (?); Alevilere ve Aleviliğe hakaret olduğu kadar, laik Cumhuriyete de haksızlık değil midir?

Toplumsal çelişkileri tersinden yorumluyarak, olmazları benzeştirerek nereye varılmaya çalışılıyor? Bir sonraki sorunun, yani Fethullahçılığın Babailer’e benzetilmesinin kökeninde de bu saptırma yatıyor. Çok akıllı, çok liberal milliyetçi ve Türk-İslam sentezci Akyol Aleviliğe bakarken, diğer birçok Türkçü-İslamcı yazar ve bilim adamlarının yaptığı gibi ortodoks İslam (Sünnilik) gözlüğünü çıkarmamıştır. Örneğin A. Yaşar Ocak da, tarihsel, dinsel hukuk, aykırı inançlar bilgi birikimini, “Zındıklar ve Mülhidler” kitabında aynı bakışla değerlendirmiş: Bazan bir Hanifi fıkıh bilgini cübbesini giymiş, bazan Emevi-Abbasi halifesinin askeri kumandanı olmuş, bazan bir Osmanlı padişahı ya da sadrazamı, şeyhülislamı yerine geçip fetvalar vermiş; hükümler uygulamış. Bu gözlükle bakıldığı sürece Aleviliği, Osmanlı şeyhülislam ve ulemasının görmüş olduğundan farklı algılamak ve tanımlamak olası değildir…

A. Ya Reha Çamuroğlu’nun “İsmail” romanındaki Şah İsmail’e bakış?

K. Çok yerinde bir soru, çünkü gazeteler ve görüntülü basında sık sık Taha Akyol’la birlikte geçiyor Reha’nın adı. Aleviliğe aynı bakış açısıyla yaklaştığı ve yöntemini paylaştığından dolayı Taha Akyol hem kitabında, hem de gazetedeki köşesinde övgülere boğuyor kendisini. Eğer “İsmail”  romanında Akyol’un gözlüğünün tersinden, yani tamamıyla heterodoks bakış açısından olayları irdeleseydi; Şah İsmail’i “Ali donuna bürünmüş” bir veli gibi görseydi yine büyük yanlış yapardı.  Ama yine de yazar, kökenindeki inançsal geleneklerden gelen bilgileri toparlayıp romanını kurgulamış, destanlaştırmış denirdi.

Araştırmaya dayanan, gerçekçi bir tarihsel roman yazmaya soyunmak, büyük sorumluluk taşıyan bir uğraştır. Eğer sen tutar, olayları saptırır, gerçekleri görmezlikten gelir ve tam bir milliyetçi-islamcı-uzlaşmacı davranış sergileyerek Şah İsmail’i değerlendirirsen,  kendi inancını da tarihini de yadsımış olursun. Kızılbaşlık, Anadolu Aleviliğinin bir siyasetidir. Bu siyaset uzunca bir döneme damgasını vurmuştur. Şeyh Cüneyd’in 1449 yılında Anadolu’da Canik’te Çepni Türkmenleriyle başlattığı Kızılbaş ihtilali, 50 yıl sonra torunu Şah İsmail’e  Kızılbaş Safevi Devletini kurdurmuştu. Devleti kuranlar Anadolulu Kızılbaş Türkmenlerdi. Şeyh Safi’nin kurduğu Erdebil tekkesinin  Sünni (Şafii) karakteri, Hoca Ali’nin zamanında (1392-1429) Hacı Bektaş Veli’yi Pir bilen ve onun kurduğu dergaha bağlı Anadolu Alevileriyle ilişkisinden sonra değişime uğramış.  Şeyh Cüneyd ve oğlu Haydar ile Hacı Bektaş’ın batıni yol ve erkanı  Erdebil’de Kızılbaş siyasetine dönüşmüş bulunuyordu. Şah İsmail, hakkında nefesler yazdığı Hacı Bektaş’ın dergahını ziyaret  amacıyla (siyaset için bile olsa!) Yıldız Dağı’na geldiği halde, Çamuroğlu’nu romanında bir kere olsun adını anmıyor. Ne Şah İsmail ve ne de çevresini hiçbir şekilde ilgilendirmediği halde Mevlana’ya romanında yer verip, Hacı Bektaş’ı dışlamasını doğrusu içime sindiremiyorum.

Safevi devletinin kuruluşunda hiçbir katkısı olmamış İranlı şii unsur, uleması (din bilginleri) ve umerasıyla (beyleri, vezirleriyle) 1510’dan sonra yönetimi tam kuşattı ve Şah’ı kendi saflarına geçirdiler. Şah İsmail Kızılbaş beyleri tımar ve valiliklerle “Han” adıyla başkentten uzaklaştırıyor ve birbirine düşürüyordu. Adına yapılan Anadolu’daki Kızılbaş ayaklanmalarının hiçbirini de desteklemedi. Kızılbaş beylerin zorlamalarıyla İsmail, Osmanlı’yla Çaldıran savaşına girişmiştir. Şah İsmail’in kapalı, Yavuz’un ise açık hedefi Kızılbaşları yok etmekti; hedefte birleşiyorlardı. Dedesi Uzun Hasan 41 yıl önce top kullandığı halde Şah İsmail neden top kullanmadı? Oysa Yavuz’un ordusunda 550 top, 12 bin tüfek vardı. Üstelik, Osmanlı ordusuyla savaşmış onları iyi tanıyan iki kumandanının savaş taktiklerini uygulamamıştır Şah İsmail. Bütün bunlar “civanmertlik ya da şövalyelikle” açıklanamaz. Çaldıran savaşı öncesiyle ve sonrasıyla yüzbinleri çok aşan bir Kızılbaş kıyımıdır…
Bütün bu siyasetlerden habersiz görünen Çamuroğlu, “Yavuz Kızılbaşları kestiyse,  Şah İsmail de Sünnileri kesti” mantığı içerisinde uzlaşmacı tavır sergilemiş görünüyor. Keşke korku ya da çıkar duygusunu aşarak, konuya nesnel ve diyalektik yaklaşsaydı..             

III.  III.  2 Toplumsal Çelişkileri Tersinden Yorumlamak ve Olmazları Benzeştirmenin Büyük Yanlışlıkları

A. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün hazırlamış olduğu "irtica raporu"nda Fethullah Gülen’i Babailer ve Alevi Işık taifesi ile ilişkilendirmesi? (Işık ne ola bu arada?)

K.  Rapor hazırlatılıyor, ama arkasından da derinlerden gelen emirle, raporu yazmakla görevlendirilenler işlerinden uzaklaştırılıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Fethullah Güven üzerinde kedi-fare ya da tavşan-tazı oyunu oynuyor gibi görünüyor: Beş kıtaya yayılmış kolejleri ve Üniversiteleriyle, yurtiçi-yurtdışı büyük yatırımları, yazılı ve görüntülü medyasıyla, kravatsız takım elbiseli Şeyh-ül evliyasıyla (!) ve  yüzbinlere ulaşmış müridleriyle Fethullahçı sermayeyi, Türk emperyalizmi hizmetine ( Haydi, Böyük Türkiye’nin dünyaya açılımının hizmetine, diyelim) almış.  Fethullahçı sermaye, aynı zamanda Pax Americana’nın (Amerikanın dünya barışı siyaseti)  “ılımlı İslam kuşağı”na da hizmet veriyor. Toplum bilincinde “Nurcu” sözcüğünün iticiliğini, kabul görmezliğini keşfedip, Türkçesini cemaatına ad yapan “Işıkçı” Fethullah Gülen, “takıyyeyi ” yaşam biçimi seçmiş bir din baronudur. Çizmeyi aşan işlere giriştiğinde (Türkmenistan’da olduğu gibi) hemen derin Devlet harekete geçip, kasetlerle ve irtica raporlarıyla ipliğini pazara çıkarıyor; kamuoyunun büyük öfkesi ve yasalarla korkutarak sindirtiyor. Ama cezalandırmıyor, cezalandırmaz da…Şeyhül-evliyanın (!) teke tek ilişkilerine de girmeyelim….

Fethullah Gülen’in Babailer ve Işık taifesiyle ilişkilendirilmesi ise sözcük anlamıyla tam saçmalık! Ama devletin, uzmanları aracılığıyla bu saçma ilişkilendirmeyi yapma nedeni, bundan sonraki soruya verilecek “Evet” yanıtında  saklı.

Taha Akyol’un  Alevilik hakkındaki görüşlerini irdelerken, ‘Toplumsal çelişkileri tersinden yorumluyarak, olmazları benzeştirerek nereye varılmaya çalışılıyor?’ diye sormuştum. Çünkü Akyol, Osmanlı döneminin “mülhidleri rafızileri” Alevi-Bektaşilerle, Cumhuriyet dönemindeki “mürtecileri” aşırı dinci-siyasal islamcıları benzeştirmekte. Yukarıda söylediğim gibi, Fethullahçılığın Babailer’e  benzetilmesinin kökeninde de bu saptırma yatıyor. Alevi-Bektaşilerden başkası olmayan “ışık taifesi”ne benzetilmesi de aynı saptırmadır. Bu arada “Işık da ne ola?” soruna kısaca değinip, Fethullahçıların Babaileri benzetilmesinin yanlışlıklarını anlatmayı sürdüreceğim.

“Işık Taifesi”, saraydan çıkan adalet hükümleri, padişah fermanları, buyrultularında geçen bir  Osmanlı uydurması. Ahmet Refik’in “16. Asırda Rafızilik ve Bektaşilik, İstanbul-1932 ” adlı kitabındaki bazı örneklere bakalım:  “ Eskişehir kadısına hüküm ki…Seydi Gazi Iş(ı)klarının bazısı ehl-i fesad olup, onun gibilerin… Kütahya kalesine habs idesin…(s.13)”  Bunun gibi, Edirne (s.15), Varna’daki Sarı Saltuk zaviyesi (s.6, 17), Varna’daki Akyazılu Baba tekkesi (s.19) Işıklarının gözlenmesi, yakalanması, cezalandırılması, defterinin dürülmesi (öldürülmesi) emirler ve yargılar bunlar. Işık taifesi, Alevi-Bektaşi (Hurufi, Bedreddini  adları  kullaılmış olsa bile) topluluklarından başkası değildir. “Işk taifesi ya da Işklar” okunuşuyla, ( “Ayn” ile “Elif” harfleri birleştirilerek yazılması gerekirken “Ayn” atılmış olabilir) “Aşık taifesi ya da Aşıklar” anlamındadır. Alevi-Bektaşi toplulukları kendilerine hiçbir zaman “Işık taifesi” olarak tanımlamamışlardır. Alevi-Bektaşi literatüründe “Nur, nurlu” sözcükleri çok kullanılır. Çünkü inançlarındaki nur, Muhammed Ali’nin nurudur. Eğer kendilerine ışıkla ilgili ad vermiş olsalardı, “Nurlular” derlerdi. Bu Osmanlı uydurması adlandırma, Alevilerin geceleri kadın erkek toplanıp ışıkları söndürdükleri iftirasına bir göndermeden başka birşey değildir…

A. Devletin, Babaileri Fethullah Gülen’le ilişkilendirmesi, bir taşla kuş sürüsünü avlamak anlamına gelmez mi, ikincisi Fethullah Gülen’in adı kullanılarak Alevi- Bektaşilere aba altnda sopa göstermek değil mi?

K. Bu soruyu “Evet” olarak yanıtlarken, üzüntümü de belirtmeliyim. Bir taşla kuş sürüsü avlanmaz, ama daha kötüsü gerçekleşir; sürü darmadağınık olur, birlik-beraberlik ortadan kalkar, herbiri bir dalın-yaprağın ya da bir taşın oyuğuna çekilip kendini yoksar. Sen de bu mantıksız benzeştirmenin amaçlı olduğunu düşündüğün için bu soruyu soruyorsun. Ve de “Hayır” dememi beklemedin.

Fethullahçıların takıyye kullanarak (Onlara  ‘Neo-batıniler ve batıni yöntemleri kullanıyorlar’, diyenler çıktı), yani kendilerini gizleyerek devleti ele geçirip, şeriat ve Kur’an hükümleriyle yönetme amaçlı stratejilerinden dolayı Babailere benzetilmesi kuşkusuz kasıtlı. Tarihsel olarak feodal dönemin, ortaçağın Anadolu’da yükselen bu büyük toplumsal hareketi, hiçbir bakımdan karşılaştırılamaz. 1239-1240 tarihinde Anadolu’da Selçuklu Sultanlığına karşı yükselen, Baba İlyas-Baba İshak ikilisi önderliğindeki bu toplumsal başkaldırıyı, büyük halk ayaklanmasını, Aleviliğin ihtilalci siyasetlerinden Babailik yaratmıştır. Babailik toplumsal halk hareketi, Babek-Hurremi ve Karmati-mazdek komünizmi ihtilalci geleneğinin Anadolu’daki yansımasıydı.  Gordlevski’nin tanımlamasıyla, “Köy, kentin üzerine yürüdü. Kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle, Sultan’ın baskısı ve zulmedici feodal beyler arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek bir sınıf savaşımıydı”. Kendini dünya mülkünün mutlak sahibi gören Sultan ve “onun düzeni, köylüleri, barış zamanında feodal için çalışmaya, savaş zamanında ise uğrunda ölmeye zorluyordu”. (V.Gordlevski, Çev.Azer Yaran, Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara-1988, s.180) Önderleri Baba Resul, “Dünya mülkü Halkındır” diyordu; herkes topraktan ortak yararlanacak ve ganimet bölüşülecek”. Hazırlık ve propaganda dönemi en az 3 yıl alan başkaldırı 2 aydan biraz fazla sürdü. Ancak bu kısa süre içinde Babailer tam 12 kez Selçuklu ordularıyla yapılan savaşları kazandılar. 1240 sonbaharında Malya ovasında yapılan son savaşta, Selçuk Sultanı kiraladığı zırhlı  Frank şövalyelerinin yardımıyla Babailer yenildi ve kırıma uğratıldılar. Böyle bir devrimci karakterli bir toplumsal başkaldırı, nasıl Fethullahçı hareketle benzeşir?
Benziyor derseniz; Türkiye Cumhuriyeti de o zaman, 13.yüzyılı Selçuklusuna ve onun zulmeden yönetimine benzediğini de kabul edersiniz. Elbetteki böylesine bir saçma benzetme olamaz! Ama Babailer, Alevilerin inanç atalarıysa, ve ulu pir bildikleri, Cemlerinde adını anıp yardım diledikleri Hünkar Hacı Bektaş Veli Babailerin içinden gelmiş ve bir Baba Resul halifesiyse; demekki o zaman bu devlet, Alevi-Bektaşi toplumuna “aba altında sopa gösterme” hakkını kendinde bulabiliyor: Çünkü onları potansiyal ihtilalci görüyor…   

III. III.  3 Devletin Siyasal, Dinsel-Kültürel ve Eğitim Üst Kurumlarında Alevileri Sünnileştirme Çabalarında Hacı Bektaş Veli’nin Kullanılması

A. Gazi Üniversitesi’nde Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Ecevit’in desteğiyle "Hacı Bektaş Veli" yi "Sünnileştirme faaliyeti" ne sözünüz?

K. Üniversitelerde Alevi-Bektaşi kültürü, Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi ozanları üzerinde akademik araştırma ve incelemelerin yapılmasına kuşkusuz karşı değiliz. Eski bir akademisyen olarak bunu gönülden istiyoruz.  Ancak bu etkinlikler bilim dışı bir amaca; tarihsel kişilikleri ve doğruları devlet siyaseti adına ya da resmi görüşü güçlendirmek için saptırmaya yönelikse, siyasal görüşü ne olursa olsun her namuslu aydın karşı çıkar. Ama, Gazi Üniversitesi’ne bağlı “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi” etkinlikleri bu yöndedir ve açık açık Türk-İslam sentezi anlayışının merkezliğine soyunmuştur. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın destekleriyle bu kuruma üç görev yükletilmiş görülüyor:
1) Türkmen kökenli Hacı Bektaş Veli’nin, Anadolu’ya Türklüğü yaymak ve halkını müslüman yapmak için geldiği üzerinde ısrarla duran yayınlar yapmak.
2) Osmanlı Devletinin kuruluşuna Hacı Bektaş Veli’in el verdiğini yazıp-çizmek. Bunu, Hacı Bektaş Veli’nin doğumunu 1240’lara kadar indirip, ölüm tarihini 1338’e kadar yükselterek yapıyorlar. Böylelikle Hacı Bektaş’ın batıni Babailerle ilişkisi de kesilmiş oluyor. 
3) Hacı Bektaş Veli’yi sünni bir mütefekkir, namazını, orucunu ve haccını yerine getiren ve hatta çile mağarasında yaşamını ibadet ile geçiren bir zahid bir kişi olarak göstermek.

Bu kurumun, periodik olarak çıkardığı “Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi ”nde (Yaz 98/6, s.11) Aleviliğe nasıl baktığı da ortada: Bir Doçent Dr. inceleme yazısının başlığını “Çubuk Yöresi Aleviliğinde Dar Kurbanı” koyabiliyor. Bu kişi adı geçen yörede katıldığı bir Alevi Cem’ini anlatıyor. Ama koyduğu başlığa bakarsanız; bırakınız Bektaşiliğin farklı olduğunu, her bölgeye, yöreye göre de bir Alevilik vardır. Çünkü Cumhurbaşkanı ve Başbakan destekli bu akademik kuruluş, Türkiye nüfusunun üçte birinin bağlı olduğu Aleviliği, bir inanç sistemi olarak kabul etmiyor. Aleviliğe, ortodoks İslam (Sünnilik) gözlüğünü takarak, Osmanlı gözüyle bakıyorlar. Kitaplarında Bektaşiliğe “Türk Sünniliği” diye yazanlar var. Yani önce Hacı Bektaş Veli’yi Sünni yapacaklar ki, Alevileri de toptan sünnileştirsinler .

Abdal Musa dost! Şimdi sayın Demirel ve Ecevit’e birlikte soralım: Sizde mi böyle düşünüyorsunuz? Onun için mi “Hacı Bektaş Veli’yi sünnileştirme faaliyetini” destekliyorsunuz? Sayın Cumhurbaşkanı, inancına saygı gösterilmeyen ve incitilen Alevi-Bektaşi toplumuna karşı, hangi gerekçeyle Hacı Bektaş Veli’nin “İncinsen de incitme” sözünü sık sık anımsatıyorsunuz?

Heterodoks İslam olarak Alevilik-Bektaşilik, Budizm’den, Şamanizme, Zerdüştlük-Mazdekizm ve Manikheizm’den, Paulikienizm-Bogomilizme ve antik Anadolu inançlarına, Hristiyanlığa ulaşan, her türlü dinsel-felsefi düşünce ve inançların kaynaşmış (synkretizm) bütünlüğüdür. Bunun içindir ki, insanlığı kucaklayan, millet ve ümmet tanımayan bir evrenselliğe sahiptir. “Yetmiş iki millete bir gözle bakmanın” anlamı budur. Türk Müslümanlığı doğru olmadığı gibi, Türk Aleviliği ve Kürt Aleviliği ya da Arap Aleviliği kavramları da doğru değildir. Yerel, bölgesel Alevilikler de yoktur. Değişik uluslardan Aleviler, yani alevi inançlılar vardır: Kürt Aleviler (Alevi Kürtler), Türk Aleviler (Alevi Türkler), Arap Aleviler, filan bölgedeki Aleviler vb. Alevi toplu tapınmalarında (Görgü Cemleri) biçimsel farklılıklar olması; zaman ve yer olarak ortama uygunluk göstermesi, yani ileriye dönük ve değişen yeni  koşullara özünden ödün vermeden uyum sağlamış olmasındandır.

A. Ya Diyanet’in “Makalat”a dayanarak “Hacı Bektaş’ın sünniliği”ni öne sürmesi?

K. Hacı Bektaş Veli’yi neden sünnileştirmek istediklerini anlattık. Ayrıca devletin Hacı Bektaş Veli’yi Sünni görme siyasetini gerçekleştirme görevini Gazi Üniversitesiyle birlikte, asıl Diyanet İşleri  yüklenmiş görünüyor. Daha doğrusu birbirlerini tamamlıyorlar. Makalat’ın o dar kapsamı içerisinde Kur’andan 135 geçilmiş ve açıklamaları yapılmıştır. Gerek bu ayetler ve gerekse kendisinin düzenlemiş olduğu dört kapıdan ilki Şeriatı ve on makamını anlatırken Ortodoks İslamın din ve imam koşullarıyla ibadetlerini birkaç sayfaya sıkıştırmış olmasına dayandırıyorlar Hacı Bektaş’ın sünniliğini. Oysa düşünmüyorlarki Hacı Bektaş Makalat ’ı asıl Sünnilerin mollaları, din adamları için yazmış. Onlara kurduğu yolun ilkelerini göstermek içindir. İnsan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancını tamamlamak “Hak ile Hak olmak, onunla birleşmek için”  tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır kitabında. Hacı Bektaş Veli’nin ne sünni şeriatı ve ne de ibadetleriyle bir ilgisi yoktur. Dönemin sünni alimlerinden Molla Sadeddin, Makalat’ı okuyarak, doğruyu bulmuş ve Hacı Bektaş’a bağlanmış. Sonra Hünkar’ın buyruğu üzerine, oturup türkçeleştirmiş herkes okusun diye.

Hacı Bektaş Makalat’ında: “İnsandan ulusu yoktur.. Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim” diye yazıyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kafirdir.

Akıl ve bilim hakkında söylediği şu sözlere bakınız :
“Akıl, başta sultandır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli birşey yoktur. Çünkü herşeyi bilen ve buyuran akıldır. Herşeyin büyüğü bilim ve hilim (yumuşaklık). Akıldan yararlanmasını bilen için gizli bir şey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle  gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli gözlemeli. Yolumuz bilim ve irfan sevgisi üzerine kuruludur…” Hacı Bektaş’ın  Makalat’ta geçen bu sözlerinin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Hünkar yine “Makalat” da kendisi ve kendisine bağlı olanların ibadetlerini gösteriyor:
“Pes imdi, abidlerin (ibadet düşkünleri Sünnilerin )  taatları (ibadetleri) namazdır, oruçtur, zekattır, hacdır. Nefir-i am(asker)  olucak gaza eylemektir (savaş yapmaktır). …gusl eylemektir. Ve arzularun istemeyüb dünyayı terk itmektir…ahireti sevmektir… Ve halleri (görünüşleri ) birbirin incitmemektir. Pes kibir ve haset ve buhul ve adavet bunlarda hemandır (İşte böyle, büyüklenme ve kin tutma ve hasislik ve düşmanlık ancak bunlardadır)…“Amma, muhiblerin (sevgi düşkünü, sevgiyi öne alan Alevilerin) taatı münacaattır (dua etmektir), seyirdir (Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözlem), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak,  tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda da ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz. Pes, muhibler cevap verelerkim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıdan  de kendimizi bildik, onunla bütünleştik)… Ve insaoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir”

Ayrıca gönülü Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kabe’de ihram giymek, hakkı batıldan seçmektir” diyor; “Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer” diyor. (  Makalat, s.75) Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartının reddidir:  Hacca gidip Kabede ihram giyeceğine araştırarak doğruyu bul; Arafatta şeytan taşlayacağına,  yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz. Orada kurban keseceğine, kötü huylarından bencillikten vazgeç; kibrini gururunu kır! Bir batıni velisi olan Hacı Bektaş’ın Makalat’ta Sünniliğe bu denli aykırı şeyler söylediği ortada iken, ona nasıl Sünni yakıştırması yapılabilir?

Diyanet de, Gazi Üniversitesindeki araştırmacılar da Hacı Bektaş’ı sünnileştirmeye boşuna uğraşmasınlar. Şeriat ilkelerine uymadığı için, Kırşehir emiri Nureddin Caca’nın onu Mevlana Celaleddin’e şikayet ettiğini Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri adlı yapıtında anlatmaktadır. Aynı konu Vilayetname’ de de işlenmiştir. Yedi yüz elli yıl sonra Hacı Bektaş’ı zorla sünni yapmaya kimsenin gücü yetmez.

A. Hacı Bektaş Veli’nin ‘hacılığı’ nereden geliyor?

K. Hac ve Kabe hakkında  yukarıdaki paragrafta yazdıklarımızı söyleyen Hacı Bektaş Veli’nin, “Hacı” olmak için Kabe’yi ziyarete gitmiş olduğu sanılmasın. Horasan’da, Türkistan’da “öğretmen, öğretici, hoca” anlamında kullanılan “Hace”nin, Anadolu’da “Haci ya da Hacı” biçimine dönüşmesidir.

A. Demirel’in Hacı Bektaş Veli şenliklerinde sık sık, "incinsen de incitme" sözünü telafuz etmesinin amacı?

K. Hacı Bektaş Veli, “Benim yolumun esası edeptir; ele, bele ve dile sahip olmaktır” gibi bazı sözleriyle, Alevi toplumu içerisinde bireysel ilişkileri düzenleyen ahlaksal kurallar koymuştur. “İncinsen de incitme” sözü de bunlardan biri ve bireysel ahlak kuralıdır. Bu kuralı topluma dayattığınızda onları edilgenliğe ve boyun eğmeciliğe  yöneltirsiniz. Demirel’in,  Hacı Bektaş Veli’nin  bu sözünü seçmiş olması bilinçlidir. Alevi toplumunu edilgenliğe yönlendirme amacı taşır. Neden “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözünü hiç telaffuz etmiyor?

A. Hacı Bektaş Veli eğer İmam Musa Kazım’ın soyundan ise , o zaman Türkistanlı Hace Ahmet Yesevi’den "el aldığı, Türkmen olduğu" iddiası ne anlama geliyor?

K. Hacı Bektaş Veli’nin Türkistanlı Hace Ahmet Yesevi’den (Ö.1167-9) el aldığı doğru değildir. Geleneksel bilgiler, özellikle Vilayetname,  Hacı Bektaş’ı hem Ahmet Yesevi’nin el verip  Rum’a saldığını, hem de   halifesi Lokman Perende’de tarafından Hacı Bektaş’ın yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği anlatılmaktadır. Bu anlatımlar, çelişkili olduğu kadar, yanlış ve uydurmadır. Ahmet Yesevi, Orta Asya’da “Hacegan (Hocalar) Hanedanı”nın kurucusu bilinen Yusuf Hemedani’nin (Ö.1140) öğrencisidir. Onun öğrencilerinden Abdel Halim el-Gucvani yol zinciriyle Nakşibendilik, Şeyh Zahid (Ö.1296) aracılığıyla Safevilik, Halvetilik ve Bayramilik;  Nakşibendi araştırmacıları Ahmet Yesevi, Lokman Perende el Harasami üzerinden Bektaşilik’in çıktığı hakkında bir Tarikat zinciri kurma iddiasındadırlar. (Hasan Şuşud, “Hacegan Hanedanı-Les Maitres de Sagesse de l’Asie Centrale-Orta Asya Bilgelik Üstatları”,  Fransızcaya Çev. Charles Antoni, Le Soufism, la voie de l’Unité, Paris-1980, s.47-80)
Bir kere Ahmet Yesevi’nin dünyadan göçüşünden en az kırk yıl sonra Hacı Bektaş Veli doğmuştu. Eğer Lokman Perende Ahmet Yesevi’nin halifesi olduğu kesinse, Yesevi’nin öldüğü tarihte kırk yaşların altında olmaması, yani bir mürşidin ölümünde onun yerini alacak ve onu temsil edecek kişinin, o makamı dolduracak yaş olgunluğu gerektirir.  Böyle olunca, Hacı Bektaş Veli’nin doğumunda Perende seksen yaşın üzerinde bulunuyordu ve olsa olsa ona okuma yazma öğretmiştir; el vermesi ve Yesevi yolağına sokmuş olması olanak dışıdır. Ayrıca, 1220’lerden sonra Nişabur ve Horasan bölgesinin tarihsel koşulları buna elvermezdi.
Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a (Ö.799) kadar çıkması, onun Türk olmasına engel değildir. Yedinci İmam Musa Kazım’ın ölümüyle 11. Kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu arasında tam dört yüz yıl var. Adı geçen İmam ve oğlu İmam Rıza Horasan bölgesinde yaşamış ve kendileri ve çocukları yerli halkla evlilik ilişkileri kurmuşlardır. Musa Kazımın kız erkek yirmiden fazla çocuğu olduğu  bilinir. Elbetteki bunlar bir tek anadan değillerdi. Hacı Bektaş Veli’ye –seyyidlere, dedelere de- Ali soylu diye Arap gözüyle bakarsanız, ulusların, halkların ve kültürlerin kaynaşmasını yadsımış olursunuz. Ahmet Yesevi’nin de Ali’nin oğlu Abu Hanefi soyundan geldiği üzerine soy zinciri vardır. Ama, bilinen ilk Türk tarikatçısıdır. Benim söylemek istediğim: Hacı Bektaş Veli’nin Yesevi çevresinde yetişmiş bile olsa –ki mümkün değil-; ne onun Yeseviliği Anadolu’ya taşıyıp Bektaşiliğe dönüştürdüğünü, ne de aynı çevrenin onu Türklük-Türkmenlik adına buraya gönderdiğini kesinlikle göstermez. Hacı Bektaş Veli, uzun yıllar ve pekçok ülkeler dolaşmış. Batıni dervişi olma özelliğini Alamut İsmailileriyle ilişkilerinde ve aralarında kalmış olmasından kazanmıştır. Hacı Bektaş’ın Makalat’ında “Adem Aleyhisselam Sıfatı Beyan Eder” başlığını tasıyan bir bölüm vardır. Burada, Tanrının Adem’i topraktan yaratması üzerine çok ilginç bir betimleme yapıyor. Yaşadığı zamanın (13.yy.) iyi tanınan yirmiden fazla ülke, kent ve bölge adlarını tek tek vererek, Adem’in tüm dış organlarının herbirinin, bunlardan birinin toprağından yaratıldığını söylemekte. Çok büyük olasılıkla, tüm bu ülke, kent ve bölgeler, gezip gördüğü, kendi ölçülerince değerlendirdiği yerlerdir. Üzerinde biraz düşünülünce, her organın işlevi, toprağından yapılmış olan kent ya da ülkeninin özelliklerini gösterdiği anlaşılır. Burada geçen coğrafi adlara bakılırsa, Buhara’dan Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Hindistan’dan Konstantiniye’ye (İstanbul) uzanan kent ve ülkelerinin çoğunu yıllarca gezmiş olabileceği varsayılabilir. Otuz yaşlarındaki genç batıni dervişi Hacı Bektaş’ın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuş ve kendini Babai hareketinin içinde bulmuştur.  Aşık Paşaoğlu’nun söylemiyle “Bu Hacı Bektaş… kardeşiyle Anadolu’ya gelmeye heves ettiler…O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmeğe gelmişler…”

A. Hacı Bektaş Veli’nin "keramet" sarmalı içinde halktan koparılmasının altında yatan gerçek?

K.. Aslında Hacı Bektaş Veli, sürekli keramet sarmalı içinde değerlendirildikçe halktan kopmuyor. Tersine ona ermiş bir veli olarak ona iyiden iyiye sarılıyorlar. Yapılması gereken onu kerametler sarmalından çıkarıp; halkı yanlıştan, Hacı Bektaş Veli’yi yanlış algılamaktan beri almaktır. 13.Yüzyıldan itibaren çağlar aşarak günümüze ışık tutmuş bu yüce tarihsel kişiliği, bilim ve akıl dışı söylenceler sarmalı içinde görmeye ve orada bırakmaya kimsenin hakkı yoktur. Yaşadığı çağ Anadolu’sunda yükselen sosyal ve siyasal mücadeleleri, Selçuklu-Moğol-Bizans ilişkilerini, çağın toplumlarının sosyo-ekonomik ve inanç yapılanmalarını derinlemesine incelemeden gerçek Hacı Bektaş’ı ortaya koyamazsınız. Sultan Bayezid II’nin (1481-1512) ilk yıllarında, Uzun Firdevsi’ye yazdırttığı Hacı Bektaş Veli Vilayetname’sinde keramet söylencelerinin arasında fazlasıyla tarihsel gerçekler bulunmaktadır. Ancak Keramet olaylarını nesnel bakışla, diyalektik çözümlemelerle incelemediğiniz ve  zamanın koşullarını bilerek değerlendirmediğiniz sürece onlara ulaşmanız olanağı yoktur. Veliler hakkında yaratılan keramet söylenceleri-hatta masallar- halkların, baskı ve zulme, dünyasal yaşamın acılarına edilgen tepki ve başkaldırılardır. Söylencelerde yarattıkları olağanüstülükler dünyasını, yaşamayı özledikleri dünyayla özdeşleştirirken, toplumsal mücadeleye hazır olmayan halk ortak bilinciyle kendini pasifize etmektedir. Bu durum, yani halkın söylencelerle yaşaması egemenlerin ve yönetimlerin hep işine gelmiştir. Biz “Hünkar Hacı Bektaş Veli” (Alev Yayınlar, İstanbul-1998) isimli küçük kitabımızda Hacı Bektaş Veli’nin bazı kerametlerini inceleyip yorumlarken, şaşırtıcı sonuçlara ulaştık. Vilayetname’deki her keramet olayı Üniversitelerin Tarih, Sosyoloji, Felsefe, Antropoloji, hatta Arkeoloji bilim dallarında bir tez oluşturacak zenginliktedir. Ancak Türk-islam sentezi misyonu yüklenmiş “Gazi Üniversitesi, Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezinin” böyle bir çalışma yapması işine gelmez.     

III. III. 4 Alevi-Sünni Bütünleşmesi ve Türk Müslümanlığı Üzerine

A. "Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman" Profesör Orhan Türkdoğan’ın , "Bektaşilik Sünni bir kuruluştur. Ancak bir dönem (Şah İsmail zamanında) Kızılbaşlığın  etkisinde kalmıştır savı"?

K. Kasıtlı ileri sürülmüş ve hiçbir doğru yanı olmayan bir sav. Bu Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın  devletin desteği, çalıştığı Üniversitedeki kafa yapısına uygun öğretim üye ve öğrencilerin de katkılarıyla yazdığı “Alevi-Bektaşi Kimliği ” kitabı üzerinde, “Görmediğim Tanrıya Tapmam (İstanbul – 1996)” adını taşıyan kitabımda bir eleştiri yazmıştım (agy.s.179-198) Bu kişi Türk-İslam sentezi doğrultusunda “Türk Müslümanlığı”, “Sünni-Alevi bütünleşmesi”kavramlarının -hatta “ Bektaşi Aleviliği”  için de denilebilir- fikir babalarından biridir. Zaten yukarıda birkaç yerde Bektaşiliğin, Alevilik ve Kızılbaşlığın birbirlerinden farklı olmadığı üzerinde durmuştum. Ancak, bu çok milliyetçi ve çok dindar Profesörümüz,  senin mantıklı bir biçime sokarak sorulaştırdığın cümleyi, kitabının 98.sayfasında aynen şöyle kurmuş: “İlkin cemaat-içi Sünni bir kuruluş olan Bektaşilik, Şah İsmail’in 25 yıla yaklaşan idaresi altında Bağdad üzerine yürüyerek Sünni müslümanları katletti…”  Ben de bu saçma  cümleye şu karşılığı vermiştim:
“Neresinden ele alırsınız? Cümlenin yanlışlığını mı? Bilgi hatasını mı? Yoksa yarattığı mizasenle vermek istediği düşmanlık imajını mı? Yazarı da ‘profesör”! Bektaşilik bir inanç ve felsefe kurumudur, bir vurucu güç değil ki Şah İsmail ile Bağdad’da Sünni müslümanları katletsin. Demekki, Şah İsmail’in de 24 yıllık hükümdarlığı boyunca tek yaptığı iş, Bektaşilerin başına geçip Bağdad üzerine yürümek olmuş…” (agy.s.190)

A. Devletin "Türk Müslümanlığındaki amacı? Ve "Sünni – Alevi bütünleşmesi"nin altındaki niyet?

K. Devlet kendisini Siyasal İslam, yani Şeriattan korumak için, içine Türkçülük karıştırıp,, “Türk Müslümanlığı”  adı altında Aleviliği de içine katarak, yeni bir İslam siyasetini yükseltme girişimi bir başka dinsel despotizme gidiştir. Siyasallaşmamış Sünnilerin hatırına devletin dini tekeline alması ve ‘Türk Müslümanlığı’nda Sünni-Alevi bütünleşmesi tarzında yaklaşımları tehlikeli sonuçlar doğurur.  İnançlarda, devlet ya da yönetimler ve önderler eliyle ortak payda yaratılamaz. Onların görevi, ulusların, halkların birbirlerinin farklı inançlarına saygılı, her topluluğun kendi inançları doğrultusunda yaşamalarını sağlayacak, barışçıl ve demokratik  siyasal ortam yaratmaktır.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti İslam dinini tekeline almayı,Türk Müslümanlığı ve devlet Aleviliği sentezi oluşturma biçiminde hızlandırmıştır. Gazetelerde “İlahiyat Fakültelerinde Türk Müslümanlığı, sessizce ders programlarına konuldu” haberlerinin arkasından, görüntülü basında boygösterdi. Böylelikle olay, medyatik etki alanı geniş kişiler aracılığıyla topluma maledilmeye çalışılıyor.

ATV’nin bir “Siyaset Meydanı” proğramında, Türk Müslümanlığı bağlamında İslam dini çok ilginç boyutlara taşınıp tartışıldı. Alevilik inancı üzerinde ise, son on yılda değişen devlet siyasetine uygun, yumuşatılmış Ortodoks İslam gözüyle, çok kısa bazı değinmelerde bulunuldu. Türk Müslümanlığı tartışması doğruları, yanlışları, zıtlıkları, yalanları ve saptırmalarıyla bu minval üzere sabaha kadar sürdü. Bu tartışmada, tam da devletin arzu ettiği sonuca varılmıştır:

“Kuran’daki İslama dönülmelidir. Türk toplumunun karakterinde ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yapısında Türk Müslümanlığı vardır. Bu söylem, Alevi-Sünni  buluşması ve bütünleşmesidir. Bu kavramın işletilmesiyle Siyasal İslamın –ki bunun Emevi İslam ile eşleştirilmesi belki en doğru tanıydı- önüne geçilebilir.”

İslam Dini de diğer kitaplı büyük dinler gibi bütün insanlığa hitabeder; İslamın ümmeti vardır, milleti olmaz. Ümmet, Muhammed Peygamberin dinine inanan çeşitli ırk, ulus ve diğer tüm etnik grupların oluşturduğu müslüman toplumdur. Bu bağlamda evrenseldir ve Arap müslümanlığı, Pers Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı kavramları İslamın çıkıştaki özüne tamamıyla aykırıdır. Alevi ve Sünnilerin Türk Müslümanlığında  bütünleştirilmesi amacının altında yatan ise, Alevileri, çoğunluğun dini olan Sünniliği benimsemeye zorlamaktır.

A. Tüm bu oluşumlara karşı sözde "Alevi – Bektaşi dernekleri, vakıfları, birlikleri, federasyon" vs.nin tepkisizliğinin hikmeti ne ola ki?

K. Ne yapsınlar? Birbirleriyle dalaşmaktan, kişisel tutku ve kariyer peşinde koşmaktan, bazı siyasal partilerle  filört etmekten zaman bulamıyorlar ki garipler, tepki göstersinler! Ama asıl, galiba Kızılbaş olduklarını unutmaya başladılar…

A. Cem Vakfı Başkanı Profesör İzzettin Doğan’ın sürekli olarak Hacı Bektaş Veli ve Mevlana birlikteliğine –ki farklı olduklarını bilmemesi olası değil- vurgu yapması ne anlama geliyor?

K. Elbetteki, bu sürekli vurgulamada bilgisizlik değil, önemli  bir kasıt yatıyor: Devletin istediği Türk müslümanlığında Alevi-Sünni bütünleşmesine hizmette bulunmak. Bu davranış kendi inancının özünü yadsımaktır. Biz Alevi İslamız diye  sürekli yaygara yapan da kendileri değil miydi? 

A. Mustafa Timisi’nin Diyanet İşleri Baş Müfettişi Abdülkadir Sezgin’in "Hacı Bektaş Veli" kitabında Alevi – Bektaşilere hakaret etmesini ve yaptığı asimilasyon çalışmalarını  takdirle karşılaması?

K. Alevi dedeleri böylelerini, “seni ikrarı boynuna dolanasıca!” diyerek, Cem’den kovarlar. Demek Timisi’de artık Aleviliğin izi kalmamış.  Alevi-Bektaşilere ve Aleviliğe hakaret eden Sezgin’den herşey beklenir. Ona çanak tutanlar da Alevi ihanetçileridir. Abdülkadir Sezgin,  Diyanet İşleri Baş Müfettişi olarak katıldığı, 2. Ehl-i Beyt Kurultayı adı verilen, aslında ise ‘Şii-Ehl-i Düzen Kurultayı’ olan toplantıda, “Alevilerin bir hareket olarak birşeylere karışıp, olay çıkarmaları halinde, “Kerbela vakası” türünden olayların tekrarlanacağını” söyleyerek, devlet adına uyarı ve tehditlerde bulunmuştur. Alevi-Bektaşilerin de hiç sesleri çıkmadığına göre, demek tehdit yerini bulmuş!

Ağacık . Sayın Kaygusuz son sorumu soruyorum:  Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Profesör Ahmet Akgündüz’ün "Osmanlı’yı hoşgörünün timsali" olarak lanse etmesine ne diyorsunuz?

Kaygusuz. Onu, bir televizyon programında izleme bahtsızlığına uğradım. Saldırgan konuşma stili, çok bilmiş davranışları, yalan beyanları yüzüne vurulduğunda gösterdiği pişkinliğiyle tam anlamıyla bir Osmanlı goygoycusuydu.  Osmanlı padişahlarını birer evliya olarak niteleyen bu kişi,  eminim ki ilk fırsatta Osmanlı yönetiminin, değil “hoşgörünün timsali”, “laik ve demokratik”  olduğunu da ilan edecektir. Adam sınırsız olanakları bulunan bir vakfın başına getirilmiş ve kendisine “Osmanlının imajını yücelt” emri verilmiş. Konuşana değil, konuşturana bakınız. Devlet kimleri nerede, nasıl nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Aynı kişi, örneğin Cumhuriyeti koruma vakfının başına, daha geniş olanaklarla gelip otursun, Osmanlı’yı “reddi miras” yapmaktan çekinmez.

Bugün , ekonomi büyümede dünya devletleri arasında 16.sıraya oturmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kapitalizmin sınırlarını zorlayarak girdiği emperyalistleşme aşamasının tarihsel temel taşlarını döşeme çabasındadır. Balkanlardan Çin seddine kadar uzanmaya başlamış ekonomik egemenliğin Büyük Türkiye’sine  Osmanlı köprüsünü kurmaktadır. Bu köprünün üzerinde “Osmanlının gayrimüslimlerin inançlarına hoşgörü gösterdiği ve imparatorluğun sınırları içerisindeki çok çeşitli ulusları barış içinde yaşattığı” resmi yürüyüşü yapılmalıdır. Durup dururken neden Kemalist burjuva devrimiyle yıkılmış Osmanlının 700.kuruluş yıldönümü kutlanıyor?  Büyük Osmanlı yayılmacılığının, baskıcı, kıyımcı yüzü, unutturulup; gülümser gösterilen (maskeli) yüzü sürekli vurgulanarak yüceltilmesi için…

III. IV  DERGAHTA BİRLİK, YAPILMASI GEREKENLER VE DEVLETİN TAVRI

Bugün Alevi demokratik kitle örgütleri, Cem ve kültür merkezleri, dernekleri, vakıfları, federasyon-konfederasyon, birlikler ve diğer kurum ve kuruluşlar tam anlamıyla kaosu, karmaşıklığı yaşamaktadır. İnançsal ve düşünsel yorumlarda olsun, siyasal duruşlarda olsun genel birlik sağlayamadıkları için savrulup duruyorlar. Bununla da kalınmıyor, yapay zıtlıklar-çelişkiler yaratılarak kavgalar yaşanmaya başladı

Hiç kuşkusuzdur ki, Alevi-Bektaşi inanç toplumunun sorunları, genel Türkiye toplumunun  insan hakları, özgürlük ve demokrasi sorunlarından soyutlanamaz. Ama biz kendi sorunlarımızın saptanması ve mücadele yöntemlerinde anlaşıp birlik olmazsak, genel sorunların çözümüne nasıl katkıda bulunabiliriz?

( Düşününüz ki eviniz, 50-60 ailenin yaşadığı bir sokakta bulunuyor. Sokakta  akşamdan başlayıp sabahlara kadar süren gürültü-patırtı sorunu var. Birkaç sokak sakini önderlik ederek, her aileden bir kişiyi bu sorunun  çözülmesi için toplantıya çağırıp tartışılmasını ve bir çözüm bulunulmasını istiyor. Eğer sizin kalabalık ailenizde her akşam sofrada başlayan kavga-gürültü, tartışma, radyoyu-televizyonu sonuna kadar açma vb.gürültüler gece yarılarına ya da sabaha kadar sürüyorsa, sokağın gece sessiz kalması sorununun çözümüne nasıl katkıda bulunursunuz? Toplantıya katılsanız bile, ailenizi yakından tanıyan komşularınız size gülerler…)
Alevi örgütlenmeleri içinde bir yandan toplumsal tarih gerçeklerini, heterodoks İslam tarihini, yani Alevilik tarihini inceleme ve tanıma gereğini duymadan, bu alanda bilgilenme çabası göstermeden; tarihsel ve felsefi bir temeli olmayan ya da kasıtlı ortaya atılmış bir görüş olan “Alevilik İslam dışıdır; Hristiyanlık ve Musevilik vb. gibi İslamdan bağımsız bir dindir” varsayımını savunanlar. Bir bakıyorsunuz bunun tam tersi olan “hakıki müslüman biziz; namaz da niyaz da bizim ramazan da. Sünniler Aleviler kardeşdir” sözleriyle Sünniliğe yamayan çıkışlar var. Ali, Ehlibeyt ve Onikimam sevgi ve inancından hareketle İran ortodoks Caferi Şiilerle bütünleşmeye çalışanlar (ki bu alanda kendilerinin gerçek  Alevi olduklarını söyleyen Caferi Şii örgütlerine mensup kişiler birer misyoner gibi çalışıyorlar). Öbür yanda ise Aleviliği Türk ya da Kürt uluslarına özgü bir inanç olarak benimsetmek için kökenini Şamanlığa ya da Zerdüşlüğe bağlayan karşıt Milliyetçiler!
Kamuoyunun çok iyiy tanıdığı Prof. Dr. İzzeddin Doğan ise, her türlü medyatik aracı kullanarak, kendi icadı “Alevilik-Bektaşilik-Mevlevilik” temelinde “Alevi İslam” anlayışına Ortaasya Yeseviciliği’ni de  katarak hem devleti hem de Türkçüleri memnun ediyor.

Alevi-Bektaşi örgütlerindeki  bu savrulma ve  karmaşıklık karşısında devlet alabildiğine  memnun  görünüyor. Devletin, dolayısıyla hükümetin sözcülüğünü yapan Diyanet İşleri Başkanı’nın  ağzından Aleviliğe ilişkin görüş ve düşünceleri daha önceki bazı yazılarımızda  irdelemiştik. (Bkz. İsmail Kaygusuz, Aleviler Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul-2004)

Yine Alevi örgütleri çevresinden bir sonuncular var ki, en tehlikelisi olanlardır. Bunlar, hem devlet ve iktidarla sıcak temastalar, hem da yukarıdaki görüşlerin her biriyle farklı mekan ve zamanlarda karşılaştıklarında – ya da buluştuklarında- kendileri gibi düşündüklerini söylemekten çekinmeyen  (iki yüzlü değil) çok yüzlüler, yani yüzsüzler takımı!

Kısaca değindiğimiz gibi Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün bu inançsal-düşünsel dağınıklığı ve karmaşası Alevi-Bektaşi toplumunun birliğine büyük engeldir. Ve biz, bütün tapınma ve eleştiri, adalet ve eşitlik gibi toplumsal kurumlarıyla batıni-Alevi inancı temelinde bu birliği sağlayamazsak, siyasal/toplumsal birliği de sağlayamayız. O zaman ne kimliğimizi kabul ettirebilir ve ne de, egemen çoğunluğun, yani Sünni inanç toplumunun yaşamakta oldukları inanç özgürlüğünü –ki onlar daha da fazlasını istiyor- elde edebiliriz.

Bugün Avrupa ve Türkiye’de  Alevi köy dernekleri dahil, öyle sanıyoruz binden fazla Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri çeşitli adlar altında etkinlik göstermektedir.  Önce   söylediğimiz gibi Türkiye genelinde birliktelik, daha doğrusu bir merkezileşme  sağlanamamıştır. Federasyon, konfederasyon ve Alevi-Bektaşi Kuruluşları Birliği gibi bazı merkezi kurumlaşma girişimlerinin de bunu başardığı söylenemez.

Örgütlerde  değişik düşünce, görüş ve siyasi anlayışların bulunmasına karşı değiliz. Ancak   Alevi inancının temel esaslarını (buna inanç dogmaları da diyebiliriz) yoksayma ya da ortadan kaldırma eğilimlerine hoşgörü gösterilemez.  Örneğin: Aleviliği İslam dışı sayıp Hristiyanlığa yaklaştırmak, ya da ayrı bir din olarak gösterme.  14 yüzyıldır inancımızın tam merkezinde bulunan mürşid saydığımız ve Tanrının mazharı olduğuna inandığımız ve toplu tapınmalarımız Cem’lerde yakarılan  Ali’yi, Şahı Velayet’imizi ortodoks gözle, daha doğrusu Emevilerin bakış açısıyla tanımlayarak Alevi-Bektaşilerin toplumsal  belleğinden silmeye çalışma eğilimlerine… Aksine inancımızın ana ilkeleri-temel esasları sık sık ve genişçe açıklanarak Alevi-Bektaşi toplumu aydınlatılmalı.

Hiç kuşkusuz bu ilkelerin yorumlanmalarında değişik düşünce ve görüşler ve tapınma eylemlerindeki, ritüellerdeki  çeşitlilikler inanç  kültürümüzün büyük zenginliğidir. Ayrıca ilkelerin uygulamalarında çağa uygun değişimler ve yenilenme, yani reformlar da sözkonusu olmalıdır.

Alevi-Bektaşi inanç toplumunun tarihsel miras olarak özünde saklı olan toplumsal bilincin, birlik ve beraberliğe  kanalize edilmesi-yöneltimesi için geniş inançsal bilgilendirme ve güven duygusuyla beslenmesi gerekir.    

Bu güne kadar Alevi örgütlenmelerinde, açıkça dile getirilmemekle birlikte çeşitli siyasal görüşler öncülüğünde birlik sağlanması denendi. Genellikle örgütler önder kadrosunun açık ya da kapalı siyasal duruşuyla durum belirlendi.  Hatta çeşitli siyasi partilere aday yetiştirme kuruluşlarına dönüştü. Bünyelerindeki Dedeler bile örgütsel görüşlerin yorumlarıyla Aleviliği açıklamaya,  bu çerçevede temsili Cemler yönetmeye giriştiler.

Bizce artık, Alevi-Bektaşi toplumunda birlikteliği ve merkezileşmeyi sağlayamayan siyasal duruşlar ikinci plana düşürülüp, kesinlikle inançsal yapı öne alınmalıdır. Tanrı-insan birliği inanç anlayışında  insan sevgisini kendisine merkez yapan; “yetmiş iki millete tek nazarla bak” ilkesiyle eşitliği, Musahiplik ve Dar kurumlarıyla paylaşımı ve adaleti savunan ve bu inançsal kuralları yaşam düzeni yapmış olan Alevilikte hiç kimse gerici dinsel (fanatik) ögeler arama yanlışına kapılmasın!  Bu bağlamda Aleviliği siyasal İslama benzetmeğe de kimsenin hakkı yoktur ve bu doğru değildir. Alevi toplumunu,  kendi tarihi,  inanç özellikleri ve toplu tapınmaları, yani Cem yürütmeleri  temelinde eğitimi öne alarak, geniş biçimde aydınlatma ve güven verme yoluyla birliğe götürebileceğimize inanıyorum.

III. IV. 1 Dergah’ta Birlik

Birlik olmanın çözüm yolu Hacı Bektaş Veli Dergahı’ından geçer; Anadolu Aleviliğinin ve Alevilerin serçeşmesi, yani inanç ve bilim/bilgi baş pınarından.  Boşalan kablarımızı bu pınardan doldurmak ve dağılıp savrulmuş kafalarımızı-zihinlerimizi bu bilgi kaynağından beslemek zorundayız. Serçeşme, “bilim evrendeki bütün değerlerin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu kararanlıktır. Herşeyden büyük olan bilim ve hilim, yani yumuşak davranış-hoşgörüdür, çünkü Hakk’a bilimle yol bulunur-ulaşılır, Halk’a yumuşaklıkla-hoşgörüyle. Yolumuz bilim, irfan, sevgi üzerinde kuruludur. Bir olalım, iri olalım, diri olalım” diyerek 13.yüzyıl Anadolu’sunda  Alevi halk topluluklarını birleştirip ilk inanç birliğini sağlayan ulu Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir. 21. yüzyılda bizim birliğimiz de ancak onun kurduğu Dergah’ın çevresinde toplanmakla gerçekleşir. Yıllardır yazılarımızla, kitaplarımızla savunduğumuz bu düşünce gerçekleşseydi sorunlarımızın pek çoğu çözülmüştü.

Hacı Bektaş Veli Dergahı ve Hacı Bektaş evlatlarından dönemin postnişini, yani onu-ecdadını temsilen Mürşid postunda oturan ulu kişinin inanç önderliğinde birlik olmanın önemini kavrayamıyan; dahası bazı politikaların veya kişisel ve kesimsel çıkarların etkisiyle Hacı Bektaş Veli’yi bile dışlamaya çalışan  Alevi örgütlerinin bu olumsuz yaklaşımlarına karşı devlet, Dergah’ta Alevi-Bektaşi birliği sağlanmasının önemini, ancak kendisi açısından tehlikesini anlamakta gecikmedi. Neydi bu tehlike? Alevi-Bektaşi toplumu birlik sağladığı takdirde, ilke nüfusunun üçte biri gibi hatırı sayılır bir çoğunlukla Türkiye siyasetine ağırlığını koyabilir,  böylece “Alevilerin oyları çantada keklik” olmaktan çıkardı.  Çünkü merkezileşen Alevi toplumunun yaratacağı birlik  gerçekten “iri ve diri olur” ve istemediği, desteklemediği bir parti asla iktidar olamazdı.

Onun için devlet bir yandan, Alevi kitle örgütlerinin ayrılıkçı fikirlerini teşvik ederek, alabildiğince parçalara bölünmesini isterken, öbür yandan, Hacıbektaş ilçesiyle birlikte Dergahı öne çıkartıp, kutsal merkez olarak dinsel turizm çerçevesinde önem kazandırıyordu. Bununla da kalınmadı. Bir dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’te 750 yıl önce kurmuş olduğu bilim ve inanç merkezi ve dönemin bir çeşit halk üniversitesi olan dergahından esinlenmiş davranış göstererek, Hacıbektaş’ta  tarih ve Alevilik araştırmaların  yapılacağı ve çeşitli bilimlerin okutulacağı bir Üniversite ya da Fakülte’den sözediyor. Arkasından, hiç de dostça olmayan “Bektaşi Alevileri” ayırımcı  kavramını ortaya atan, sonra da “Yavuz’la Şah İsmail’i barıştırmaya” soyunan başbakan Bülend Ecevit, Gazi Üniversitesi/Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Merkezi’ne açıktan destek vererek orayı Alevilik-Bektaşilik araştırmaları yapan ve bu inanç toplumu hakkında bilgi ve  siyaset  üreten tek devlet (resmi) kurumu yaptı. Özellikle de  Hacı Bektaş Dergahı çevresiyle sıkı ilişkilere girmek ve orayı yönlendirmekle görevli kılındı. Kısacası devlet, Alevi-Bektaşi inanç toplumunun Dergah çevresinde birlik sağlaması , erinde gecinde geliştirip ulaşacağı süreç olduğunu iyi kavradığı için, kendi yönlendirmesi altında ve Türk-İslam felsefesi anlayışı içinde bunun gerçekleşmesini düşünüyordu. Daha açık konuşursak, bu gün devletin (isterseniz siz derin devletin deyiniz) Alevilik siyasetini bu kurum yönlendiriyor; Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın ve Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali Bardakoğlu’ya bu konuda öneriler sundukları gibi, zaman zaman onları frenliyorlar.
Gazi Üniversitesi bünyesi içinde araştırma merkezi olan bu kurum “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisi” aracılığıyla ürettiği  bilgileri yayınlıyor. Alevi-Bektaşilik  inanç ve felsefesine, edebiyat ve tarihine, düşünür ve ozanlarına ilişkin yayınladığı makalelerde verdiği bilgiler bizim gerçekliğimizden tamamıyla uzak ve birliği değil, parçalamayı getirmektedir. Ama yine de geniş bütçelerle hazırladıkları TV belgeselleri ve yayınlarında, birkaç Ocakzade Dede ve Babagan Bektaşi Babalarıyla ilişkilerinde etkili oldular.

Ancak bu etkili devlet kurumu, çok uğraşmalarına –hatta çeşitli vaadlerine- rağmen Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı ele geçiremedi. Bizim gözümüzde büyük bir başarı olan Gazi Üniversitesinin bu başarısızlığı, Hacı Bektaş evladı Dergah postnişini, yani ecdadının postunda oturan değerli  Mürşid Veliyeddin Ulusoy’un aydın, ilerici ve bilinçli kişiliği, olgunluk ve bilgi düzeyiyle birlikte büyük sezgi gücü sayesindedir. Ama peşini bırakmış değiller; her fırsatta onlardan çağrılar alıyor, ziyaretinde bulunuyorlar.

Bir kez daha yineliyorum: Devlet, Dergah’ta birliğin büyük önemine ve erinde gecinde Alevilerin bunu gerçekleştirme sürecine gireceklerine  inandığı için, orada insiyatifi kendi eline almak, resmi siyaset felsefesi olan Türk-İslam sentezi anlayışına uygun biçimde yönlendirmek istemektedir. Bu nedenledir ki  devlet ziyaret girişimlerini sıklaştırıyor. Yoksa bizim gibi Hacı Bektaş Veli evladı Postnişini Mürşid bilerek saygılarını sunmak için değil. Alevi-Bektaşi toplumu olarak bu insiyatifi devletin elinden alıp, Dergahı’mıza sahip çıkarak orada birlik olmayı sağlamazsak, bu parçalanmışlığı-savrulmayı ve kaosu hiçbir zaman aşamayız. 

III. IV. 2 Neler yapılabilir ve neler yapılmalıdır?

Bu konuda  “Neler yapılabilir ve neler yapılmalıdır?” başlığı altında birkaç yıl önce yazdığımız ve çeşit yerlerde yayınlanmış olan  makaleden birkaç paragrafı  bazı  küçük eklemelerle sizlerle paylaşmak istiyorum: 

“…Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu savrulmayı Sünnileştirilmiş Türk İslamlığı’nda toparlama çabasına girmiştir. Öyleyse, bu durumda neler yapılabilir ve neler yapılmalıdır? İvedi olarak öneriler ve çözümler üretmeliyiz. 

Alevi-Bektaşiler toplum olarak, dernekler, kültür merkezleri, cemevleri ve vakıflar biçimindeki tüm  örgütlerinin sokulduğu gericileştirme sürecinden çıkarmanın yolları araştırmalıdır. (Şimdi bu süreç anlamsız temelsiz tartışmalarla parçalanmışlık ve kaosa dönüşmüştür) Bu bakımdan, Aleviliğin tarihsel özüne uygun biçimde yeni düzenlemelere ve örgütsel yapılanmaya gitmeleri gerekli görülüyor:

1)    Dernekler, kültür merkezleri ve cemevleri, sadece Alevi sanatçıları çağrılı geceler ve göstermelik ’12 Hizmet Cemleri’ düzenleme kuruluşları olmaktan çıkarılmalıdır. (Temsili Cemler daha düzenli yapılmalı; eğitici öğretici yönü öne çıkarılmalıdır).

a)Yan kurumlar ya da kol etkinlikleriyle eğitim, araştırma-inceleme ve bilgilendirmeye ağırlık vermelidir. Edebiyat ve sanat (müzik-resim-dans) ve tiyatro etkinlikleri hızlandırılmalı.

b) Alevi  Dernekleri, birlikleri ve vakıfları ortak amaca yönelik çalışma ve araştırmaları  hızla artırmalı. (Çeviri çalışmalarına ağırlık verilip, yabancı dillerdeki Alevi kaynakları araştırılarak türkçeleştirilmelidir.) Böylelikle Aleviliğin evrensel kültür tarihine katkıları araştırılıp ortaya çıkarılmalıdır. O zaman bu dernekler, bilim adamları ve araştırmacıları çekecek;  inanç, kültür, doğru siyaset ve eğitim merkezlerinin kaynaklanma ve ilgi odakları olacaktır. Hepsinden önemlisi Alevi toplumu, kendi tarihlerini doğru tanıyacaktır.  Alevi toplumu kendi gerçek tarihini bilmediği için bugününü değerlendiremiyor, savrulup duruyor(buna şimdi kaosu ekleyelim).

2)    Alevilik inanç ve toplumsal-demokratik örgütlenmelerine piramidal bir biçim kazandırılması, Alevilerin birliği için bu önkoşul olmalı. Piramidin tepesinde Hacı Bektaş Dergahı ve dergahın bulunduğu bu tarihsel kent bulunmalı. Uzun devrede, tabandan tavana geniş kapsamlı araştırmalar, inançsal-kültürel etkinlik ve çabalarla bu piramid oluşturulabilir. Kısa dönemde piramidin oluşturulması ise tepeden başlayarak gerçekleşebilir. (Bu gün hiç zaman yitirmeden, hızla bunun yöntemleri üzerinde düşünce üretip, öneriler geliştirmeliyiz.) Önce bir yayın organı bu hizmeti üstlenerek, tüm alevi kurum ve kuruluşları ikna edip katılım ve katkılarıyla Hacı Bektaş ilçesinde, bir “Alevilik Bilimsel Üst Kurulu” toplanmasına önayak olabilir. Böylesi bir kurul sürekli ve yoğun çalışmaları ve oluşturacağı alt kurul ilişkileriyle “Hacı Bektaş Alevilik Araştırmaları Yüksek Enstitüsü ya da Akademisi”nin temellerini atmalıdır. (Bu gün önceliği Hacıbektaş’ta  Postnişin’in başkanlığı altında en az üç en fazla  bir hafta sürecek bir ön toplantı  almalı. Bu toplantıya olabildiğince fazla Demokratik kitle örgüt temsilcileri katılmalıdır.Temsilci gönderen Örgütler toplantının harcamalarına maddi katkıda bulunmalı. Temsilciler sadece “Dergah’ta Birlik” temelinde önerileriyle gelmelidir. Bu toplantıda bir yayın üzerinde karar kılınır ve ilk sayısında bu öneriler yayınlanarak geniş biçimde Alevi-Bektaşi kamuoyunun bilgilendirilmesi sağlanır ve tepkisi alınır) Özgirişimi, mutlaka alevi toplumunu arkasına alacak olan bu “Alevilik Bilimsel Üst Kurulu” ele almalıdır. Hazırlayacağı proje çerçevesinde devletten destek istenmelidir. Proje desteğine olumsuz yanıt alındığı takdirde ilk genel seçimde, “Hak Muhammed Ali’yi seven boş oy kullansın!” benzeri Alevi söylemleriyle  toplu protesto sağlanmalıdır.  

III. IV. 3 Alevi-Bektaşi İnançlı Zenginler Sorumluluk Almalıdır

Kökenine yabancılaşmamış, açıkçası kazanç ve çıkarları için sünnileşmemiş; içinden çıkmış olduğu toplumun inanç ve geleneksel kültür ögeleri ve ahlak kurallarına saygılı alevi zenginleri bulunduğuna inanmak istiyoruz. Bu kişiler de toplumdaki bu savrulma ve yalpalamalar (karmaşıklık) hakkında  kafa yormalı. Üzerinde ciddi ve tarihsel bir sorumlulukla eğilmelidir. Türkiye Cumhuriyetinin hala kurtulamadığı Sünni-Osmanlı devlet anlayışının dayattığı  Aleviği şiileştirme-sünnileştirme sürecinin önüne maddi varlıklarıyla, harcamaları ve çeşitli ilişkileriyle setçekme şevk ve gayreti içinde olmayı görev bilmelidirler.
Onlara  diyoruz ki, vicdanınız ve cüzdanınızla bu sorumluluğu duymalısınız. İlk aşamada:

a)    Alevilik ve felsefesini, inanç ve toplumsal tarihini akılcı, bilimsel (yani hurefalara sapmadan, kılıç-gürz kahramanlıklarından arındırılmış) yöntemlerle incelemeyi üstlenmiş bir periyodik yayını (dergi) teşvik edip maddi destek sağlayabilirsiniz. Laik ve demokratik siyaset içinde Alevi kültür ve inancı, müziği, dansı ve Türk ve İslam tarihindeki alevi hareketlerinin rolü ağırlıklı programlar yapacak olan bir RADYO-TV kanalının kurulması özel girişimini gerçekleştirebilirsiniz.  

b)    Alevililik inaç, kültür, felsefesi ve tarihi v.b.  üzerinde araştırma ve inceleme yapan bilim  adamı ve araştırmacılara yardımcı olur. Ürünlerini yayınlaması ve okuyucuya, halka  ulaşması süreçlerinde destekleyebilirsiniz Sözünü ettiğimiz  “Alevilik Bilimsel Üst Kurulu” projesi ve “Heterodoks İslam (Alevilik) Araştırmaları Enstitüsü” kurulması çalışmalarına sonuna kadar yardımcı olur. Çalışmaların geniş  çapta kamuoyuna duyurulmasını sağlayacak harcamalar yapabilirsiniz.

Aleviliğinizi unutmadıysanız, kökeninizi inkar yoluna sapmadıysanız, önemli bir inanç kuralımızı anımsatalım: “Keseleriniz söküle Hak yoluna döküle!”  Hakkın, yani Tanrının paraya pula ihtiyacı yoktur;  Alevilik inancında Hakk’a doğru yolalan halkımız, toplumumuz için gösterin cömertliğinizi. Şimdiye kadar ne yaptım diye de vicdanınıza bir sorunuz! Kendi kendinizle ağır bir hesaplaşmaya girmelisiniz; özünüzü dar’a çekiniz, vicdanınız rahatlayacaktır…!”

III. IV. 4  Devlet Aleviliği nasıl görüyor ve tanımlıyor?

2 Şubat 2004 tarihinde Milliyet’in web sitesindeki “Sohbet Odası’nda Diyanet İşleri Başkanı Prof Dr. Ali Bardakoğlu konuk olarak ağırlanmıştı.  Başkan, köşe yazarı Derya Sazak’ın Diyanetin yeniden yapılanması ve  Alevilerin  temsili hakkındaki sorusuna verilen yanıtlardan, AKP hükümetinin uzun döneme yayarak kafalarına ve dinsel anlayışlarına göre -Alevilere rağmen-Aleviler için bazı adımlar atmaya karar verdikleri anlaşılıyor.

Başkan’ın Aleviliği tanımlamasına gelince: Bugüne kadar Diyanet dahil Sünni çevrelerin çeşitli kesimlerince “Alevilik Türk Sünniliğidir; Alevilik Türk İslamı, halk İslamı, Anadolu İslamıdır; Alevilik Hanefi mezhebinin bir tarikatıdır; Alevilik bir meşrebdir…”biçiminde yapılan tanımlara göre, biraz da uzlaştırıcı olmaya çalışıyor. Ancak temelde Diyanet İşlerinin öteden beri yaptığı Alevilik değerlendirmesinme  fazla birşey getirmiyordu:

Yeni Başkan  Aleviliğe, bir “Hanefi tarikatı” demiyor; “İslamın içinde bir kültürel anlayıştır, mezheptir” tanımı getiriyor.  Ama hangisi? Kültürel anlayış mı, mezhep mi? Bu açık değil. Yoksa ikisini de mi kapsamaktadır? Ya da iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadır. O zaman her iki durumda, basit bir mantık önermesini kullanarak; genel  anlamda ‘mezhep” denildiğine göre biz de Sünniliğe “İslamın içinde bir kültürel anlayıştır” (mı) diyececeğiz? Sünni İslam tarihçisinden, İlahiyatçısından tutunuz da bakanına Başbakanına kadar ilgisi olan olmayan herkes Aleviliğe bir tanım getiriyor, “inanç değil kültürdür, kültürel anlayıştır”; tapınma törenlerimize de  “halk oyunları, folklor” ya da “cünbüş-eğlence”  diyorlar.

Hem sonra bizi ve inancımızı kafalarına ve keyiflerine göre tanımlama hakkını onlara kim verdi? Hangi ahlak ölçüsüne sığar bu? Örneğin,  Alevi yazar ve araştırmacılar;
“Sünniler camide dedikodu yapmak ve birbirini çekiştirmek için toplanıyor; namaz dedikleri de eğilip doğrularak, yere uzanarak yaptıkları bir takım cimnastik hareketleridir. Bu nedenle Sünnilik bir çeşit bereysel ve toplumsal kültürel alışveriştir” biçiminde tanımlamalar yapsa tepkiniz ne olur ? Doğrusu bu bir merak konusudur!

Alevilik,  İslam dininin Sünnilikten farklı ve ona aykırı (heterodoks anlamda) batıni yorumudur; İslam’ın dışında ayrı bir din değil, Kuran ayetlerinin  teviline, iç ve mecazi anlamlarına uygun düşen diğer birçok eski dinsel ve felsefi inançlardan ögeler özümsemiş bir syncretic(birleştirmeci-bağdaştırmacı) inanç sistemidir.

Sünnilik İslam dininin kendisi değildir; dört İslam fıkıh okulunun (ya da mezhebin) kurucusunun yorumladıkları İslami yorumlardan oluşan (zahiri) inanç sistemidir.
Alevi inancında Muhammed rehber, mürşid Ali’dir ve Muhammed’in rehberliğinde  Ali’ye varılır; bu demektir ki Muhammed’i tanımadan  Ali’ye varamaz ve Ali sırrına eremezsin. Allah-Muhammed-Ali üçleminde vahdede (Birlik) ulaşılır.  Alevi inanç anlayışında Muhammed zahiri (açıklığı, biçimsel tapınmaları), Ali batını (gizli tapınmayı; yani ‘ölmeden önce ölme, ahiret hesabını burada görme; benliği öldürerek özünü tanıma ve  el ele, el Hakk’a-hakikata ulaşmayı) temsil eder. Ali’den sonra ikinci büyük batıni üstad İmam Cafer Sadık’tır. Alevilerin batıni tapınmaları Görgü Cemlerindeki adab-erkandır; cemlerde yapılan “Ali meydanında malı-varlığı ortaya koyup; malı mala, canı cana katma” törenleridir.  Alevi adab-erkanını anlatan  “Buyruk” metinlerinde;  “Eğer sorsalar, ikrar-ı tercüman nedir?” sorusuna şu yanıt verilir: ‘Cevap: Şah-ı Merdan kuluyum, Al-i aba nesliyim, İmam Cafer Sadık mezhebindenim. Rehberim Muhammed, mürşidim Ali’dir.” Ozanlarının hemen hepsinin deyişlerinde düvazimam nefeslerinde de belirtildiği gibi, Anadolu Alevi-Bektaşileri İmam Cafer Sadık mezhebine bağlıdır; ancak bu ortodoks Caferiliğe, yani İran Şiiliğine aykırı, heterodoks mezheptir; batıni-Kızılbaş Caferiliktir.

Diyanet İşleri Başkanı Profesör Bardakoğlu, Aleviliği “İslamın içinde kültürel bir anlayış” olarak değerlendiriyor.Ve:
“Sünnileri çok dindar, Alevileri az dindar, noktasından çıkarıp söylemimizi ortak paydamız olan İslam çizgisine çekmemiz lazım” diyor. İyi de  ortak paydamız İslam, ama Alevilerin Tanrı ve dinsel inanç anlayışı ile Sünnilerinki farklı birbirinden, çok da aykırı. İslam çizgisinde ortak olduğumuz tek önemli ilke “Kelime-i Şehadet”; onu birlikte  söyleriz, ama biz fazladan olarak içimizden de “Aliyyün veliyulllah” (Ali Tanrının dostudur) deriz.

Ayrıca  “Anadolu’daki Alevilik, Osmanlı döneminde Sünnilik, halifelik içinden çıkmış bir eğilimdir, Şia’dan kaynaklanan bir şey değildir” gibi sözler ettiğine göre, heterodoks –batıni anlamda Aleviliğin çıkışı hakkındaki bilgisi de çok zayıf. Sünniliğin, mezheplerin ortaya çıktığı Abbasi halifeleri döneminde oluştuğu doğru da, Anadolu’da 16.yüzyılda doğduğunu söylediği Aleviliğin kendisi değil, Aleviliğin Kızılbaş siyasetiydi; çünkü Alevilik Anadolu’ya yüzyıllar önce (9.yüzyılın ilk yarısından itibaren) gelmişti.

III. IV. 5 Aleviliğin  Ortaya Çıkışı ve İnançsal Özelliklerine Değinmeler

Özellikle Halife Osman (644-656) döneminde gulat ve guluvlar (taşkın/azgın ve aşırılar) adı verilen Ali tanrısallığı inancıyla başlayıp; bölgesel  din, inanç ve felsefi akımlardan bazı ögelerle birleşerek (syncretisme) sürekli yenilenen, değişik adlarla yönetimlerin resmi dinine (Ortodoks İslam ilkelerine) aykırı ve çoğu kez karşıt gelişen Heterodoks akımları ayrıntılarıyla bilmemesi olanaksızdır. 12.yüzyılın başlarında yazılmış Şahristani’nin al-Nihal al-Milal’ında anlatılan 100’e yakın heterodoks gruptan %90’ı anthropomorphist (insan biçimli Tanrıya inanma) ve Ali-Ehlibeyt tanrısallığını temel alan batıni-Alevi kümeleşmelerdir. Özellikle İmam Bakır (ö.740) ve İmam Cafer (ö.765) çevresindeki bu proto-Alevi kümeleşmelerin büyük bir bölümü, insan biçimli Tanrı, Ali-Ehlibeyt tanrısallığı, İnsan-Tanrı birliği kavramları, düşünce ve inançlarını Kur’an’ın  batıni (ésotérique) yorumlarından çıkarmışlardır.

İşte kökeni bu erken heterodoks akımlara dayanan, onların batıni inançlarından kaynaklanan Anadolu Aleviliği(-Bektaşiliği), Ortodoks İslam (Sünni) inancına aykırı bir Tanrı ve tapınma anlayışına sahiptir. Büyük Alevi düşünür ve ozanı Kaygusuz Abdal’ın (14. 15.yüzyıl) Vücudname’sinden yaptığımız aşağıdaki alıntılar bu anlayışı, yorum gerektirmeyecek bir biçimde yansıtmaktadır: 

“Evvel ü ahir menem…Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (yani secdeleri, tapınmamı kendime yaparım İ.K.). Eşya-yı mahluk Halik’ten ayrı degüldir(yani yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır İ.K.).”

“Pes adem  kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk’ı bilmek gibidür…Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak’dur….Yirde ve gökte her ne var ise adem(de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi’ ‘adem’dür. Her ne ki istersen ademde bulınur…”(Kaygusuz Abdal, Vücudname’sinden) 

Şeyh Bedreddin (ö.1420)  de, “Hakka erişmek, onunla birleşmek demek insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir” diye açıklıyor. (Varidat, s.125)

Bunlar gerçekte Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ında söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesinden başka bir anlayış değildir ve tasavvuftaki vahdet-i vücud ‘dan (insan-Tanrı birliği), vahdet-i mevcud’a (pantheism) uzanan Tanrı inancıdır. Bu çeşit Tanrı algılaması olmasaydı, ne hümanizm yani insanseverlik, ne de doğa-çevre sevgisi oluşurdu.

Demek ki Batıni-Alevi inanç anlayışında insan, Tanrının yeryüzünde hem vekili, hem mazharı, hem de kendi parçalarından bütüne ulaşan birliğidir; adı Tanrı, Ali, Muhammed, Ehlibeyt beşlisinin ya da Allah Muhammed Ali üçlüsünün birliği, Muhammed Hanefi, Haşim,  Muhammed Bakır, Cafer, İsmail, Salman vb. olsun farketmiyor. Hepsi de birer insandır. Bunlar, tarih boyu değişmez dogmalara sahip ortodoks İslamın bidat ve sapkınlık olarak gördüğü ve hiçbir zaman hoşgörü göstermediği anlayışlardır. Egemen ortodoks yönetimler tarafından , bu özgür inanç biçimlenmelerine eğilim duyanların oluk oluk kanları akıtılmış, derileri yüzülmüş, birçoğu da diri diri yakılmışlardır.

Ali, veliliğin ve velilerin şahı (Şah-ı Velayet), İmamların atasıdır. Ve Batıni-Alevi inancında tüm zamanların/dönemlerin velileri, İmamlar ve kurtarıcı yüce kişiler (insan-ı kamiller) Ali olarak nitelendirilir ve birer Tanrısal mazhardır; tek aydınlatıcı ışık olan olan Tanrının parçaları ve yansımalarıdır. Her sıradan inanan da ‘Ali’nin hizmetinde bir Salman olmaya’ çaba gösteririr.

İşte Alevi-Bektaşiliğin gerçek inancı ve Tanrı anlayışı budur. Bunlar Hanefi Sünnilik anlayışına sığar mı? Ortodoks İslamı  yeniden canlandıran, yani “İhya-ı Din”yapan ( ve batıni Aleviliğin büyük düşmanı); namazı, abdesti, dahası  “tuvalete girerken önce sol ayağınızı atınız” diyecek denli  İslami yaşayışı katı kurallara bağlayan İmam Gazali’nin (ö.1111) doğmatikleşmiş Sünnilik düzenlemesiyle asla bağdaşmaz Alevilik.

Derya Sazak’ın yaptığı söyleşide, Diyanet İşleri Başkanı önce “Alevilik İslamın içinde bir kültürel anlayıştır” diyordu daha sonra “Alevilik Anadolu kültürünün bir parçasıdır” söyleminde karar kıldı.
Kültür kavramının içerdiği anlamların çeşitliliği bağlamında, Türkiye toplumu olarak, Aleviliğimiz kadar  Sünniliğimiz de Anadolu kültürünün bir parçasıdır. Magreb ülkelerinde (Kuzey Afrika), Arabistan, Hindistan-Pakistan, Ortaasya Türki Cumhuriyetleri, Endonezya vb.ülkelerde yaşayan Sünni topluluklar –inancın özündeki birlikteliğe rağmen- birbirinden çok farklı dinsel yorum ve uygulamalar içindedir. Dahası Hindistan-Pakistan ve Endonezya Hanefi Sünniler bile Türkiye Hanefilerinden büyük farklılıklar gösterir.  Farklılıklar kültür kavramının bu özelliğiyle ilşkilidir; yaşanılan ülkenin kültürüyle karşılıklı etkileşim ve bütünleşme! Aynı şekilde İran’daki Ehl-i Haklar-Karapapaklar-Kızılbaşlar, Irak’ta Kakailer-Şebekler, Suriye’de Nusayriler-Şahi İsmaililer, Yemen ve Hindistan’da  Mustali İsmaililer(Bohralar), Endonezya’da Sasaklar ve dünyanın 22 ülkesine dağılmış Nizari İsmaililer adları altında yaşamakta olan Alevi topluluklar da aynı batıni inanç özelliklerini birbirinden farklı biçimde yorumlamada ve tapınma uygulamalarını sürdürmektedir. 

Görünen o ki, İlahiyatçı araştırmacılar ve Sünni ulema, Türkiye’de yaşayan Alevilik ve Alevi toplumuna kendi dinsel ve siyasal inançları doğrultusunda resmi bir ad koymaya, tanımlamalar yapan, dinsel hizmet dedikleri ilkeler getiren kalın kitaplar yazmaya hazırlanıyorlar.  “Dinim Muhammed, imanım Ali ve mezhebim İmam Cafer Sadık” diyen, “Allah Muhammed Ali Birliği’inde, Ehlibeyt ve Oniki İmam sevgisinde, Hacı Bektaş Veli’nin Pir’liğinde bütünleşmiş ve onun “eline beline diline sadık ol” sözünü kendisine ahlak kuralı edinmiş koca bir toplumun bin yıllık inancını kültürel anlayış, bireysel ve toplumsal yaşamlarına düzen veren sazı, sözü semahıyla kadın-erken birlikteliğinde yaptıkları tapınma törenlerini kültürel etkinlik-eğlence saydıkları için, onlara din götürmeyi tasarlıyorlar; yani assimilasyon planını başlatma aşamasına girmiş bulunuyorlar. Yaparlar mı yaparlar, çünkü yüzlerce trilyonluk bütçesi olan bir devlet kurumu ve ülkenin en büyük Holdingleri arasında yeralan Diyanet Vakfı ellerinde !    

Siyasetçilerden “Aleviler bizim kardeşimizdir” sözünü duymaktan artık gına geldi.
Bize “kardeşimiz” diyenden, gerçekten kardeşçe davranış, sevgi ve yakınlık bekleriz. Bu duygular içinde bize bir adım gelene, biz on adım gideriz. Diyanet’in başı olark inancımıza, toplu tapınmamız Cemimize ve Cemevine saygı göstermeyeceksin. Ona “kültürdür, meşreptir” diyeceksiniz.  Bin yıldır camiye gitmeyen  ve İslamı sizden farklı yorumlayarak Tanrı ve tapınma anlayışı Sünnilere benzemeyen koskoca Alevi-Bektaşi toplumunu camiye ve kendi ibadetlerinizi yapmaya çağıracaksınız. Osmanlı gibi kolluk gücüyle yapamadığınız için, görsel ve yazılı basın-yayın gücünü kullanarak, misyoner tavrı içinde zihinleri bulandırp onları inançlarına yabancılaştırmaya, yani Alevileri Aleviliğinden uzaklaştırmaya çalışarak bu inanç topluluğuna en büyük kötülüğü yapacaksınız. Sonra yerli yersiz “Aleviler bizim kardeşimizdir” diye söylev çekeceksiniz. İnsan kardeşine bütün bunları yapar mı? Alevi ahlak anlayışında insan kardeşiyle (–ki  Alevilikte iki kardeş vardır; bel kardeşi, yol kardeşi  ve ikisi birbirinden ayrılmaz-), dostluğu sevgiyi ve de kazancını paylaşır.

Alevi-Bektaşi toplumu, kuruluşundan bu yana kendisine hiç bir hizmet götürmemiş olan bu kurumun bütçesine artık katkı yapmak istemiyor ve istememelidir. Ama asıl istediğimiz, bütçesi- külçesi kesilerek devlet alanından Diyanet’in özel alana kaydırılması ve Hanefi mezhebi inananlarının maddi ve manevi yönetimine verilmesidir. Devlet yalnızca, kendi varlığına ve toplum güvenliğine yönelik tehlikeli eylemini gördüğünde müdahele etmelidir. Din eğitim-öğretimi de resmi alanın dışına çıkarılmalı, sadece müfredat programı ve bunun  uygulanması devletin denetiminde olmalıdır.

Ve Alevi toplumu, kendi inancına saygı göstermeyen, Alevi inanç kimliğini tanıyarak onlara hizmet götürmeyen Diyanet için vergi ödemek istemiyor. Diyanet Bütçesi, Alevi inançlıların tahmini nüfusu oranında üçte bir azaltılmalı ve bu miktar Eğitim ve Sağlık Bakanlığı arasında paylaştırılmalıdır. Hiçbir Alevi, kestiğini yemeyen bağnazlara vergisini helal etmez. Buna da hakkı vardır sayın Diyanet İşleri  Başkanı! 

KAYNAKÇA :

Abdülbaki GÖLPINARLI , Hurufilik Metinleri Kataloğu, İstanbul-1989
Abdülbaki GÖLPINARLI , Nesimi-Usuli-Ruhi, İstanbul-1953
Abdülbaki GÖLPINARLI , Oniki İmamlar, İstanbul-1970
Abdülbaki GÖLPINARLI , Tarih Boyunca  İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul-1987
Abdülbaki GÖLPINARLI , Yunus Emre Hayatı ve Bütün şiirleri, İstanbul-1971
Abdülbaki GÖLPINARLI, Yunus Emre ve Tasavvuf , İstanbul-1961
Abdülbaki GÖLPINARLI-İsmet Sungurbey, Hafız Ali Menakıbname-i Şeyh Bedreddin, İstanbul-1969
Abdurrahman GÜZEL, Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri, Ankara- 1983
Abu İSHAK, (Edit.: W. Ivanow), Haft-ı Bab-ı Baba Sayyidna, Two Early İsmaili Treaties, Bombay – 1933
Adil GÜLVAHABOĞLU, Hacı Bektaş Veli, Ankara-Tarihsiz
Ahmet EFLAKİ, (Farsça’dan Çev. Tahsin Yazıcı), Ariflerin Menkıbeleri I,II İstanbul-1989
Ahmet REFİK, Rafızilik ve Bektaşilik, İstanbul-1932
Ahmet Yaşar OCAK, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıbnameler, Ankara-1992
Ahmet Yaşar OCAK, La Revolte de Baba Resul ou La Formation de l’Heterodoxie Musulmane d’Anatolie aux X-XIIIme Siecle, Ankara-1989
Ahmet Yaşar OCAK, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, Ankara – 1992
Al BAZURİ, Der Asat Fin-Nazım al Arabiya, Kahire – 1977
Al MALATİ, Kitab al Tanbih…
Al NAVBAKHTİ, Al Firak…
Al SHAHRISTANI, (Arapça’dan Çev. Jean-Claud Vadet),Kitab Al-Milal  Les Dissidences de l’Islam, Paris-1984
Al TABARİ, Tarih u Resul Wa’l mulük, Leiden-1879/1881
Alain DUCELLIER, Byzance et le Monde Orthodoxe, Paris-1986
Alexandre POPOVİC,  La Revolt des Eselaves en Iraq au III me/ IV me Siecles, Paris-1976
Alexandre POPOVIC, (İngilizce’ye Çev.: Leon King), The Revolt of African  Slaves in Iraq in the 3rd/9th Century, Boston (ABD) – 1998     
Ali MAZEHERİ, (Fransızca’dan  Çev.: Bahriye Üçok), Ortçağda Müslümanların Yaşayışları, İstanbul-1972
Al-Kummi, Al Makalat.
Anne Marie SCHIMMEL, Tasavvufun Boyutları, İstanbul-1982
Anton Jozef DİERL, (Almanca’dan Çev. Fahrettin Yiğit), Anadolu Aleviliği, İstanbul-1991
Arno BORST, Les Catheres, Paris – 1978
Asgar Ali ENGINEER, The Origin Development of Islam, New Delhi- 1980
Asghar Ali ENGINEER, The Islamic State, Delhi (India)- 1994
Aziz YALÇIN, Makalat-ı Hacı Bektaşı Veli, İstanbul-1993
B.S. AMORETTI, "Pre-Safavid Regiligious Geography", The Cambridge History Of Iran, Vol VI, Cambridge University Press -1993
B.S.AMORETTI,  "Sects and Heresies", The Cambridge History of Iran Vol.IV, Cambridge University Press -1968
Baki ÖZ, Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, İstanbul-1992
Bilal DİNDAR, Sayh Badr Al-Din Mahmut et Ses Waridat (Şeyh Bedreddin Mahmut ve Varidat’ı), Ankara-1990
Boris MOURAVIEFF, GNOSIS Etude et Commentaires sur La Tradition Esoterique de L’Orthodoxie Orientale, Tomme III, (Baconniere Yayını), Neuchatel/İsviçre-1972
C. BROCHELMANN, History of Islamic Peoples, London-1980
Cahit ÖZTELLİ, Bektaşi Gülleri, İstanbul-1985 
Cahit ÖZTELLİ, Pir Sultan Abdal, İstanbul – 1989
Cahit ÖZTELLİ, Pir Sultan’ın Dostları, İstanbul-1984
Celaleddin ULUSOY, Yedi Ulular, Ankara- tarihsiz
Cemal ŞENER, Alevi Törenleri, İstanbul-1991
Claude CAHEN, (Fransızcadan Çev. Yıldız Moran), Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, İstanbul-1979
D. ANGELOV,      "Certains Aspects de la Conquete des Peuples Balkaniques par les Turks ", Les Balkans au Moyen Age-La Bulgarie des Bogomils aux Turks, London-1978
D.et J.SOURDEL, La Civilisation de l’Islam Classique, Paris-1976
D.SOURDEL, “La Politique Religieuse du Calife abbaside al Mamun”, REI XXX (1962)
Dictionaire de Ismaelisme, (www.ismali.net)
Doğan AVCIOĞLU, Türklerin Tarihi V, İstanbul -1984
E.F. TİJDENS, "Der Mythologisch-gnostisch Hintergrund der Ummul-Kitab" Acta İranica 16, (1977)
Ebu’l- Kasım Ali bin TAHİR, (Arapça’dan Çev. Vedat Atila) Hazreti Ali Divanı, İstanbul-1990
Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kulayni, çev. Vahdeddin İnce, Usul-ü Kafi Cilt I, İstanbul, 2002
Ehsan YARŞHATER, "Mazdekism", Cambridge History of Iran Vol. V, 1983
Elvan ÇELEBİ,   (Hazırlayanlar: Ismail E. Ünsal- Ahmet Yaşar Ocak ), Menakıbu’l-Kudsiyye fi Menasıbıl Unsiyye, İstanbul-1984   
Emel ESİN, "Les Maitres de Sagesse de l’Asie Centrale et Le Peintre surnomme Siyah Kalem", Turcica XVII (1985)
Enver Behnan ŞAPOLYA, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul-1964
Erdoğan MERÇİL, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara – 1991
Ernest BAKER, İngilizceden Çev. Mete Tunçay, Bizans’ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce, İstanbul-1982
Ernest WERNER, (Çevirenler: O.Esen-Y. Önder), Büyük Bir Devletin Doğuşu, İstanbul – 986
F.De JONG, "The Takıya of Abd Allah al Magawiri (Qaygusuz Sultan) in Cairo”, TURCICA XIII, 1980
Faik BULUT, Allah Devletinde Demokrasi, İstanbul-1993
Farhad DAFTARY, The Ismailis, Their History and Doctrines, 2.Baskı, Cambridge University Press -1992
First Enyelopaedia of Islam, Leyden, 1913-1936, 
Francis KAPLAN et Jean-Louis Vieillard-BARON, Introduction a la Philosophie de la Religion, Paris-1989
Franz ROZENTHAL, (Çev.: Prof. Dr. Ahmet Arslan), Erken İslam’da Mizah, İstanbul -1997
G. OSTROGORSKİ, (Almanca’dan Çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan), Bizans Devleti Tarihi, Ankara-1981
G.Hossein SADIKİ, Les Mouvements Religiues Iraniens in IIer et IIIme Siecles en Iran, Paris-1939
Gregory Abu’l FARAC, (İngilizce’den Çevir. Ömer Rıza Doğrul, Abu’l Farac Tarihi I, 2.baskı, Ankara-1987
Dimitri Gutas, Greek Thought, Arabic Culture, London and Newyork, 1998
H. HULM, Kosmologie und Heilslehre der Frühen Ismailiyya, Wiesbaden – 1978
Hamdi KÖSEOĞLU, Osmanlı Devri: 1.Kosova Meydan Muharebesi, Ankara-1987
Hatib Al BAGDADİ, Tarihi Bağdad,  1.Cilt, Kahire -1931; Al Firak
Henrie LAOUST, Les Schismes dans l’Islam, Paris-1983
Henry CORBIN, "Nasır-i Khusraw and Draman Ismailism", The Cambridge History of Iran IV, Cambridge University Press – 1975
Henry CORBIN, Histoire de la Philosophie Islamique, Paris-1986,
Henry CORBIN, Temps Cyclique et Gnose Ismailienne, Paris-1982
Hikmet AKIN,    Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, İstanbul -1946
Husayn Mansur al HALLAC, (Fransızca’ya Çev. Louis Massignon) Diwan, Paris-1981
İ.Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, İstanbul-1984
İ.Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi I, II, III (İkinci baskı) İstanbul-1982/1983 
Ibn FADLAN, (Fransızca’ya Çev. Marius Canard), Voyage Chez les Bulgares de la Volga,  Paris -1983
İBN HALLIKAN, Hallikan’s Biographical Dictionary Vol.I- IV, London-1872
İbrahim ARSLANOĞLU,  Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayileri, İstanbul -1992
İmadeddin NESİMİ, (Haz: Hüseyin Ayan) Nesimi Divanı, Ankara-1990
İMAM Caferi Sadık Buyruğu, (Haz: Heyet) İst. 1989
Iréné MELİKOFF,  “Notes Turco-Caucasiennes: Babek le Hurrami et Seyyid Battal”, Revue de Kartvelologie XIII-ıv, Paris – 1962
Iréné MELİKOFF, "Le Probleme Kızılbaş”, Turcica VI (1975)
Iréné MELİKOFF, “Un Ordre de Derviches Colonisateurs: Les Bektachis”, Memorial Ömer Lütfi Barkan, Paris- 1980
Iréné MELİKOFF, La Geste de Melik Danişmend, Paris- 1960
Iréné MELİKOFF, Uyur İdik Uyardılar, (Fransızca’dan Çev.: Turan Alptekin), İstanbul-1993
İsmail KAYGUSUZ, Alevilikte Dar ve Dar’ın Pirleri, İstanbul-1993
İsmail KAYGUSUZ, Görmediğim Tanrıya Tapmam, İstanbul -1996
İsmail KAYGUSUZ, Hünkar Hacı Bektaş Veli, İstanbul – 1998
İsmail KAYGUSUZ, Musahiblik, İstanbul-1991
İsmail KAYGUSUZ, Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner, İstanbul-1983
İsmet Zeki EYUBOĞLU, Bütün Yönleriyle Bedreddin ve Varidat, İstanbul-1977
İsmet Zeki EYUBOĞLU, Bütün Yönleriyle Bektaşilik, İstanbul-1990
Jean MARKALE, Gisors et l’Enigme des Templiers, Paris-1986
Jean-Paul ROUX, Histoire des Turcs, Paris- 1984
Jean-Paul ROUX, La Religion des Turcs et des Mongols, Paris-1984 
Jordan IVANOW, (Bulgarca’dan Çev: Monette Libeyrel), Livres et Legendes de Bogomiles, Paris-1976
Julius WELHAUSEN, (Almanca’dan Çev.: Prof. Dr. Fikret Işıltan), İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Ankara-1989
al-Kashi, Abu Amr Muhammed b. Umar,  Ikhtiyar Ma‘rifat ar-Rijal, ed.Hasan al-Mustafawi, Mashad, 1348/1969
Kitab Al-MAJMU, (Fransızca’ya Çev. Rene Dussaud) Histoire et Religion de Nosairis, Paris-1900
KLİMA, Mazdek, Paris -1957
Le Qoran (Fransızca’ya Çev. D.Masson), Paris-1970
Louis BREHIER, La Civilisation Byzantine, Paris -1970
Lütfi KALELİ, Tapılacak İlah, İstanbul- 1991
M.Fuad KÖPRÜLÜ, Edebiyat Araştırmaları II, 2.baskı, İstanbul-1989
M.G.S. HODGSON, The Encyelopaedia of Islam Vol II, E.J. Drill, Leiden – 1986
Machiel KIEL, Art and Society of Bulgaria in the Turkish Period, Maastrich, The Netherlands-1985
Marshal G.S. HODGSON, The Order of Assasins (The Struggle of the Early Nizari İsmailis Against the İslamic World), Netherland (Mouton Co.)-1955
Maxime RODINSON, (İngilizce’ye Çev. Brian Peource) Islamic Capitalism, London – 1974
Mehmet BAYRAK, Pir Sultan Abdal, Ankara-1986
Mehmet NEŞRİ, (Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat, Prof.Dr.Mehmed A.Kşymen) Kitab-ı Cihan-Nüma I, II (Neşri Tarihi), 2.Baskı, Ankara-1987
Michele MEMBRE, Rélazione…,
Mikail BAYRAM,  Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya-1988
Mircea ELİADE, Histoire des Croyances et des idees Religieuses III, Paris-1983
Moojam MOMEN, An Introduction to shi’i Islam, Yale University Press -1985
Murad ÖZDEMİR, Yezidiler ve Süryaniler, İstanbul-1988
Musa SEYİRCİ, Abdal Musa Sultan, İstanbul- 1994
Mustafa AKDAĞ,  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi I, İstanbul-1977
Nasır HUSREV, Naser-e Khosraw’s Book of Travel-Sefername (İngilizce’ye Çev. W.M. Thackonston), J.R. Ed. Ehsan Yarshater Bibliotheca Persica, Colombia University, New York – 1981
Necdet KURDAKUL, Bütün Yönleriyle Bedreddin, İstanbul-1977
Nejad BİRDOĞAN, "Anadolu Halk Hareketlerinde İlginç Bir Davranış: Başını Alıp Gitmek", Hürriyet Gazetesi (11 Ekim 1999)
Nejad BİRDOĞAN, Alevilerin Büyük Hükümdarı Şah İsmail Hatai, İstanbul-1991
Nejad BİRDOĞAN, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmeleri, İstanbul-1993
Nejad BİRDOĞAN, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, İstanbul-1990
Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara-1989
Nusret KAYGUSUZ, Şeyh Bedreddin Simaveni, İstanbul-1957
Ömer Lütfi BARKAN, Vakıflar Dergisi V, (İstanbul 1942)
Osman TURAN, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul-1982
P. GOHAR, Le Grande Oeuvre de la Rose-Cray, Osmanli Website
Paul de BREUIL, Le Zoroastrisme, Paris-1992
Paul LEMERLE, Actes de Kutlumus-Archives de l’Athos II, Paris-1945
Paul WITTEK, (Çev. O.Ş.Gökyay) Menteşe Beyliği, 2.Basım, Ankara-1986
Pertev Naili BORATAV – A.GÖLPINARLI, Pir Sultan Abdal, Ankara-1943
Prof. Dr.K, M.A. ALİ,  A study of Islamic History,  Delhi (India), 1980
R. M. SAVORY, The Cambridge History of Iran Vol. VI, Cambridge University Press-1983
R.M. SAVORY, "Safavid Persia", The Cambridge History of Islam I, Cambridge University Press-1970
R.YÜRÜKOĞLU, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır: Tarihte ve Günümüzde Alevilik, 4.Basım, İstanbul-1990
Radi FİŞ, (Rusça’dan Çev. Mazlum Beyhan) Mevlana, İstanbul-1990
Radi FİŞ, (Rusça’dan Çev.Mazlum Beyhan) Ben de Halimce Bedreddinem, İstanbul-1992)
Reha ÇAMUROĞLU, İsmail, İstanbul -1999
Rıza ZELYUT, Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, İstanbul-1986
Rıza ZELYUT, Özkaynaklarına Göre Alevilik, İstanbul- 1990
Roy MOTTAHEDED, "The Abbasid Caliphate in Iran", Cambridge History of Iran Vol IV, Cambridge University Press -1975
Sadeddin N. ERGUN, Bektaşi Şairleri ve Nefesleri 1-2, İstanbul-1955
Sadeddin N. ERGUN, Türk Şairleri Ansiklopedisi I, İstanbul-Tarihsiz
Surayya FAROQHI, "Seyyid Gazi revisited", Turcica XIII (1981)
Taha AKYOL,       Osmanlı’da ve İran’da  Mezhep ve Devlet, 2.Baskı, İstanbul -1999   
Teyfik OYTAN, Bektaşiliğin İçyüzü I ve II, İstanbul-1960
Turgut KOCA, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri, İstanbul-1990
Urfalı MATEOS, Vekay-ı Namesi ve Papaz Grigor’un Zeyli (952-1136),  (Türkçe’ye Çev. Hrant D. Andreasyan), 2. Baskı, Ankara, 1987
V. GORDLEVSKİ,  (Rusça’dan Çev. Azer Yaran), Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara – 1988
V.MİNORSKY, Abu Dulaf Misar bin Muhalhil’s Travels in Iran, Cairo-1955
Vecihi TİMUROĞLU, İnançları Uğruna Öldürülenler, Ankara-1991
Veli Baba MENAKIBNAMESİ, (Yayına Haz. Doç. Dr. Bedri Noyan), İstanbul, 1993
W. IVANOW, "Notes sur l’Ummul-Kitab", Revue des etudes Islamiques, 1932, s.419-482; "Ummul Kitab", Der Islam 23 (1936)
W.MADELUNG, "The Minor Dynasties of Northern Iran", The Cambridge History of Iran Vol.IV,
Walther HINZ, (Almanca’dan Çev.Tevfik Bıyıklıoğlu), Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, 2.Baskı, Ankara-1992
YAKUT, Mudjam al-Buldan III, Beirut-1376
Yusuf HAS HACİB, (Çev. ve Yayın. R.Rahmi Arat), Kutadgu Bilig, 2.Baskı, Ankara-1979
Yves MARQUET, "Ikhwan al-Safa", The Encyclopaedia of Islam vol. III, New Ed. Leiden – 1986
Yves MARQUET, "La Philosophie des Ikhwan al-Safa", Travaux et Documents, No. I, Dakar Universitesi  Edebiyat ve İslam Bilimleri Fak. Arapça Depart. Dakar – 1973
Yves MARQUET, La Philosephie des Ikhwan al-Safa de Dieu a l’Homme III, Ixı, (doktora tezi),  Lille Universitesi Tez Çoğaltma  Servisi, Lille -1973
Ziya ŞAKİR, Mezhepler Tarihi, İstanbul-1946

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*