İNSAN BÜYÜK EVRENDİR

Ali Kaykı

İnsanoğlu kendisinin büyük evren mi, küçük evren mi olduğunun yanıtını her zaman arayan olmuştur.
İnsan her iki halde her ikisidir de. Yani zahiren mikro cosmostur, bâtınen macro kosmostur. Madde olarak evrene baktığımızda evrenin madenlerini, maddenin dört ana unsurunu (ateş, hava, su, toprak), kendisinde barındıran insan evrenin bir parçası iken; maddeden manaya geçerek kendi öz varlığının sırrına eren insan, "asıl" olarak bütün evreni kendisinde seyreder ki bu hali ile de macro kosmos olur.

Başka türlü izah edecek olursak, bir su damlası ile bir okyanusun halidir diyebiliriz. Görünüm olarak çok miktardaki (sonsuz değil) su damlasının içinde bulunduğu-bileşeni olduğu okyanus büyük evren olursa, onun aynı özelliklerini taşıyan ama bir zerresi olan su damlası küçük (okyanus) evren olur. Özelliğinin bilincine erişmiş bir su damlası, özelliğinin bilincine erişmemiş okyanusu içinde barındırır.

Bütün ulularımızın insalara-insanlığa ışık olarak tuttukları ilk şey ilimdir. Yani bilgi-bilmektir. Yani akıldır. Bunun tek nedeni başlangıcın da böyle başlamış olmasıdır. Bilim insanlarımızın da kabul ettiği ilk başlangıç yani Kosmosun ilk oluşumuna neden olan -Big Bang- dedikleri büyük patlama Alevi-Bektaşi inanç ve felsefesinde "Tanrının bilinmek için zuhur etmesi" olarak yorumlanır. bu olay bilinmek için bilimin ilk yaratılması olayıdır. Yani düşünceyi doğurması için madde var edilmiştir. Madde kendi bilincine ulaşabilmesi için milyarlarca yılda dört aşamadan geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’in de onayladığı bu durumu biz öğretimizde "sudur" teorisi olarak ifade ediyoruz. Yani zaman içerisinde gelişen bu evrimleşme sürecinde önce madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlar ve son olarak ta insanlar oluşmuştur.

İnsanın son aşamada olmasının nedeni, gelişmişliğinin en belirgin özelliği düşünebilmesidir. İnsan ne kadar geniş düşünebiliyorsa o kadar erdemlidir. Bunu gerçekleştirebilmesi için de insana en gerekli olan şey bilgidir.

Bilgi, akıllılığın temel kaynağıdır. Başlangıç ile son arasında ki gerçekliği anlayabilmenin, yani sırra erebilmenin tek koşuludur bilgi.

İnsan bilgiye üç şekilde ulaşabilir.
Birincisi başkalarının kendi düşünce ya da pratiklerinde elde ederek insanlara bıraktıkları bilgi ki; biz buna dolaylı bilgi, ya da okuyarak-duyarak anlamına gelen "ilmen" bilgi diyoruz.

İkincisi, insanın buradan yola çıkarak kendi düşünce ve deneyimlerinden elde ettiği bilgidir ki; biz buna da "aynel" bilgi diyoruz. Bu her iki durumda da elde ettiğimiz bilgiler beş duyu organlarımızın yardımları ile ulaşabildiğimiz bilgilerdir. Bunlar yer-mekan ve zaman konumuna göre değişkendirler. Yani bir yerde doğru iken, başka bir yerde ve zamanda yetersiz ya da yanlış olabildiklerinden kesin bilgi olarak kabul etmek hatalıdır.

Bilgiye ulaşmanın üçüncü şekli ise, ancak kendisini ilk iki şekli ile donatmış insanların kendilerini daha da geliştirerek ulaşabilecekleri bilgi vardır ki; kaynağı bütün bilginin tek sahibi olan Hakk olduğundan ve ancak O’nun vermesi ile ulaşılabilindiğinden buna da "Hakk’el" bilgi diyoruz. Bu bilgiye ancak beş duyunun üstü duyulara sahip olunduğunda ulaşılabilinir. Bu bilgiye kişi sadece Rabbi ile arasında olanlar aracılığı ile ulaşabildiğinden ve o aşamaya gelmemiş insanların anlayamayacağından ya da yanlış anlaşılmalara neden olacağından -ki tarihi süreçte hep öyle olmustur- insanlar ve insanlık zarar görmemesi için genellikle kendisinin sırrı olarak kalır. İnsan erdemliliği, diğer bir deyim ile Kemâleti oranında bu bilgiye ulaşabilir. İnsanın istenilen noktaya gelebilmesi, kendi sırrına erebilmesi daha doğrusu büyük evren olabilmesi için üçüncü aşamada ki bilgiye ulaşması şarttır. Bundan dolayıdır ki sevgili peygamberimizin de "Bütün insanlar birdir ama hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu?" dediği gibi insanlık ta (insan değil) aşama aşamadır.

İnsanlığın aşamaları Alevi-Bektaşi ögretisinde dört kapı kırk makam üzerine belirlenmiştir. Sudur Teorisi olarak ta açıklanan varlığın ilk dört aşaması (madenler-bitkiler-hayvanlar-insanlar) zahiri gelişimdir. Dördüncü aşamadaki insanın istenilen noktaya (büyük evren olabilmesi) gelebilmesi için de batıni dört aşamadan geçmesi gerekmektedir. Şeriat olarak nitelendirilen birinci aşaması ham(hayvan)lığından tamamen kurtulamadığı halidir. Bundan kurtulması için belirlenmiş olan on işlevi gerçekleştirmesi gerekmektedir. Biz buna birinci kapı(Şeriat)ın on öğretisi diyoruz. Makalat kitabına göre bu on (makam) öğreti şunlardır:
Şeriat kapısının makamları:
1.    İman etmek,
2.    İlim öğrenmek
3.    İbadet etmek
4.    Haramdan uzaklaşmak
5.    Ailesine faydalı olmak
6.    Çevreye zarar vermemek,
7.    Peygamberin emirlerine uymak
8.    Şefkatli olmak
9.    Temiz olmak
10.    Yaramaz işlerden sakınmak

On makam da dediğimiz bu on öğretiyi tamamlamış olan insan bedeninin dış yüzünü ve tenini tanımış olur. Eğer yoluna devam etmek istiyorsa kabuğundan içeriye girmesi gerekmektedir. Rabb "Evrene sığmadım mümin kulumun gönlüne sığdım" dediği için mümin kul olabilme özelliği olan insan Tanrının sözü ile O yücenin evidir. İşte o evden içeriye girebilmek için açılan ilk kapının adı "ikrar"dır. Ayni zamanda bu kapıya TARİKAT KAPISI da denilir. Zahir yaşamda insan ancak güvenebileceği kimselere sırrını açar. Sırrı bilebilmek için de bu güvenirliği haketmek gerekmektedir. Kendi sırrına ermek isteyenden de güvencenin ilk kosulu olan söz (ikrar) vermesi istenir. Ve bu söz alıp verme ikrar ayini denilen mistik bir atmosferde gerçekleştirilir.

Buradan sonraki aşamaya geçilebilmesi için de uygulanması gereken ve temel birimi EDEB olan on öğreti vardır. Bunlar da,
1.    Tövbe etmek
2.    Mürşidin öğütlerine uymak
3.    Temiz giyinmek
4.    İyilik yolunda savaşmak
5.    Hizmet etmeyi sevmek
6.    Haksızlıktan korkmak
7.    Ümitsizliğe düşmemek
8.    Ibret almak
9.    Nimet dağıtmak
10.    Özünü fakir görmek

Klasik olarak tarikat kapısı dediğimiz bu kapının yapılması gerekenleri olan on öğretisinin başarı ile uygulanması neticesinde kişi tenin içyüzünü yani etini tanımış olur.

Bundan sonraki kapı olgunlaşma evresinin geliştiği mekanın kapısıdır. Buraya kadar ki aşamaların birincisinde çiçek olunup açınıldı. İkincisinde meyve olunup gelişildi ve üçüncü kapı olan marifet kapısı meyvenin tat alıp verme halinin yaşanıldığı mekandır. Erenler bu durumu arı olmak bal yapmak olarak ta yorumlarlar. Hünkarımız bu makamda başarılı olanlar için "Arifler hem arıdır, hem arıtıcı" demiştir. Yani birinci kapıda un, su ve tuz bir araya getirilmiş; ikinci aşamada bu üçü karıştırılarak önceki hali değişime uğratılmış ve hamur halini almıştır. Bu durumda tadı da, şekli de, bileşenleri de farklılaşmıştır. Bu başkalaştırılmış durumun daha yararlı hale gelebilmesi için pişirilmesi şarttır. Bu da bilginin düşünce ile iradeye çevrilmesi, edinimlerin yararlı hale getirilmesidir. Arif olmak sadece bilgi ile değil, bunun yanı sıra pişmek ile mümkün olur. Yunus Emre’nin bilinen sözü "çiğdik (ilk iki hal) piştik (marifet kapısı-Ariflik), yandık (bu da biraz sonra değineceğimiz hakikat kapısı-Enerjiye dönüşüm-Hakk’a ulaşma) elhamdülillah". Pişmek, insanın benlik zırhlarını parçalayarak onlardan sıyrılması kurtulması olayıdır. Bu da ancak bilginin düşünce ile yoğrularak iradenin güçlenmesidir. Güçlenen irade sevda ateşi ile tutuşunca ancak güzelliğin önünce zararsız olur.

Bu durumu bize beş duyumuz ile anlaşılır eden diğer örnek ise cevizdir. Ceviz, oluşmaya başladığında sadece yeşil kabuğundan ibarettir. Yeşil kabuğun suyu leke yaptığı gibi tadı da zehir gibidir. İç oluşmaya başlamazdan önce iç kabuğu oluşturur. İç, yani öz kendi zarı içinde oluşurken, zarın dışı iç kabuk sertleşmeye başlar ve sertleştiği oranda da yeşil olan dış kabuk zayıflayarak incelir. Zar ile çevrelenmiş iç olgunlaşma sürecine girdiğinde dış kabuk artık kuruyarak iç kabuktan ayrılır. Artık ceviz zırh gibi bir kabuktan ibarettir. İç tamamen olgunlaştıktan sonra da bu kabuk (eğer çetin bir ceviz değil ise:) ) ufak bir darbe ile parçalanarak zar ile çevrili iç meydana çıkar.

Burada anlatılmak istenen şudur; yeşil olan dış kabuk ŞERİAT, Zamanla zırh gibi oluşan iç kabuk TARİKAT, içe yapışık haldeki zar MARİFET, sadece iç ise HAKİKAT’tir.

Şeriattan tarikata katılmak isteyen "can"a ikrar vermezden önce şeriatten ayrılmak isteyip istemediği, tarikatın zorlukları dile getirilerek (ateşten gömlek-demirden leblebidir-gelme gelme dönme dönme gibi) üç kere sorulur. İkrar vermek isteyen can ancak ısrar ile yola talip olmak isterse ve ilk koşul olan şeriatten ayrılmayı kabul ederse ancak tarikata alınır. Bu da İmam Hanefi mezhebinden ayrılıp İmam Cafer-i Sadık Mezhebini kabul ediyorum sözleri ile gerçekleştirilir. Tarikat bundan sonra Marifet ve Hakikat’in görünen (dış) yüzü olur. Bu da Alevilik- Bektaşilik’tir.

Bir önceki aşama kendinden sonraki aşamayı olgunlaşana kadar doğal olarak koruma yöntemini seçmiştir. Yani Marifet makamında olgunlaşmakta olan insanı Tarikat zırhı koruma altına almıştır. Marifet, tarikat ile Hakikat arasında bir zardır. Ya da genel bir deyim ile PERDE. O öyle bir zar ki; öbür tarafına geçebilmek seneleri alabilmektedir. Tarikat denen çile kazanında yıllarca Yol’a hizmet ederek, sevda ateşiyle yana yana pişmedikçe ne perde kalkıyor, ne de zar deliniyor. İnsan bildiklerini sevdası ile harmanlayınca ögrenmeye başlar. Bu, onu düşüceye sevk eder. İşte ZAR ya da PERDE düşüncenin Hakikati anlayabilme yeteneğidir. Bilginin mantık süzgecinden geçirildiği bu düşünce, gönlü aydınlatabiliyorsa ki; aydınlanan gönül kendindeki varı göstermeye başlamıştır ve Hakikatte menzil alınıyor demektir. Bunu başarmış olan kişiler gönül gözü açılmış olan ariflerdir. Işte burada asıl marifet gönül gözünün açılmasını sağlayıp bunu sürdürebilmektir.

Aradan perdeyi kaldırarak zarın öbür yanına gecebilmiş olan arifler mana aleminde yolculuklara başlarlar. Bu yolculuklar öyle şeylerdir ki; zaman zaman mantık tar duman olur. Mantığın stop ettiği bu seyirler insanı hayretten hayrete düşürerek serhoş eder. Hiçbir dil ile ifade edilemeyen bu güzellikler gözlerden süzülen özlem yaşları ile kişiyi teslimiyete taşır.

Insan kendisini bu yolculuklarda öyle bir sevdaya kaptırır ki; artık bu dünyanın hiçbir zenginliği umurunda bile olmaz. İbrahim Ethem, tacını tahtını, gencecik eşini, beşikteki yavrusunu bu seyirler neticesinde bırakıp sevdasının peşinden gitmiştir. İşte bu HAKİKAT kapısından geçiştir.

Bu seyirler öyle bir hale dönüşür ki, artık maddenin, zahir alemin iç yüzü ile tanışırsın. Sen yeryüzünde alem seni seyrederken, bir kaç saniye içerisinde öyle bir yere gelirsin ki alem senin altında olup sen alemi seyrredesin. Sonra bir anda bütün alem yok olur ve sadece sen olursun. Sadece bir çift göz ile sen seni seyredersin. İşte varlığın birliğine erişildiği ve En-el Hak denilen an bu andır. O an ezel ile ebedten de öte olan, yani sen zamanın dışında olup bütün varlık alemini içinde barındıran zaman senin içinde olduğu andır. Yani insanın ASLInda yok olduğu ASIL olduğu yani BÜYÜK EVREN olduğu andır O AN. Bunun mantık ya da bilim ile bir açıklaması da ş zamanda olamaz. Yaşayanlar tarafından sadece bilinir.

Her dem Aşk-ı Muhabbetimizle
fakir Budak Ali

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*